Şiir, seçmek ve gizlemek sanatıdır. -Chateaubriand |
|
||||||||||
|
Bir gün yine en ön sıradaki, neredeyse özel makam koltuğum gibi benimsediğim yerimde otururken, O, her zamanki durağından otobüse bindi. Biletini kullanıp otobüsün içine şöyle bir bakış attığı sırada göz göze geldik. Soluk, esmer teniyle tuhaf bir tezat oluşturan mavi - yeşilimsi, dipsiz bir kuyu gibi derin gözleri vardı. İlk farkına vardığım günlerde zevksiz bir sarıya boyadığı saçlarındaki boya günden güne azalınca ten rengine daha çok yakışan uzun siyah saçları ortaya çıkmıştı. Hayatımda gördüğüm en ölçülü, en simetrik vücut yapısına sahip insanlardan biriydi. Tanrı O’nu, geniş bir zamanında, orantının, geometrinin hiçbir ilkesini ihmal etmeden, bir yaptığını bozup daha iyisini yapabilirim diye defalarca deneyip, en sonunda kusursuz formu bulduğuna karar verdikten sonra göndermiş gibiydi dünyaya. Bir dairenin mükemmelliğine, bir üçgenin işlevselliğine, bir noktanın tanımlanamazlığına sahipti. Boyu ne kısa ne uzundu. Endamlıydı. Yaşı hakkında tahminler yürütüyor, bazen yirmi sekizinde bazen otuz üçünde olduğuna karar veriyordum. Giyimi renk seçimi dışında iyiydi. Vücuduna güzel uyan kumaş pantolonlar, bluzlar, gömlekler. Ama renk tercihleri saçının boyası gibi kötüydü. Çeşitli tonlarda kahverengiler... Olsun. İlk kez göz göze geldiğimiz günden sonra, otobüsümüz O’nun bineceği durağa yaklaştığında içimde bir şeylerin kıpırdadığını hissettim. Oysa o güne kadar defalarca yanımdan geçip gittiği halde hiç aldırmamış, Ona farklı bir gözle bakacağımı aklımdan bile geçirmemiştim. Ancak gün geçtikçe kalbimin çarpıntısı otobüsün onun durağına yaklaşmasıyla doğru orantılı biçimde artmaya başladı. Önümden geçip arkalara doğru gittiği kısacık anlarda daha dikkatle incelemeye başladım. Parmağında evli ya da nişanlı olduğuna işaret sayılacak herhangi bir yüzük yoktu. Öyle herkes gibi zırt pırt çıkarıp uzun muhabbetlere daldığı bir telefonu da... Otobüse hep yalnız biniyor, kimseyle konuşmuyordu. Bu işaretleri bekâr ve bir ilişkisi olmadığına yorup seviniyordum. Birkaç gün sonra ön sıralardaki sevgili koltuğumu terk edip onun tercih ettiği arka sıralara yerleştim. Orada görüş mesafemde oluyor, ben de onu yarım saatlik yolculuğumuz boyunca uzun uzun inceliyordum kendisine sezdirmemeye çalışarak. İnceledikçe de her gün eşsizliğine dair yeni bir özelliğini keşfediyordum. Artık günün en sevdiğim bölümü sabah işe giderken geçen o kısacık zaman dilimiydi. Sabahları yataktaki “kalk işe git” diyen mantığımla, ona “derin bir uykuya dal ve hiç uyanma” cevabını veren vücudum arasındaki mücadele sona ermişti. Bir çırpıda traş olup duşumu alıyor, kahvaltımı yaptıktan sonra heyecanla durağa koşuyordum. Her sabah gazete alır, yol boyunca etrafımla ilgilenmeden okurdum. Ona bakabilmek için bu alışkanlığımdan da vazgeçtim. Olan gazeteye oldu; toplam tiraj, eksi bir! Otobüsün kalabalıklaştığı bir durakta bindiği için çoğu zaman ayakta kalıyordu. Ben de nerede durmayı tercih ediyorsa önceden ona yakın koltukları kapmaya çalışıyordum. Sonraları iki kişilik koltuğun bir tarafının otobüse bininceye kadar boş kalabilmesi ve O’nun yanıma oturabilmesi için çeşitli yöntemler geliştirmeye başladım. Ondan önce binip yanımdaki boş koltuğa oturmak isteyenlerin gözünün içine dik dik bakıyordum. Gariptir, çoğu kişi bu şekilde göz göze gelince yanıma oturmaktan vazgeçip başka tarafa yöneliyordu. Bazen de çantamı boş koltuğa unutmuş gibi bırakıyordum. Çoğu yolcu çantamı oradan almam için uyarmaya zahmet etmeden geçiyordu. Kimi zaman da bacaklarımı boş koltuğa taşacak biçimde sorumsuzca açıp oturuyordum. Bu da çok geçerli bir numara olarak epey işimi görmüştür. O binince de toparlanıp gayet saygılı, edepli, bu yüzden de yanına oturulacak bir yolcu kimliğine bürünüyordum. Tabii O da gelip hemen hemen tek boş yer olarak kalmış yanıma oturuyordu. Otobüs bazen aşırı dolu oluyor, bazen de kimi yolcular çevirdiğim bütün dolaplara rağmen gelip inatla benim O’na ayırdığım müstesna yere çörekleniyordu. O zamanlar bir yandan şansıma küfrediyor, bir yandan da orada hiçbir şeyden habersiz masumane oturmakta olan yolcuyla durduk yerde kavga çıkarmamak için kendimi zor tutuyordum. Öylesi günler hep asabi biri oluyor, ancak ertesi sabahın herşeyin yolunda gideceği, O’nun yanıma oturacağı hayaliyle sakinleşiyordum. Bu şekilde aylarca gidip geldik. Tek taraflı, maceralı aşkımı işyerindeki arkadaşlara biraz da kendimle dalga geçerek anlatmıştım. Artık onlar da alışmıştı. Her sabah büroya adım atar atmaz, “nasıl, bugün görebildin mi? ” diye soruyorlardı gülerek. Ancak hayal kırıklığı ihtimaline karşı önceden bir tedbir olarak etrafa gayet gayrıciddi biçimde yansıtmama rağmen aşkım gün geçtikçe harlanan bir ateş gibi içimi yakıyordu. O’na açılmanın, sevgimi anlatmanın yolunu bulmaya çalışıyordum. Otobüste yakınlarımda olabilmesi için düzenlediğim “planlanmış tesadüfler” çoğu zaman başarılı oluyordu. Ancak gelgelelim bu konuda sergilediğim yaratıcılığı ona açılmakta, konuşmakta bir türlü gösteremiyordum. Otobüsten indikten hemen sonra aklıma bin tane başlangıç cümlesi geliyor, ama ertesi gün onunla karşılaştığım zaman bunların hepsini saçma bulup vazgeçiyordum. Otobüse ayak bastığı anda kalbim göğsümde tuzağa yakalanmış bir kuş gibi çırpınmaya başlıyor, boğazım kuruyordu. Konuşsam sesimin ritmini tutturamayacağımı biliyordum. Sadece ona fark ettirmeden bakmayla, hayalimde kurduğum cümlelerle konuşmayla yetindim. Bir gün olsun, bir “günaydın” bile diyemedim. İndiği durakta peşine takılıp gidecek kadar yırtık ve pervasız da değildim ne yazık ki... Zaten gitsem ne yapacağım? Karşılaştığımızda O belli belirsiz gülümsüyor, sonra yol boyunca dalgın, gözünü sabit bir noktaya dikerek etrafıyla hiç ilgilenmeden oturuyordu. Bir şey olsa, mesela otobüs bir arabaya çarpsa yolda kalsak da, bir konuşma fırsatı çıksa diye dua ettiğim bile oluyordu. Ama olmadı; neredeyse her dakika bir kazanın meydana geldiği şu koca İstanbul’da bizim otobüsümüz kazalara karşı efsunluymuş gibi dümdüz gidip geldi aylar boyu. Artık dayanamaz hale gelmiştim. Sonucu ne olursa olsun söze bir yerden girmeye karar verdim. Yine yanımdaki koltuğa oturduğu, etrafımızda da fazla kimsenin olmadığı bir sabah aklıma gelen sayısız giriş cümlelerinden birini seçerek konuşmaya başlayacaktım. Bir kere başlarsak arkası gelir diye düşünüyordum. Sözleri iyice tarttım; vurguları nerede yapacağımı belirledim; yutkuna yutkuna boğazımı temizledim; nefesimi ayarladım. Hazırdım. Bir ülkeye savaş ilân eder gibi, bütün hesaplarımı gözden geçirmiş, cephaneliğimi kontrol etmiş, bütün hazırlıklarımı tamamlamıştım. Birkaç defa yutkunup boğazımı çalıştırdım. Gereksiz biçimde öksürdüm. Jenerik birazdan akmaya başlayacaktı. Derin bir nefes alıp verdim, ancak tam en iyisini seçtiğime karar verdiğim o büyülü sözleri söyleyecekken nedense son anda karar değiştirdim ve ağzımdan şu çok derin anlamlı ve çok lüzumlu soru döküldü: “Burada İş Bankası şubesi var mı?!”... Otobüsteydik!.. Kişisel tarihimin en utanç verici sayfalarından birini yazmıştım oracıkta. Birden mimiklerimin, yüz ifadelerimin üzerindeki bütün kontrolümü kaybettiğimi, yakıcı bir kızartının dudaklarımdan kulaklarıma kadar yayıldığını hissettim. Bir ayna olsa da kendime baksam, hayatımda gördüğüm en karmaşık, en tuhaf yüz ifadesiyle karşılaşacağımı biliyordum. Sorumun saçmalığından sesim de tarazlanmış ve ritmi bozulmuştu. Kızcağız neye döndüğünü şaşırdı. Onun da boğazı düğümlendi. Tekleyerek, kelimeleri yuta yuta bana en yakın İş Bankası şubesinin yerini tarif etmeye çalıştı. Renkten renge girdi. Şaşkınlıktan adresi bir türlü toparlayamıyordu. Bense dinler gibi yapıyordum ama aslında içimde bir dünya yıkılmış ve altında kalmıştım. Ben sorduğumdan, O yanıtladığından hiçbir şey anlamadan; ama çok ciddi, çok önemli bir görevi yerine getirmiş gibi sustuk. Aslında ikimiz de ağır bir yenilgiden çıkmıştık. Bir 14 Şubat günüydü. Tarih tamamen tesadüftü, özellikle o gün olsun diye bir gayem yoktu. Ama 14 Şubatın laneti aşkımı daha filizlenmeden kurutmuştu. İlan-ı aşk girişimim yarım kalmıştı. Bir daha konuşmayı bir türlü deneyemedim. Tasarladığım sözlerin yerine ağzımdan bu kez de mesela, “amipler nasıl çoğalır? ” gibisinden bir soru cümlesi çıkacağından korktum. Aylar aynı kısırlıkta geçip gitti. Fırtınalar yaratacak bir aşk, potansiyeli değerlendirilemeden, gün yüzüne çıkamadan göz göre göre çürüyüp gidiyordu!. Platonik aşkımın durumdan haberi var mıydı; O’nun da bana ilgisi var da benim gibi açılma sorunu mu yaşıyordu, bilmiyorum. Bunları öğrenme imkânım hiç olmadı. Göz göze geldiğimiz o günün üzerinden bir yıldan fazla bir süre geçtikten sonra, bir dönem için işe daha erken bir saatte gitme zorunluluğum ortaya çıktı. Tabiatıyla O’nunla karşılaşamaz olduk. Kimi günler kaytarıp yine sekiz buçuk otobüsüne binerek uzaktan özlem gidermeye çalıştım. Ancak artık O’nu sekiz buçuk otobüsünde de göremez olmuştum. O da mı otobüsünü değiştirdi, işten mi ayrıldı, başka bir mahalleye mi taşındı, en kötüsü birini bulup evlendi mi, bilemiyorum. Bulduğumu sandığım aşkı, bu sonsuz kalabalıkta, bu uçsuz bucaksız metropolde yitirmiştim.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Celal Çelik, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |