Hata! Klavye bağlı değil. Devam etmek için F11'e basın... |
|
||||||||||
|
Şehir merkezinden uzakta, oldukça geniş bir alan üzerine kurulmuş, çam ve kavak ağaçları, rengârenk açmış gülleriyle, ismine yakışır derecede huzur dolu bir görüntüsü vardı. Yeşilyuva huzur evinin. Üç katlı huzur evi binası, bu geniş alanın tam ortasına yapılmış, dış cephesi, uçuk pembe renge boyanmıştı. İlk bakışta masallara konu olan o şirin evleri anımsatıyordu. Binanın hemen önünde, sırtları birbirine dayalı, avuçlarından su akan iki melek heykelinin süslediği küçük bir havuz bulunmaktaydı. Bahçenin, kiremit rengi, parke taşlarla döşenmiş yolları, temiz ve bakımlıydı. Çam ağaçlarından süzülen keskin çam kokusu, arada kendisini hissettiren meltem rüzgârıyla etrafa yayılırken, kavak ağaçlarının salınan yapraklarının çıkardığı hışırtı, sessiz ortamın sessizliğini hoş bir melodi tınısıyla bozuyordu. Üç beş adım aralıklarla ağaçların altına yerleştirilmiş bankların üzerinde, dört duvar arasına tıkılıp kalmaktansa, dışarıda pırıl pırıl parlayan güneşin, sıcacık hâkimiyetine kendisini teslim etmiş yaşlı insanlar oturmaktaydı. Onların rahatı düşünülerek yapılmış bu bakım evinde kalmak, belki de hiçbir zaman akıllarının ucundan bile geçmemişti. Oysa şimdi, sığınabilecekleri tek yerdi. “Emin ol, burada sana bizim baktığımızdan daha güzel bakılacak, daha rahat edeceksin. Kendi yaşıtlarınla birlikte olacak, vaktin ne kadar çabuk geçtiğini bile anlamayacaksın” diyordu, onları buraya getirenlerin samimiyetsiz sözleri. Oysa onların gözünde daha dün gibiydi her şey, “Düşeceksin oğlum, üşütürsün kızım” diyerek koruyup, kolladıkları can parçaları, şimdi eski bir oyuncaktan kurtulmak istercesine, gözden uzak bir yerlere yerleştirme çabası içine girişmişlerdi ana baba dedikleri o çaresiz insanları. Fakat ne yazık ki, unuttukları bir nokta vardı. Tarih, tekerrürden ibaretti. Zaman denilen sinsi düşmanın acımasız silahı, elbet bir gün namlusunu onlarında üzerine de çevirerek, bugün onların yaktığı noktadan, yarın kendi canlarını yakacaktı. Yeşilyuva huzur evinde yaşayanların birbirlerinden ayrı gayrı hiçbir şeyleri yoktu. Herkes birbiriyle dost, herkes birbiriyle sırdaştı. Birlikte gülüp, birlikte ağlıyorlardı. Çünkü artık biliyorlardı ki, geçmiş için ağlamak da, gelecek için endişelenmekte hiç bir şeye çözüm değildi. Zaman, anı yaşayarak, birlikte paylaşma zamanıydı. Paylaştıkça mutlu oluyorlar, mutlu oldukça yeniden var olduklarını hissediyorlardı. Bir çam ağacının hemen yanı başında duran kırmızı bank da, yan yana oturmuş güzel havanın tadını çıkarıyorlardı. Biri örgü örüyor, diğeri kitap okuyor, öteki ise cılız parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigaranın birini söndürüp diğerini yakıyordu. Sigarının acı dumanından rahatsız olup, birkaç kez ters ters bakmış, bakışlarının işe yaramadığını fark edince daha fazla dayanamayarak, “Temiz hava alalım diye çıktık dışarı. Sigaradan nefes alamıyoruz.” diyerek, rahatsızlığını belli etmişti, Hacer Ebe. Hacer Ebe, Bolunun Göynük ilçesinde dünyaya gelmişti. Annesi ebeydi. Senelerce o ev senin bu ev benim dolaşıp, anasıyla birlikte kim bilir kaç çocuğun doğumuna şahitlik etmişti. Genç kızlığa adım atıp da, serpilip, gelişmeye başladığında, biraz isteyerek, birazda mecburiyetten, annesinin mesleğini o devralmıştı. Yakın köylerden birine doğuma gittiği bir gün, eşi Yusuf Bey ile tanışmış. Kısa sürede dünya evine girmişlerdi. Günler, ayları kovalamış, Hacer Ebe, ne kadar utansa, ne kadar sıkılsa da doğumunu annesinin yaptırmasına engel olamamıştı. “Ben seni de torunumu da yabancı ellere bırakmam, Allaha çok şükür elimde de tutuyor ayağımda” demişti annesi. Hacer ebe, sarı saçlı mavi gözlü o minicik bebeğini kucağını aldığında ise, dünyalar onun olmuş, doğumunu yaptırdığı analara, dünyaya gelen bebeklere daha bir güzel bakar olmuştu. Hayatlarındaki her şey iyi güzel yaşanıp giderken, kocası Yusuf Beyin dinmek bilmeyen öksürüklerine derman bulabilmek için gittikleri hastanede, eşinin ince hastalığa yakalandığını öğrenmiş, başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Yılmadan, usanmadan, büyük bir umut ve özveriyle kocasına bakmış, bir dediğini iki etmemişti. Ancak, ne yazık ki tüm bu çabaları, kocasını bu amansız hastalığın pençesinden kurtarmaya yetmemişti. İki yaşındaki kızı Umut ile bir başına kaldığında, Allaha isyanlar ederek, yaşamak istemediğini haykırmış durmuştu. Günlerce kapısını aşındırıp destek olmak isteyen komşularının tesellileri de fayda etmemişti. Sadece bir komşu çocuğunun “Hacer Teyze, sen de ölürsen bebeğini teyzeme versinler mi? Onun bebeği olmuyor, o da hep senin gibi ağlıyor” demesiyle aklı başına gelmişti. Senelerce o doğumdan bu doğuma, o tarladan bu tarlaya koşturdu durdu. “Gencecik kadınsın, böyle tek başına nereye kadar dayanırsın, evlen bir erin olsun” diyenlere karşılık, hep kulak tıkadı. Kazandığı her bir kuruşu tek umudu olan kızı için harcadı. Kızı okuyup, doktor diplomasını kucağına bıraktığındaysa, mutluluktan dizlerinin bağı çözülmüş, oturduğu yerde öylece kalakalmıştı. İnsanın gözü gibi baktığı bir fidanın yeşerip meyve vermesi ne güzel şeydi. “Kızın artık burada kalır, bize doktorluk yapar” diyenlere, “Görev yeri İstanbul’da gitmesi gerekiyor” demişti, Hacer Ebe. Kızı İstanbul’da okuduğu için zaten uzun seneler birbirlerinden ayrı kalmışlardı. Şimdi bu kesin ayrılık, yüreğine bir ok gibi saplanıyor, ince ince sızlatıyordu. Kızı, İstanbul’a gideli henüz birkaç ay olmuştu ki, aldığı bir telefon haberiyle Hacer Ebenin eli ayağına dolanmış, etekleri zil çalmaya başlamıştı. Biricik kızı “Annecim sana bir misafir getiriyorum, ben onu çok seviyorum inşallah sende seversin” demişti. Gelen misafirin adı Oğuz’du. Umut ve Oğuz fakültede arkadaşlıkla başlayan ilişkilerini resmiyete dökmek, bir yuva kurmak istiyorlardı. Hacer Ebe, damat adayını görür görmez kanı ısınmış, sanki kendi oğluymuş gibi Oğuz’u bağrına basmıştı. Oğuz, Ankaralı bir ailenin tek çocuğuydu. Geleneklere, göreneklere saygılı, oturmasını kalkmasını bilen efendi bir gençti. Hacer Ebe, ilk görüşte beğendiği Oğuz’a “Bak oğlum kızımı üzmeyeceksen onu sana veririm” demiş, gençlerin verdikleri karara yeşil ışık yakmıştı. Umut, teliyle duvağıyla dünya evine girmiş, daha sonrada bitmek tükenmek bilmeyen yoğun bir tempoyla çalışma hayatına atılmıştı. Hacer Ebe, kızının ve damadının başarılarıyla gurur duyuyor, kendisine bugünleri gösteren Allah’a şükürler ediyordu. Tek sıkıntısı biricik evladının yüzünü görememekti. “Senin kızda hayırsız çıktı Hacer Ebe, evleneli ne kadar zaman oldu, bak, bir gün den bir güne kapını çalmadı” diyenlerin iğneleyici laflarına karşılık “Çalışıyor çocuklar, işleri güçleri var, senin benim gibi mi onlar, her gün kaç tane hayat kurtarıyorlar” diyerek vızıldanıp duran insanların ağızlarını kapatıyordu. Hacer Ebe, soğuk bir kış akşamında, her zaman yaptığı rutin işlerini tamamlamış, yemeğini yemiş, bulaşıklarını yıkamış, birkaç sayfa Kuran okuyarak dua etmiş, sonra da üşüyen dizlerini ısıtabilmek için yün yorganın altına sığışı vermişti. Gece yarısına doğru acı bir koku ve bağırış sesleriyle uyandı. Yataktan kalkmak istedi ama ilk hamlede olduğu yere yığılıverdi. Dumandan göz gözü görmüyor, sadece dışarıda sürekli “Kadın içerde Allahımmm” diyerek, bağrışıp duran insanların seslerini duyuyordu. Nihayet, çok geçmeden bir el omuzlarından tutup Hacer Ebeyi ayağa kaldırmış, zar zor canlarını dışarı zor atmışlardı. Elektrik kontağından çıkan yangın, önce ahırı, daha sonrada iki katlı ahşap evi yalayıp yutmuş geriye yanmış moloz yığınından başka hiçbir şey kalmamıştı. Hacer Ebe, gözyaşları içinde, üzerinde geceliği, çıplak ayaklarıyla ayazın ortasında kala kalmış, geçmişine ait her ne varsa kül olmuştu. İki gün sonra hayatta ki tek umudu, canı, biricik kızı gelmiş, yok olan bir geçmişin karşısında ana kız birbirlerine sarılarak uzun uzun gözyaşı dökmüşlerdi. Bu olaydan sonra Hacer Ebe, yaklaşık altı ay, İstanbul’da kızının ve damadının evinde kaldı. Onların yaşantısına bir türlü ayak uyduramıyor, gecenin bir yarılarına kadar süren arkadaş toplantıları, yemekler, eğlenceler arasında kendisini fazlalık olarak görüyordu. Uzun uzun düşündükten sonra, bir akşam yemeğinin ardından, kızını ve damadını karşısına alarak, kendisini bir huzur evine yatırmalarını istemiş, kendisi ve onlar için en iyisinin bu olduğunu söylemişti. Bu kararın ardından bir sabah, öpüşe koklaşa bu huzur evine getirilmişti. İlk aylar hemen hemen her hafta ziyarete gelen kızı, daha sonraları bu ziyaretlerini iki üç ay da bir yapar olmuştu. Ama yinede sık sık arayıp, halini hatırını, bir arzusunun olup olmadığını soruyordu. Hacer Ebenin dudakları, “İyiyim ben burada, düşünmeyin siz beni” dese de yüreği kan ağlıyordu. Bugün, kızını görmeyeli tam altı ay olmuştu, oturduğu bankın üzerinde güneşten pembeleşen yanaklarını çevreleyen beyaz başörtüsü yüzüne ayrı bir güzellik katmaktaydı. Elinde, rahmetli eşi Yusuf Beyden hatıra kalan kehribar tespihi vardı. Yavaş yavaş ve sabırla, her bir tespih tanesine dualar okuyarak, büyük bir umutla kızının geleceği günü bekliyordu. “Kızma be Hacer Hanım. Sıkıntım olmasa içer miyim şu mereti, baksana ne kadar zaman oldu bizim kız gelmeyeli, aramıyor da eskisi gibi. Merak ediyorum” dedi Tülay Hanım. Tülay Hanım, İzmirliydi. Altmışlı yaşları çoktan devirmiş olmasına rağmen hala güzeldi. Onu görenler, kim bilir gençken nasılda güzel bir kadındı diye düşünmekten kendini alamazdı. Tülay Hanım babasını hiç tanımamıştı. O henüz altı aylıkken, babası bir trafik kazasında hayatını kaybetmiş, genç yaşta dul kalan anası, çocuğuna bakacak kimsesi olmadığı için, akrabalarının bulup tanıştırdığı biriyle evlenmek zorunda kalmıştı. Önceleri evine eşine sadık olan adam, seneler geçtikçe kötü alışkanlıkların pençesine düşüp, kumardan ve içkiden başını kaldıramaz hale gelmişti. Yine böyle içkili geldiği bir akşam, kendi odası yerine Tülay’ın odasına dalmış, üzerini örtme bahanesiyle küçük kızın vücudunu okşamıştı. Zavallı kızcağız korkudan sesini çıkaramamış, olduğu yerde büzüşüp kalmış, tir tir titremişti. O günden sonra, baba bildiği bu adamın uygunsuz davranışları, gün geçtikçe daha da çirkinleşmeye başlamıştı. Eline geçen her fırsatı değerlendiren adam kıza bir türlü huzur vermiyordu. Annesiyle baş başa kaldığı bir gün tüm cesaretini toplamış, “Anne, Yakup Amca sen yokken hep benim bacaklarımı elliyo, bana acayip şeyler söylüyo, yapma diyorum yine yapıyo. Çok korkuyorum” deyivermişti. Annesi, kendi evladının söylediklerine inanmayarak, kulak tıkamış, o senin baban, sen onun elinde büyüdün, döverde, severde. Saçmalama demişti. Anasının bu sözleri Tülay’ı ne kadar derinden yaralasa da gidecek yeri olmadığı için çaresiz susup, boyun eğmişti. Aylar sonra bir gün, karısının evde olmadığı bir anı kollayan babalığı Yakup, mutfakta bulaşık yıkamakta olan Tülay’ın arkasından sessizce yaklaşarak zavallı kızcağızı savunmasız halde yakalamıştı. Niyetinin ne olduğu gözlerinden açıkça okunuyordu. Hantal cüssesiyle kızcağızın üzerine yürüdüğünde,“Yapma Yakup Amca, gözünü seveyim yapma” diye yalvarsa da alkolünde etkisiyle gözü dönen adamı durdurması mümkün olmamıştı. Kısa süren bir boğuşmanın ardından, bu namussuz adamın elinden kurtulamayacağını anlayan zavallı kız, can havliyle eline geçirdiği ekmek bıçağını bir hamlede, üvey babasının bacağına saplayıvermiş, kanlar içinde yere yığılan ırz düşmanının iniltilerine kulak asmayarak, ardına bile bakmadan, evden kaçıvermişti. Bağırışları duyan komşular eve doluşmuş, yerde kanlar içinde yatan bu namussuz adamın karşısında yardım etmek şöyle dursun, uzunca bir süre “ohh” çekmişlerdi. Olayı polise intikal ettirmek istemedikleri için, “kazayla oldu” diyerek, kendi aralarında geçiştirmişlerdi. Yaşadığı bu şok edici durum karşısında Tülay, apar topar Kayseri de ki uzak akrabalarının yanına gönderilmişti. Kendisine inanmadığı için annesine çok kırgındı. O ırz düşmanıyla yaşadığı müddetçe de, bir daha annesiyle konuşmamaya yemin etti. Yaşadıklarının tek sorumlusu olarak annesini görüyordu. Çünkü annesinin vurdumduymazlığı yüzünden yaşadığı bu çirkin olay, hayatı boyunca zihninden söküp atamayacağı kara bir leke olacak ve hiçbir zaman unutamayacaktı. Yanına yerleştirildiği akrabaları onu kendi kızları gibi bağırlarına basmışlar, kendi evlatlarından ayırmadan okutmuş, büyütmüşlerdi. Tülay, yapılan bu fedakârlığın karşılığında hemşirelik okulunu en yüksek puanla bitirerek, bu iyi niyetli güzel insanların yüzünü güldürmüştü. Kendisine hayat arkadaşı olarak seçtiği Eray ile, bir arkadaş ortamında tanışmıştı. Eray, yüreği vatan ve millet aşkıyla yanan bir askerdi. İyi bir aileden geliyordu. Tülay’dan ilk görüşte etkilenmiş, araya aracılar koyarak, tanışmak istediğini, niyetinin ciddi olduğunu söylemişti. Baş başa yapılan birkaç görüşmenin ardından, ailelerin de devreye girmesiyle, Tülay ve Eray çok geçmeden dünya evine girmişler, mutlu bir yuva kurmuşlardı. İkisi de canla başla çalışıp, önce başlarını sokacak bir ev almış, sonrada dünyalar tatlısı biricik kızları, Hayat’ ı dünyaya getirmişlerdi. Her şey çok güzeldi. Hayat tozpembe bir masal gibi önlerinde yaşanıp gidiyordu. Ancak bu güzel günler, eşi Eray’ın, görev için gittiği Hakkâri de kaçakçılarla girdiği mücadele sonunda şehit düşmesiyle sona erdi. Tülay, altı yaşındaki kızı Hayat’ la baş başa kalakaldı. “Allahım ben sana ne yaptım da mutluluğu çok gördün bana” diye günlerce ağıtlar yaktı, isyanlar etti. Kocasının asker elbiselerini uzun süre odasının duvarından kaldıramadı. Ancak ne kadar gözyaşı dökerse döksün, gideni geri getirmesi mümkün olamadı. Eşinin tek yadigârı biricik kızı için, senelerce çalıştı durdu. Tek istediği evladını okutup, büyütmek, vatana millete hayırlı bir evlat vermekti. Bu isteğinde başarılı da oldu. Hayat, annesinin yüzünü kara çıkarmadı, okudu ve sonunda büyük projelere imza atan tanınmış bir mimar oldu. İstanbul’dan aldığı büyük bir iş teklifiyle, ayakları yerden kesildi. Annesini de yanına alıp şiirlere, hikâyelere konu olan bu büyülü şehre geldi. Tülay, kızının başarılarıyla bir yandan gurur duyuyor, bir yandan da sürekli yurtdışına çıkmak zorunda olduğu için kızından ayrı geçirdiği zamana üzülüyordu. Bir akşam, penceresinin kenarına oturmuş, her zamanki gibi caddeden gelip geçeni seyrederken, sokak kapısının yavaşça kapandığını duydu. “Hayat sen misin kızım,” diye, kapıya doğru seslendi. “Benim anne” dedi, kızı. “ Bu akşam canım dışarıya çıkmak istedi. Hadi hazırlan da seninle ana kız şöyle güzel bir yemek yiyelim.” Tülay, “Tamam kızım sen nasıl istersen” derken, evladının gözlerine bakmış, o ise gözlerini annesinden kaçırmıştı. Bu hareketi daha küçücük çocukken annesinden bir şeyler isterken ya da saklarken yapardı. Bu yüzden Tülay, yemeğin sonunda kendisini hoş şeylerin beklemediğini sezinlemişti. Nihayetinde öyle de oldu. Yemeğin sonunda kızı “Annecim” diye söze başladı. Biliyorsun çalıştığım şirketin yurtdışında sürdürdüğü çok önemli bir projesi var. Bu proje onlar içinde benim içinde çok önemli. Her ne kadar buradan takip etmeye çalışsam da, yeteri kadar verimli olamıyorum. Mutlaka işin başında durmam gerekiyor. Bu yüzden şirket, iş bitene kadar, yani yaklaşık bir sene boyunca benim orada daimi olarak kalmamı istiyor. Bu yüzden gitmek zorundayım. Ben yokken senin o koca evde tek başına kalmana gönlüm razı olmuyor. Bir arkadaşım var, annesini çok güzel ve nezih bir yere emanet etmiş. Çok rahat, konforlu, sizin yaş grubunuzdaki bireylere yönelik sosyal aktiviteleri bol olan bir yermiş” dedi. Tüm bunları söylerken önünde duran tatlı tabağından başını bir an olsun kaldırmıyordu. “Huzur evi mi burası?” diye sordu Tülay. Sesi titreyerek çıkmıştı. “Evet, anne. Huzur evi. Beni yanlış anlamanı istemiyorum ne olur bana kızma. Arkadaşım, aynı yaştaki insanların birlikte bir şeyler paylaşabildikleri şehirden uzakta çok farklı bir yer olduğunu söyledi. Hem projem biter bitmez buradayım, tekrar birlikte olacağız” demiş, bu sözleriyle, annesinin isteği her ne olursa olsun, kendi kararının kesin olduğunu açıkça ifade etmişti. Bu konuşmanın ardından daha bir hafta geçmeden, Tülay, kızının ballandıra ballandıra anlattığı huzur evinin kapısının önünde bulmuştu kendisini. Uzun süre öpüşüp koklaşmış, sonrada yerleştirildiği odanın penceresinden buğulu gözlerle kendisini buraya bırakan evladının ardından el sallamıştı. Bugün itibariyle buraya geleli tam on altı ay olmuştu. Arada bir gelen telefonların haricinde kızı bir kere bile kendisini ziyarete gelmemiş ya da gelememişti. Uzun yıllar önce bıraktığı sigara, yeniden en yakın arkadaşı olmuştu. Kim bilir belki de içine çektiği her acı nefes, geçmişte yaşadıklarının üzerini örtmek için bir bahaneydi. Ama tüm bunlara rağmen yinede umudunu yitirmeyerek evladının geleceği günü beklemekteydi. Bankta oturmakta olan son kadın Nehir Hanımdı. Okumakta olduğu kitabın sayfasına işaret koyup, kapağını kapattı. Arkasına yaslanarak, derin bir nefes aldı. Yanında birbirleriyle tatlı tatlı atışmakta olan iki arkadaşını göz ucuyla süzerek, bıyık altından gülümsedi. Aralarında geçen ufak tefek didişmeler oldum olası hoşuna giderdi. Sessiz, sakin, kendi halinde bir kadındı, Nehir Hanım. Emekli bir ilkokul öğretmeniydi. Senelerce orası senin, burası benim, memleketin her köşesinde görev yapmıştı. İstanbul’ a kesin olarak tayini çıktığında, kendisi gibi öğretmen olan eşi İsmail Bey ile ellerindeki bütün parayı denkleştirip, Taksimin arka sokaklarından biri üzerinde, zemin katta, iki oda bir mutfak ve bir banyodan oluşan ufak ama şirin bir daire satın almışlardı. Bu evde uzun yıllar eşiyle birlikte mutlu ve huzurlu bir yaşam sürdükten sonra, çok büyük muhabbetle sevmiş olduğu eşi İsmail Beyi geçirdiği bir kalp krizi sonucu kaybetmişti. Dünyası kararan kadıncağız bir süre kızı Pınar’ın yanında kaldıysa da, zaten felçli kayınpederine bakmakta olan kızının evinde rahat edememiş, kendi evine geri dönmüştü. Eşinin yokluğuna yeni yeni alışmaya başladığı sıralarda, aniden başlayan bir sonbahar yağmurunun kendisini bir felakete sürükleyeceğini bilmiyordu. Bir sabah aniden başlayan yağmur, bütün gün hiç durmadan yağmış, İstanbul’ un her bir yanından sel haberleri yayınlanmaya başlamıştı. Gece yarısına doğru hızını arttıran yağmurla birlikte taşan kanalizasyon suları, hiç beklemediği bir anda Nehir Hanımın evine dolmuş, kadıncağızın tüm eşyaları sular altında kalmıştı. Sular tahliye edildikten sonra ise geriye çamur yığınıyla dolu kullanılamaz halde bir ev kalmıştı. Çaresiz kadın, bir süre yeniden kızının yanında kaldıktan sonra, buraya, yeşil yuva huzur evine gelmişti. Kızını, damadını çok seviyordu ama onlara yük olmak istemiyordu. Başlarında iki küçük çocukla beraber felçli bir insana bakmanın mesuliyeti onlara yetiyor da artıyordu bile. Yaklaşık bir senedir yaşadığı bu yerde, huzurlu ve mutluydu. İyi bakılıyorlardı, herkes güler yüzlü ve anlayışlıydı. Kimsenin kimseye bir zararı yoktu. Zaten hayattan daha başka ne istenirdi ki! bir parça huzur… Bir parça mutluluk… Yaşanmışlıklar her ne kadar birbirinden farklı olursa olsun, bu kuru bankın üzerinde yan yana oturmakta olan üç kadının hikâyesi tek bir ortak noktada birleşiyordu. Evlat Hasreti. Bir Hayat, Bir Umut, Bir Pınar, Ve, Üç kadın. Bir düşün, gerçekleşeceği günü bekliyordu. Nilgün SARIGÜL
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nilgün SARIGÜL, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |