Cumhuriyet fikir serbestliği taraftarıdır. Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre saygı duyarız. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Giriş Yıllarca Asala, Hizbullah ve PKK gibi terör örgütlerinin hedefi olan ülkemiz, hepsinden farklı yepyeni bir terörle tanışmıştı; Hiçbir ideolojik ve siyasi amacı olmayan bu terör sadece belli bir bölgeyi veya toplumun belli kesimini değil, bütün ülkeyi ve ülkede yaşayan herkesi tehdit ediyordu. Üstelik bu terörün militan sayısı diğerlerini çoktan katlamıştı bile. Ve ne yazık ki bu sayı da her geçen gün büyük bir hızla artmaktaydı. Bu yeni terörün adı hırsız ve gaspçı terörüydü. Artık hiçbir yer güvenli, hiç kimse güvende değildi. Savcıdan hâkime, polisten öğretmene, ev hanımından öğrenciye, gencinden yaşlısına, zenginden yoksula toplumun her kesimi bu terörün mağdurları arasındaydı. Gazetelerin üçüncü sayfaları, televizyonların ana haber bültenleri bu terör haberleriyle doluydu. Geceleri güvenle sokağa çıkmak, caddelerde meydanlarda rahatça dolaşmak pek mümkün değildi. Şehrin en merkezi yerinde dahi güpegündüz insanların yolu kesilip gasp edilmekteydi. Direnmek gibi bir hataya düşenler ise bazen trenden atılıyor, bazen otomobil ile yerlerde sürükleniyor bazen de öldüresiye dövülüyor ve hatta öldürülüyordu. Artık bu terör diğerlerinden daha fazla can almaya başlamıştı. Rakamlar açıkça gösteriyordu ki eğer acilen bir önlem alınmaz ise önümüzdeki birkaç yıl içinde hemen herkes bu terörden nasibini alacak, soyulmadık kimse, ev ve işyeri kalmayacaktı. Sadece bir defa ile atlatanlar gerçekten şanslı sayılacaktı. Devlet çaresiz, kanunlar yetersizdi. İnsan hakları, Avrupa Birliği kriterleri derken, suçluları koruyan, vatandaşı daha da mağdur eden kanunlar uygulamaya konulmuştu birbirinin ardı sıra. Kanunlardan ve kanun adamlarından artık sadece namuslu insanlar korkar olmuştu. Hırsızlar ve gaspçılar ise adeta meydan okuyorlardı; devlete, kanunlara ve bütün topluma. Hatta artık işi şova çevirip, dalgalarını geçmeye başlamışlardı. Öyle ki yakalanıp adliyeye getirilen bir hırsız serbest kaldıktan sonra onlarca kamera ile gözetlenen ve içinde bir polis merkezi bulunan aynı adliye içinde bir Cumhuriyet Savcısının diz üstü bilgisayarını, ya da duruşma sırasında görevli zabıt kâtibinin cep telefonunu dahi çalabiliyordu. Bunlar haricinde birde basına yansımayan öyle trajikomik olaylar vardı ki, onların basına yansımamış olması adalet ve güvenlik teşkilatının itibarı açısından gerçekten büyük bir şanstı. İşin iyiden iyiye suyu çıkmıştı artık. Fakat ne yazık ki tüm bunlara rağmen gerekli tedbirler bir türlü alınmıyor, alınamıyordu. Herkesin kendi tedbirini alması gerekiyordu. Ve ne yazık ki yapılabilecek en güvenli ve akıllıca iş bu teröre direnmeden, malımızı feda edip canımızı kurtarmaktı. Peki, neden böyle olmuştu, bu güzelim ülke nasıl bu hale gelmişti? Elbette nedenler çeşitliydi; Genel ahlakın bozulması, ekonomik sebepler, çıkartılan yanlış yasalar. Fakat tartışmasız en önemlisi; herkesin hemfikir olduğu fakat ne hikmetse bir türlü düzeltilemeyen ceza ve infaz yasalarıydı. Cezalar caydırıcı olmaktan çok ama çok uzaktı. Öyle ki daha sadece yirmi üç yaşında olduğu halde tam yüz elli adet sabıkası olan, yani tespit edilemeyenler hariç tam yüz elli adet suç işlemiş ve en az yüz elli kişinin canını yakmış bir şahıs elini kolunu sallaya sallaya toplum içinde rahatça dolaşabiliyordu. Güvenlik güçlerince yakalanıp adalete teslim edilen bir suçlu ertesi gün başka bir ev ya da işyeri soygununun başkahramanı olabiliyordu. Boşa kürek sallayan polis yorgun, polis bezgindi. Gidişat hiç iç açıcı değildi. Ülke tam bir kargaşa ortamına doğru sürüklenmekteydi. - 1 - Henüz yirmi üç yaşında, hayatının baharında, umutları, hayalleri olan, sevip sevilen güzel bir kızdı Emel. Çalıştığı reklâm ajansındaki mesaisini tamamlamış çıkmak için hazırlık yapıyordu. Her akşam olduğu gibi büyük bir tutku ve aşkla sevdiği ve bu duygularına da layıkıyla karşılık veren nişanlısı Yılmaz’ın yanına gidecekti. Yılmaz, Emel’in işyerine yaya yürüyüşüyle yaklaşık on dakikalık bir mesafede bulunan büyük bir şirkette memur olarak çalışmaktaydı. Emel bilgisayarını kapatıp masasını düzenledikten sonra lavaboya girdi. Ellerini, yüzünü yıkadı, saçlarını taradı, kıyafetlerini düzeltti. Yüzüne sinmiş yorgunluk izlerini makyaj marifetiyle yok etmeye çalıştı. En güzel haline kavuşabilmek için elindeki tüm imkânları kullandı. Fakat Emel hiçbir zaman bu çabaları yeterli bulmazdı. Çünkü sevdiğinin karşısına en güzel haliyle çıkmak isterdi hep. Bu yüzden içeride geçirdiği zaman uzadıkça uzardı. Her mesai bitiminde olduğu gibi Emel bu seferde ancak aynı amaç için kapıda sıra bekleyen bayan mesai arkadaşlarının isyan ve baskıları sonucu çıkabildi dışarı. “Üff ya bir rahat vermiyorsunuz insana.” Diye sitem etti arkadaşlarına. Fakat kimse muhatap almadı onun bu sözlerini. Çünkü kapı önünde, ödülü diğerlerinden önde lavaboya girmek olan kıyasıya bir mücadele başlamıştı. Bir anda bu çekişmenin ortasında kalan Emel kendini güçlükle kurtarabildi. Çantasından çıkardığı küçük el aynası ile ortasından geçtiği arbedenin güzelliğine zarar verip vermediğini kontrol etti. Saçlarındaki ufak tefek bozulmaları eliyle düzeltmeye çalışırken arkadaşlarına şaka ile karışık sitem dolu sözlerini sürdürdü. “Güzelliğimi kıskanıyorsunuz da ondan böyle davranıyorsunuz değil mi?” “Öyle de böyle de hepinizden daha güzelim işte.” Emel’in önceki söylediklerini dikkate almayan arkadaşları tahrik edici bu sözler üzerine bir süreliğine aralarında işbirliğine giderek hep birlikte öfkeli bakışlar eşliğinde O’nun üzerine yürümeye başladılar. Bunu gören Emel aceleyle elindeki aynayı çantasına koydu, paltosunu giyindi, koşarak onlardan uzaklaşmaya başladı; “Hepiniz çok güzelsiniz.” Dedi muzip bir çocuk edasıyla merdiven başında. “Hepinizi öpüyorum, iyi akşamlar.” Arkadaşlarının gönlünü almayı başaran Emel ince topuklu ayakkabılarına aldırmaksızın koşar adımlarla zemin katta bulunan matbaa bölümüne indi. Matbaa makineleri suskundu. Bu Hasan Dayı’nın işinin bittiği anlamına geliyordu. Emel bu duruma sevinmişti. Çünkü genelde Hasan Dayı’nın işi uzar, başka alternatifi olmayan karanlık ve tehlikeli yolda kendisine eşlik edecek kimse bulunmadığından Emel de işyerinden çıkmak için onu beklemek zorunda kalırdı. Emel matbaa makinelerin bulunduğu bölümün kapısını açtığında beklediği manzarayı bulamadı. Çünkü Hasan Dayı matbaada kullanılan bütün kimyevi maddelerden örnekler taşıyan kirli tulumunun içindeydi hala. “Hayrola Hasan Dayı bir sorun mu var yoksa?” diye sordu Emel. Hasan Dayı’nın kendisini sevindirecek bir cevap vermesini umut ediyordu. “Makine arıza yaptı Emel kızım, onu halletmeye çalışıyoruz. Ama merak etme sen, şimdi hallederiz. Arızayı giderdikten sonra beş dakikalık bir baskı işimiz var sen otur bekle biraz.” Bu çoğu zaman yaşanan bir durum olmasına rağmen Emel’in canı sıkılmıştı. Çünkü bu gün her zamankinden daha yorucu ve stresli bir gün geçirmişti. Bu yüzden bir an önce işyeri ortamından uzaklaşıp, kendini en mutlu, en huzurlu hissettiği yere; sevdiğinin yanına gitmek için sabırsızlanıyordu. Aradan saatlere göre on beş dakika, Emel’e göre ise sanki daha uzun bir zaman geçmişti. Fakat Hasan Dayı’nın işi hala bitmemişti ve kısa sürede biteceğine dair bir belirti de yoktu. Emel ise bir an önce Yılmaz’ın yanına gitmek istiyordu. Geçen her dakika birlikte geçirecekleri zamandan çalıyordu çünkü. Emel çıkış kapısına doğru gitti. Camdan dışarı baktı. Etraf karanlıktı. Sokak lambaları yetersizdi. Zaten birçoğu da hiç yanmıyordu. Birkaç kez onarım yapılması için ilgili kurumu bizzat kendi aramıştı fakat bir sonuç çıkmamıştı. Emel, Hasan Dayı yanında olduğu zamanlarda dahi içindeki korkuları bastırmakta zorluk yaşıyordu o sokakta. Buna rağmen; “Bu seferlik pekâlâ kendim de gidebilirim, ne olacak ki?” diye geçirdi içinden fakat cesareti çabuk kırıldı. Zaten Yılmaz da her gün aynı şeyi tembihliyor; “Ne olursa olsun tek başına geleyim deme. Gerekirse taksiye bin öyle gel.” Diyordu. Birkaç kez bu yöntemi denemişti Emel fakat tam iş çıkış saatleri olduğu için taksi bulmak pek mümkün olmuyordu. Şanslı olup bulsa bile taksiciler bu kadar kısa mesafe gitmeyi nedense kendilerine büyük bir hakaret olarak algılayıp bir ton laf ediyorlardı. Emel dakika başı saatine bakıyor, birkaç dakikada bir de Hasan Dayı’ya işinin bitip bitmediğini soruyordu. Hasan Dayı her defasında; “Az kaldı kızım birazdan bitecek” cevabını veriyordu fakat işi bir türlü bitmiyordu. Emel Hasan Dayı’nın işinin tahmininden uzun süreceğini anlamıştı. Ayağa kalktı. Bir kez daha dışarıya baktı; “Pekâlâ, tek başıma da gidebilirim” diye mırıldandı kendi kendine. Cesaretini toplamıştı, gitmeye karar verdi. Hasan Dayıya bir kez daha seslenerek; “Senin işin uzun sürecek galiba Hasan Dayı, en iyisi ben gideyim” dedi. Hasan Dayı işini bırakıp Emel’in yanına geldi; “Aman kızım, etrafta it uğursuz dolu. Başına bir iş gelir sonra. Bekle biraz daha” Diyerek Emel’i ikna etmeye çalıştı. Emel ısrarını sürdürdü; “Ben bir koşu giderim Hasan Dayı. Şunun şurası ne kadarlık yol ki.” “Aman kızım sen beni dinle n’olur.” Emel Hasan dayıyı kıramamıştı; “Peki, senin dediğin gibi olsun” Hasan Dayı tekrar işinin başına döndü. Aslında Emel’in bir an önce Yılmaz’ın yanına gitmesi pek bir şeyi değiştirmiyordu. Yılmaz’ın işi geç bitiyordu ve uzunca bir zaman Emel onu beklemek zorunda kalıyordu. Fakat Yılmaz şirkette kendisi ile ilgilenemese de, onun yanında olmak, onu çalışırken izlemek bile Emel’i mutlu ediyordu. Emel bir kez daha saatine baktı. Mesai biteli yarım saati geçmişti. Hasan Dayı’nın işi ise hala bitmemişti ve yüzündeki sıkıntılı ifadeye bakılırsa daha uzun bir süre bitecek gibi görünmüyordu. Daha fazla beklemeye tahammülü kalmamıştı yeniden Hasan Dayıya seslendi; “Senin işin bitmeyecek galiba.” Dedi. “En iyisi ben gideyim.” Hasan Dayı tekrar Emel’in yanına geldi. Bu defa o da umutlu değildi; “Valla kızım iş uzayacak galiba, bir türlü arızayı halledemedim. En iyisi benim çırak götürsün seni” dedi. “Hiç gerek yok Hasan Dayı, siz işinize bakın. Ben bir koşu giderim.” Diyerek bu teklifi reddetti. İşe yeni başlamış olan, on sekiz, on dokuz yaşlarındaki çırak pek tekin birine benzemiyordu. Rahatsız edici bakışları Emel ve diğer çalışan kızların üzerindeydi her fırsatta. Bu yüzden onunla gitmek daha tehlikeli olabilirdi. Hasan Dayı da bu durumun farkında olduğundan ısrarcı olmadı. “Yılmaz’ı arasak da bir koşu gelip alsa seni.” Diyerek başka bir öneride bulundu. “Bu imkânsız” dedi Emel. “İşleri çok yoğun bu aralar. Üstelik yeni müdürleri de göz açtırmıyor kimseye.” “Ben bırakıp döneyim diyorum ama patron çok sinirli, iyice küplere biner şimdi.” “Hiç gerek yok Hasan Dayı. Hem sen olayı fazla büyütüyorsun, bu defalık giderim ben bir koşu, merak etme sen. Hadi kolay gelsin, yarın görüşürüz.” Hasan Dayının tüm ısrarlarına rağmen Emel çantasını ve cesaretini yanına alıp kapıdan çıktı. Hasan Dayı gözden kaybolana kadar endişe ile arkasından baktı, daha sonra işinin başına döndü. - 2 – Emel ile Yılmaz üniversite yurduna kayıt sırasında tanışmışlardı. Büyük şehre gelmeden önce her ikisi de bir karar almışlardı birbirlerinden habersiz; okulu bitirip meslek sahibi olmadan gönül işlerinden uzak duracaklardı. Fakat buna rağmen daha ilk görüşte yüreklerindeki kıpırtılara engel olamamışlardı. Her ne kadar direnmeye çalışsalar da yüreklerine söz geçirememişler, kısa süre içinde aşkın derin sularında bulmuşlardı kendilerini. Her ikisi de Anadolu’nun farklı kentlerinden fakat benzer kültürlerden aynı amaç için gelmişlerdi İzmir’e; Okuyup adam olmaya. Kısıtlı imkânlarına ve büyük şehrin getirdiği tüm zorluklara rağmen el ele, sırt sırta vererek amaçlarına ulaşmışlardı. Yılmaz işletme, Emel ise Güzel Sanatlarda Grafik eğitimi almıştı. Mezuniyetlerinden sonra memleketlerine dönmemişler, kariyer hedeflerini daha kolay gerçekleştirebilmek amacıyla ve bundan da önemlisi birbirlerinden ayrılmamak için burada kalmayı tercih etmişlerdi. Her hafta sevgili değiştiren okul ve yurt arkadaşlarına inat, Yılmaz’ın altı aylık kısa dönem askerliğinde yaşadıkları zorunlu hasretin dışında hiç ayrılmamışlardı. Çevresindekilerin gıpta ile baktığı, örnek gösterilen, takdir edilen, bir beraberlikleri vardı. Daha tanıştıkları senenin yazında, ailelerinin, eğitimlerini aksatmamak, koşuluyla verdikleri onay sonrasında nişan yüzüklerini takmışlardı. Yaklaşık beş yıl süren nişanlılık devresinin ardından birkaç ay sonra mütevazı bir düğünle evlenmeyi planlıyorlardı. Henüz kariyer hedeflerine tam olarak ulaşamamışlardı, üstelik ekonomik durumları da istenilen düzeyde değildi fakat onların evlenmek için bu tür ön koşulları yoktu. Çünkü onlar hala “İki gönül bir olunca samanlık seyran olur” atasözüne inançlarını koruyan azınlık grubun içinde yer alıyorlardı. Emel okul döneminden iki kız arkadaşıyla birlikte aynı daireyi paylaşıyordu. Yılmaz ise yalnızca bir oda, mutfak, banyo ve tuvaletten oluşan otuz beş metrekarelik bekâr evinde tek başına yaşıyordu. Buna rağmen Emel Yılmaz’ın evine rahatça giremiyordu. Çünkü ev sahibi, iki karşı cins baş başa kaldıklarında yalnızca seks yaparlarmış gibi düşünenlerden biriydi. Bu yüzden Emel eve gizlice girmek zorunda kalıyordu. Fakat bundan da fazla şikâyetçi değillerdi. Çünkü bu durum aşklarına heyecan katıyor, engelleri aşarak geçirilen bir gecenin tadı da bir başka oluyordu. Fakat ev sahibinin düşüncesinin aksine, bazı özel şeyleri düğünden sonraya bırakma iradesini de gösterebiliyorlardı. - 3 - Hasan Dayı kendini bir türlü yaptığı işe veremiyordu. Aklı Emel’de kalmıştı. Onun tek başına gitmesine izin verdiği için kendini suçlu hissediyordu. “Ne olursa olsun onu tek başına göndermemeliydim.” Diye geçiriyordu içinden sürekli. Önce Emel’in arkasından koşarak gitmeyi düşündü. Fakat sonra bunu göze alamadı. Zaten makinelerdeki arızadan dolayı patron çok sinirliydi. Bunun üstüne bir de işinin başından ayrılırsa o sinirli haliyle belki işten bile çıkarabilirdi. Hasan Dayının bu işe çok ihtiyacı vardı. Zira biri üniversitede olmak üzere üç tane okuyan çocuğu vardı. Onun bir gün dahi işsiz kalması aile ekonomisini büyük bir sıkıntıya sokabilirdi. “Canım Emel koskoca bir kız neticede. Zorla engel olacak değildim ya.” Diye geçirdi içinden. Üzerine sinen suçluluk duygusunu bu düşünce ile bertaraf etmek istedi. Fakat pek fazla başarılı olamadı. “Canım hemen ilk seferde başına bir şey gelecek değil ya.” Bu düşünceye de vicdanından onay alamadı. Sanki emanete ihanet etmiş gibi hissediyordu. İçindeki korku da iyiden iyiye belirgin bir hal almıştı. Böyle olmayacaktı. Mutlaka bir şeyler yapmalıydı. Kapıya çıktı. Emel’in gittiği karanlık sokağa baktı, kulak kabarttı. Hiç ses yoktu. Bu durumu iyiye mi yoksa kötüye mi yorumlaması gerektiğine karar veremedi. İçeri girdi. Durumu fazla abarttığını düşünerek işinin başına döndü. Fakat aklındaki olumsuz düşüncelerden kurtulamadı. O anda Emel’i telefonla aramak geldi aklına. Hemen telefona sarıldı. Telefonu uzun uzun çaldırmasına rağmen yanıt alamadı. Her geçen saniye endişelerinde haklı olma ihtimalini arttırıyordu. Bu defa da telaşla Yılmaz’ın telefonunu çevirdi. Bu defa cevap hemen gelmişti; “Efendim Hasan Dayı, hayırdır?” diye cevapladı Yılmaz telefonu. Hasan Dayı telaşını karşı tarafa hissettirmeyecek bir ses tonuyla ve cevabın olumlu olmasını temenni ederek sordu; “Yılmaz oğlum, Emel geldi mi yanına?” “Hayır” diye cevapladı Yılmaz Hasan Dayının temennisini boşa çıkartarak. “Siz beraber gelmediniz mi?” Hasan Dayı bir türlü üzerinden atamadığı suçluluk duygusu içinde durumu anlatmaya çalıştı; “Yılmaz, oğlum, benim işim biraz uzadı. Emel’de beklemeden tek başına çıktı, yürüyerek sana geliyor. Kendisine gitmemesi için çok ısrar ettim fakat beni dinlemedi. Eğer müsaitsen onu karşılayıver diyecektim.” “Çok oldu mu çıkalı?” “Bir on dakika oldu sanırım.” “O halde gelmek üzeredir. Ben yine de çıkıp bir bakayım. Aradığın için sağ ol” Hasan Dayı Yılmaz’ı da telaşlandırmamak için Emel’e telefonla ulaşamadığını söylememişti. Fakat bu konuda doğruyu yaptığından da pek emin değildi. Yine de Hasan Dayı telefonu kapattığında biraz rahatlamıştı. Çünkü o kendi payına düşeni yapmıştı. Artık bütün sorumluluk Yılmaz’ın üzerindeydi. Fakat vicdanının cılız sesi onu az da olsa rahatsız etmeye devam ediyordu. - 4 – Yılmaz Hasan Dayı ile konuşmasına son verdikten sonra sükûnetini korumaya çalışarak Emel’in telefonunu aradı. Telefon uzun uzun çaldı fakat bir türlü açılmadı. Her bir arama sinyali Yılmaz’ın sükûnetine ağır darbeler indiriyordu. “Belki de telefonunu işyerinde unutmuştur. Hemen kötüye yormamak lazım” diye düşünerek kendini telkin etmeye çalıştı. Fakat hemen peşinden; “Öyle olsaydı işyerinden birileri telefona cevap verirdi.” Mantığını yürütünce, korku, endişe ve panik üçlüsü ele geçirmişti bütün bedenini. Telefonun çekmecede kilitli kalma ihtimalini düşündüğünde az da olsa bir rahatlama hissetmişti. Fakat bu ihtimale güvenemezdi. Hemen yerinden kalkarak işyeri adabına uymaksızın amirinin odasına girdi; “Efendim benim çok acil çıkmam gerekiyor, izninizi istiyorum.” Dedi soluk soluğa. Amiri kafasını masasından kaldırıp o her zamanki memnuniyetsiz yüz ifadesiyle Yılmaz’a baktı; “Peki git.” Dedi. “Fakat böyle emrivakilerden hoşlanmadığımı bir kez daha hatırlatmak isterim.” Amiri sözünü bitirmeden Yılmaz odadan ayrılmıştı bile. Diğer çalışanların şaşkın bakışları arasında koşarak şirketten ayrıldı. Dört kat merdiveni saniyeler içinde indi. Binanın ana kapısından çıktıktan sonra yoğun trafik akışı olan caddeye araçlara dikkat etmeksizin koşarak daldı. Acı fren ve kendisini protesto eden korna sesleri arasında şansının da kollamasıyla karşı tarafa geçmeyi başarmıştı. Emel’in işyerine giden karanlık ve tenha sokağa girdi. Gücünün sınırlarını zorlayarak hiç duraksamadan olabildiğince hızlı koşmaya başladı. Bir yandan da elindeki telefonuyla Emel’i aramaya çalışıyordu. Fakat yine cevap alamıyordu. Tam o sırada telefonu elinden düşürdü. Aniden durdu, geriye döndü, yerden telefonu aldı, kulağına götürdü. Telefon hala çalıyordu ve karşı taraf hala bu aramaya cevap vermiyordu ya da veremiyordu. Artık Emel’in başının dertte olduğundan emindi. Tekrar bütün gücüyle koşmaya başladı. Bir ara ayağına takılan sert bir cisimle sendeledi. Bir sağa bir sola yalpalayarak ilerliyordu. Düşmemek için tüm gayretini gösteriyordu. Sanki düştüğü anda bir daha ayağa kalkmaya gücünün yetmeyeceğini hissediyordu. Sonunda dengesini yeniden sağlayıp ayakta kalmayı başarmıştı. Sonra tekrar tüm gücüyle koşmaya devam etti. - 5 - Emel işyerinden ayrıldıktan kısa bir süre sonra verdiği kararın doğruluğunu sorgulamaya başlamıştı. Hata ettiğini anladığında ise hemen hemen yolu yarılamıştı. Geçen her saniye kalp atışları gibi adımları da hızlanmaktaydı. İçindeki korku büyümüş, bütün vücudunu titretecek bir güce ulaşmıştı. Çevreden gelen en masum sesleri bile büyük bir tehlikenin işareti olarak algılıyordu. Her gördüğünde sevip okşadığı yavru bir kedinin cılız sesi bile, Hollywood filmlerinde yaratılan korkunç yaratıkların ürpertici haykırışları gibi geliyordu. Beresini sağdan ve soldan çekiştirerek kulaklarını bütün seslere kapatmak istedi. Bundan beklediği sonucu alamayınca bu kez çantasındaki mp3 çalarının kulaklığını taktı aceleyle. Yüksek bir ses seviyesi ayarlayarak hafızada kayıtlı şarkıları dinlemeye başladı. Düşmeyeceğine emin olsa gözlerini bile kapatacaktı; korkunun zihninde yarattığı ve köşe başlarına yerleştirdiği gölgeleri görmemek için. Başını öne eğerek ağır tempoda koşuya dönüşen yürüyüşünü sürdürdü. Mümkün olduğu kadar az hareket etmeye çalışıyordu. Sağına soluna ya da arkasına bakmıyor, bakamıyordu. Bütün vücudunda yaşam belirtisi gösteren sadece iki uzvu vardı; ayakları ve kalbi. Diğerleri pusuda düşmanı bekleyen askerler gibi hareketsiz fakat tetikteydiler. Emel’in çantasında sessiz konumda bulunan cep telefonu Hasan Dayının cep telefonundan gelen sinyallerle titremeye başladı fakat bunu sahibine hissettiremedi. Çünkü onun titremeleri sahibinin vücudundaki titremeler karşısında eriyip gidiyordu. Hasan Dayının ısrarına karşın sonuç değişmedi. Kısa bir süre sonra bu kez Yılmaz’ın denemeleriyle yeniden çırpınan telefon verilen görevde yine başarısız oldu. En sonunda da tüm enerjisini tüketerek iletişim ağından geçici olarak devre dışı kaldı. Emel dünya ile bağını en az seviyeye indirmiş olmasına rağmen bu kez hayal ürünü olmayan peşindeki gerçek tehlikeyi hissedebilmişti. Fakat ne kulaklığını çıkardı, ne de arkasına bakabildi. Sanki gerçekle yüzleştiği anda her şey bitecekti. Yalnızca kalbi ve ayakları tempolarını arttırarak bir tepki vermişti bu duruma. Diğer uzuvları ise savunma pozisyonunda en üst düzeyde alarma geçmişlerdi. Beklenen saldırının bir türlü gerçekleşmemesi gerilimin daha da artmasına neden oluyordu. Bazen de hissettiği bu tehlikenin de diğerleri gibi hayal mahsulü olabileceğini düşünerek rahatlamaya çalışıyordu. Fakat pek başarılı olduğu söylenemezdi. Emel; elleriyle sıkı koruma altına aldığı, boynunda asılı çantasına uzanan yabancı eli fark ettiğinde gerçek bir tehlike ile baş başa kaldığını kesin olarak anlamıştı. Kurtuluş planlarının en önde gelen yöntemlerinden olan kaçmayı denese de, çantasına yapışan elin gücü ile çantanın kordonunun inadı buna engel olmuştu. Emel bir süre aynı yöntemde ısrarcı davransa da sonucu kendi lehine çevirmeyi başaramadı. Bunun üzerine yöntem değişikliğine giderek, en iyi savunma saldırıdır prensibini uygulamaya koyuldu. Sabıka kayıtları yüzünden okunan, uzun boylu, zayıf yapılı, kirli sakallı düşmanı ile de ilk kez o anda yüz yüze gelmişti. (DEVAM EDECEK) NOT: Değerli okuyucu; Öncelikle bu eserime ilgi gösterip okuduğunuz için teşekkür ederim. Lütfen yorumlarınızı benden esirgemeyiniz. Unutmayınız ki sizin yorumlarınız benim için çok değerli ve bu yorumlarınız sizlere daha güzel eserler vermemde büyük katkı sağlayacaktır. Her türlü eleştiri, görüş ve yorumlarınızı nedimargan@gmail.com E posta adresine gönderebilirsiniz. Şimdiden teşekkürler…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © NEDİM ARGAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |