..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Mermere sıkışmış bir melek gördüm ve onu özgürlüğüne kavuştuncaya dek mermeri oydum -Mikelanjelo
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Anı > Ayhan Sönmez




26 Ocak 2010
Çıtı Çıkmayan Şehir  
Ayhan Sönmez
aslolanın hikâyenin içinden geçmek değil, hikâyenin kendisi olmak olduğunu bilmenin de mutlu olmakla ilgisini unutmamak gerek… hikâyelerimizin herhangi bir yerine öylesine kondurabildiğimiz çocuk gülüşlerindeki masumiyetlerin ya da çıkarsız paylaşımlardaki samimiyetin sayısının çokluğu, hayatlarımızın güzel geçtiğinin işareti sayılmalı… insanın geçmişine yaptığı yolculukların durak yerleri kuşkusuz 'iz' bırakan anılarla ilgili… kıytırık, öylesine yaşanmış günlerin de kişiliğin oluşmasında dolaylı olarak etkileri bulunabilir; ama geçmişe yapılan yolculuklardaki asıl etkinin, durak yeri olabilecek yaşanmışlıklara bağlı olduğunu düşünüyorum…


:AGJF:

yarım yamalak cümlelerin kendilerini tamamlayıp yerli yerinde kullanıldığı dört başı mamur bir 'yazı' değil hayat… eksile eksile geçiyor zaman… geçen her günün, ömürden yiyen bir hazır yiyici olduğunun ayrımında olmak, günlerin geçmesini engellemiyor… günler bir biri ardına geçip gidiyor… ömrün nasıl dolduğu, günlerin umuru değil ya da nasıl eksildiği… 'zamana kilit vurulmuyor' sevgili s'e… yine de, ne kadar sonsuz görünse de her denizin bittiği bir kıyı mutlaka vardır ve her kıyıda hikâyesi hazır martılar bulunur… tıpkı yaşam gibi… hikâyesinin içinden geçmeyen hiçbir canlı yok ne de olsa; ama bir hikâyenin içinden geçtiğinin kimi farkında, kimi değil… derdi bir hikâyenin içinden şöyle ya da böyle geçip hikâye kahramanı olmaksa, bu amacına ulaşmada martılardan medet umabilir insan… martılar, daha önce de söylediğim gibi, bilge kuşlar ve kıyılarını terk ettikleri görülmemiş martıların…

aslolanın hikâyenin içinden geçmek değil, hikâyenin kendisi olmak olduğunu bilmenin de mutlu olmakla ilgisini unutmamak gerek… hikâyelerimizin herhangi bir yerine öylesine kondurabildiğimiz çocuk gülüşlerindeki masumiyetlerin ya da çıkarsız paylaşımlardaki samimiyetin sayısının çokluğu, hayatlarımızın güzel geçtiğinin işareti sayılmalı… insanın geçmişine yaptığı yolculukların durak yerleri kuşkusuz 'iz' bırakan anılarla ilgili… kıytırık, öylesine yaşanmış günlerin de kişiliğin oluşmasında dolaylı olarak etkileri bulunabilir; ama geçmişe yapılan yolculuklardaki asıl etkinin, durak yeri olabilecek yaşanmışlıklara bağlı olduğunu düşünüyorum…

'ıslak bir eylül sabahına uyanan şehirde aşka dair cümlelerin sefil bir yalnızlığa mahkum olmalarındaki sebebin, aşkın kendisiyle bir ilintisinin bulunmadığını bilmek, cümlelerin sefalet kokmamalarına yetmiyor… suni döllenmedeki yapaylık, her şeye sirayet etmekte gecikmemek gerektiğine ilişkin bir görev bilinciyle, her şeye sirayet ediyor çünkü… zapt edilmiş sokaklarda zapt edilmiş duyguların kaldırım taşlarına çarpmaktan başka yapabilecekleri herhangi bir şey kalmadığından, bütün duygular, kaldırım taşlarının biçimsiz sertliğinde darmadağın oluyor… tek bir duygu, çok boyutlu bir kuşatmayla ipince bir sızı gibi yayılıyor sokaklara… korkunun teslim aldığı sokaklar tekin değil hiç… çelik miğferli askerlerin köylü bakışlarında, emre itaatin sorumsuz rahatlığı, zalimin ekmeğine yağ sürüyor… çelikçomak oyunlarına karışan helikopter sesleri, tank paletleri ve makineli tüfek takırtıları, oyunun oyun olmaktaki masumiyetinin üstüne zulmün somut ağırlığını, hiçbir gerekçeye gerek duymadan koyuveriyor… o güne kadar 'en kahraman' olan resmi ve sivil polislerin süngüleri bir anlığına düşüyor (polis devletinde askerin darbe yapmasının böyle bir sonuç doğurmasını olağan karşılamak gerekiyor) : zulüm, bir anlığına kimlik değiştirip haki bir görünüm kazanıyor; ama ilk şaşkınlığın geçmesinin ardından polis-asker rengi, yapay bir şekilde birleşip devlet aygıtının militarist korosundaki yerlerini alıyor…korku kuşatıyor şehri… sararmaya yüz tutmuş güz yaprakları, özsuları çekilmese de özsularının çekildiğini düşündüklerinden, vaktinden önce dökülmekte hiçbir sakınca görmüyor… çıplak bir hüzün çıplaklığını gizlemeden çıkıyor sokaklara…'

korkunun kuşattığı şehirde sana, sabahın çıt çıkmayan sessizliğinde sarı güz yapraklarının da çıtını çıkarmadığını söylesem, abarttığımı filan düşünebilirsin sevgili s'e… ama öyleydi… çıtı çıkmıyordu şehrin… kuşları susturulmuş bir sabahta aşkın çıtının çıkmamasını da normal karşılamak gibi bir zorunluluk olduğunu görmek gerekiyordu… cumhuriyet meydanı'nda yüz yılların tanığı olan koca çınar ağacı yapraklarını durduk yerde dökmedi… bütün kuşlar, sabahı saran seslerini de alıp kendi kuytularına iş olsun diye çekilmedi… süleyman paşa sarayı'nın yıkıntılarına yazılmış 'tek yol devrim' sloganı yüreklerdeki korkuyu daha da artırmaktan başka bir işleve sahip olamamanın ezikliğini yaşadı bir süre ve belediye işçilerinin beyaz kireçle üstünü örtmesini beklemeye koyuldu… devrim, bir başka bahara erteledi kendisini asker postallarının şakasının olmadığını görünce… belediye işçileri sadece süleyman paşa sarayı'nın yüz yıllık duvarındaki tedirgin edici sloganın üstünü beyaz badanayla örtmekle yetinmeyip ara sokaklardaki yoksul evlerin beyaz badanalı duvarlarındaki sloganları da tek tek beyaz kireçle örttüler… kendi yazdıkları sloganları da başkaları yazmış gibi örtmekte bir sakınca görmediler elbet…

şehrin zapt edilmesi anlaşılabilir bir şey gibi görünebilirdi belki; ama seslerin, yazıların, düşlerin, düşüncelerin zapt edilmesine şaşırmamak için kör olmaktan çok daha öte bir körlük, sağır olmaktan çok daha öte bir sağırlık gerekiyordu… çıtı çıkmayan küçücük şehirde çıtımı çıkarmadan izliyordum olan biteni… olup bitmeyenlerden hiç haberim olmadı… birkaç ay önce (on altı yaşına yeni girdiğimi düşün sevgili s'e) beni öldürmek istediğini söyleyen ve bunu, fırsatını bulsa, hiç tereddüt etmeden gerçekleştirebileceğine inandığım bıyıkları yeni terlemiş militan çocuğun, sokakta beni görünce sırıtarak bana selam vermesindeki kişiliksizliği tahmin edebilirsin… bakışsız bir sırıtıştı bu… kimliği olmayan bir bedenin sırıtışıydı… bunun anlaşılabilir bir yanı var mıydı, hâlâ anlayabilmiş değilim…

darbe'den sonra herkesin tehlikeli bir şahıs olarak görüldüğü sokaklarda kimse kimseye selam vermez olmuştu… korkudan mıydı; yoksa insanlarda gerçekten 'kişilik' olmadığı için miydi bilmiyorum; ama aynı düşünceler için mücadele eden insanların da birbirlerini göz göre göre tanımazlıktan gelmelerini anlayamıyordum bir türlü… çocukluğumun sokaklarında hayatın hemen hemen her anını paylaşan insanlarda da durum aynıydı… şehirde birbirinden korkan insan kalabalığından başka bir şey kalmamıştı sanki… kuşku ve korku sarmaş dolaştı gözün görebildiği her yerde…'köy köpeksizken değneksiz gezilebiliyormuş'un sağlamasını yapıyordu darbeci genareller…

'örgüt' sözcüğünün 'örmek' eyleminden türediğini bilmiyordum o günlerde… kökenbilimle ilgili bilgilerim yok'un yanında bile solda sıfırdı… ama yine de örgüt’le “örgü” sözcüğü arasında anlamsal ilgi kurabilecek kadar bir dil bilincinin kendi doğallığı içinde gelişmiş olduğunu söyleyebilirim… romantik bir 'don kişot'tan başka bir şey olmadığımın da ayrımına varacak kültürel birikimden yoksundum… yine de 'örgütlü' bir yenilginin kaç cana mal olabileceğini, kaç hayatı karartabileceğini görmek için el örgüsü bir kazağın çözülüşündeki kolaylığı görmek gerektiğinin farkındaydım… örgüt, kalabalık bir şeydi, ben yapayalnızdım… kazakta ele geçen bir ucu çektiğinde kazak nasıl kolay çözülüyorsa, örgütler de öyle kolayca çözülüveriyordu… örgütlü suçlarla suçlanmamış olmanın ezikliğinden ezim ezim ezilsem de söylenen her isimin bir başka isimle çoğalıyor olduğunu ve insanların kasadan domates seçer gibi ele geçirildiğini ve de çok güçlü olduklarını düşünen örgütlerin, başta konsey üyeleri yakalanarak ya da ölü ele geçirilerek birer birer çökertildiğini görüyordum… (burada bir parantez açıp bu saptamanın içine dahil olmayan ve inandıkları düşünceyi hiçbir biçimde terk etmeden onurla direnen istisna insanları o günlerin istisnaları olarak anmak ve onlara şimdi bile içten bir saygı duyduğumu belirtmek isterim) … köyün sahibi, kalın tabanlı asker postalları ve işkence haneleriyle köyün ve güç'ün kendisinden başka sahibinin olamayacağını cümle aleme öğretiyordu… güç, konuşmak için sırasını beklemek gibi bir gereksizliğin genel işleyişe ters olabileceği gerçeğinden hareketle, kendisine karşı çıkıyor görünenlerin (aslında neye karşı çıktığını bilmeyen; fakat köylü bir romantizmle birbirine ajite çekip şahıssal ve de kitlesel doyuma ulaşan ve de güçsüzlüklerinin farkında olmayan gerçekten inanmış devrimcilerdi bunlar, benim de içinde olmak isteyip de olamadığım) tepesine balyoz gibi yumruğunu indirmekte hiçbir sakınca görmeden indiriyordu balyoz gibi yumruğunu… benim, insana dair romantik düşlerin içinden geçmemle uzaktan yakından ilgisi yoktu yaşanan gerçekliğin… bir şeyin farkına çok iyi varıyordum: bu ülkede ve dünyanın başka yerlerinde 'güç'e ve dolayısıyla silaha sahip olanların sözü, hiçbir tereddüte yer bırakmayacak şekilde geçiyordu… düşünürler, psikiyatristler, sosyal bilim uzmanları, ekonomistler, halkla iletişimciler vs. güç'ün emrinde güç'ün istediği biçimde yönlendiriyordu insanları… tek kanallı devlet televizyonu, radyo ve yazılı basın da halkla ilişkiler'e dair ne kadar yöntem varsa o kadar yöntem kullanıyor ve haklı olduklarını düşünen insanları haksız olduklarına şöyle ya da böyle inandırıyordu… 'güç' her alanda hissettiriyordu kendisini… gülünesi aşklarla yaralanmış kırık kalpler için arabesk şarkılar söylemekten başka çare kalmıyordu rakı sofralarında... 'örgütlü' yenilginin faturasının kabarık olmasını başka türlü izah etmenin de mümkünatı yoktu… ölen ölmüş, kalan sağlar kendi iç dünyalarındaki kapkaranlıktan daha karanlık köşelerinde ölümden beter bir pısırıklıkla kalakalmıştı…

sıkıyönetime, gece sokağa çıkma yasaklarına anında alıştı herkes ve hayat yeni bir biçimle devam etmeyi sürdürdü… gecenin karanlığına erken gömülen şehirde sevişmelerin ve gebeliklerin sayısı hızla arttı… yasal ve zorunlu sevişmelerin zorunlu sonucu olarak bir yıl sonra doğan erkek çocuklarının çoğuna 'kenan' ya da 'evren' adının verilmesi, sıkıyönetimin sevişme imkanını artırmasının halk tarafından memnuniyetle karşılandığının ifadesiydi bir yerde… ahlak ve hamaset nutuklarının gırla gittiği şehirde, bin beş yüz kişilik sinemada oynatılan türk usulü seks filmlerinin müşteri patlaması yaşaması, çoğuna bir çelişki gibi gelse de bunda herhangi bir çelişki olmadığı, abaza erkeklerin loş salonda otuz bir çekmekten büyük keyif aldıkları gözü olan herkesin gördüğü bir gerçekti… ben de genel anlayışa ayak uydurmuş, arada bir de olsa gündüz vakti sinemanın loş karanlığında otuz bir çekmekten kendimi alamamıştım…

eski iskele'deki martılar şehirdeki bu kuşatılmışlığın ve korkunun en iyi gözlemcileri olmalarına karşın, ne seslerini yitirdiler ne de korkunun tek zerresini hissettiler… onlar, martı olmanın ayrıcalığıyla, ya da nasıl anlatılır, sadece martı oldukları için, yine eski iskele'nin şimdi bembeyaz olan (o dönemde pazar ekonomisinin her şeyi satmaya yönelik allayıp pullama anlayışından bihaber olunduğundan turizme yönelik herhangi bir alt ve üstyapı çalışmasının olmadığını da yeri gelmişken belirteyim- şimdi her şey satılmaya hazır hale getiriliyor ve ne yazık ki satılıyor…) ıslak kara beton sütunlarına kondular… dinledikleri öykülere gördüklerini de ekleyip beklediler öykülerini dinleyecek birilerinin yosun tutmuş ıslak kayalara gelip oturmasını… belki de en çok bekledikleri 'esmer bakışlarından esmer hüzünler akan esmer kız'dı, kim bilir…

ben, şehrin duvarlarının bile kendi gölgelerinden korktuğu o günlerde belki esmer bakışlı kızın esmer bakışlarıyla karşılaşırım umudunu bilincimin farkında olmadığım bir yerinde büyüttüğümü bilmeden ıslak eylül rüzgârlarının önünde savrulmayı sürdürüyor ve büyümenin kasıklarımda açtığı infialin üstesinden gelmeye çalışıyordum... otuz bir çekme'yi ahlaksızlık olarak düşünsem de başka türlü bir rahatlama olanağının nasıl bir şey olduğunu bilmediğim için mecburen kasıklarımın sesini dinliyor ve her rahatlamadan sonra yüzüm kızararak ve de kendime lanetler okuyarak bu ahlaksız eylemi bir daha yapmayacağıma dair kendime sözler veriyordum... kişinin kendisine verdiği sözün herhangi bir bağlayıcılığı olmadığını anlamam hiç de uzun sürmüyordu doğal olarak... söz vermek, başkalarının bilgisi dahilinde bir değer kazanıyor ve kişiyi kısıtlama gücüne kavuşuyordu... başkalarının biçimlendirdiği hayatları yaşamamızın başka türlü bir açıklamasının “söz vermek” dışında bir açıklamasını bulamamış olmam da bunu ayan beyan açıklıyor işte...

esmer bakışlı kız esmer hüzünlerini bakışlarında saklama gereği duymadan yüreğindeki kuşların kanat çırpışlarını sadece kendisi duyarak gelip oturdu, ıslak kayaların ıssızlığı en çok çoğaltmış olanına... ıssızlık çünkü, çoğalmanın olmazsa olmazı olmayı her zaman becermiş yegane rahmiydi insanın.... her insan kendi ıssızlığının kuytularına saklar en mahrem düşlerini de öyle tutunur hayata... verili yolculukların götüreceği son menzil ne denli belirgin olursa olsun hayata tutunmak önemlidir... ola ki yolun bittiği düşünülen bir noktasında ve bunun insanın gözünün içine sokula sokula ezberletildiği düşünülürse hayata tutunmak gibi salakça bir işle uğraşmak için kişinin kendisini kendi rahminden yeniden doğurmasının doğal seleksiyona ters düşeceğinin de herhangi bir bilimsel bilgiye gerek olmadan algılanması gerekiyordu… yine de esmer kız, tıpkı benim yaptığım gibi hayatın ne olduğunu anlamadan ona tutunmak gerektiği gerçeğinin doğallığıyla ıslak kayaların kayganlığına aldırmadan martı hikâyeleri’nde hayata tutunabileceğini anlamıştı... yaşamak ancak hikayede kahraman olmakla mümkün kılıyordu kendini…

çıtı çıkmayan şehirde esmer bakışlarından kuşlar geçen kızı görmemin ya da duymamın olanak dışılığına aldırmayabilirdim nefesinin sesini, teninin kokusunu duymasam... yokluğunda bile vardı esmer kız... hüzünlü bir ışığın karakalem aydınlığı toplanmıştı bakışlarından geçen rüzgârlarda... sırtını şehrin çıtı çıkmayan sessizliğine dayayıp sabah rüzgârlarıyla öpüşen denizin ıslak mavisinden devşirdiği hüzünkâr bir içlenmeyle ufkun arkasında olup bitenlerin neler olabileceğini hiç merak etmeden saatlerce oturabilirdi en ıssızdaki en ıslak kayanın üzerinde... meme uçlarının pornografik bir sevişmeye hazırlandığından habersiz okuduğu kitaplardaki romantik aşk sahnelerinin hayalini serebilirdi denizin ille de mavi olmakta direnen tuzlu ıslaklığına…

yarım yamalak cümlelerin hayatı ifadelendiremeyeceği gerçeğini kavrayamamış olsam da davudi bir sessizliğin şehri sarıp sarmaladığını fark etmekten kendimi kurtarmamın mümkün olmadığını fark ediyorum… martılar, sabahın esir alındığı saati görmezden gelip kendi yolculuklarına kaldıkları yerden devam ediyor... esmer kız, belki yıllar sonra gelecek birinin hayalini eksiltmenin kendisine sağlayacağı ruh rahatlığının hesabını yapacak kadar büyüyemediğine hayıflanmanın bir işe yarayıp yaramayacağını düşünüyor… ben martıların kanatlarında, yeni bir günün kahredici ağırlığına dayanabilir miyim’in düşlerini çoğaltmanın çocuksu çabasıyla çıtı çıkmayan şehrin yenilgi kokan kıyılarına savrulup durmaktan kendimi alamıyorum... hiçbir sözcük, içinde bulunduğum çekip gitme isteğini anlatmaya yetmemek için anlam çoğalmasına ilişkin bir açılım sağlama zahmetine katlanmıyor… sözcükler kuru ve ben ne yapacağımı bilememenin şizofren uçurumundan ha yuvarlandım ha yuvarlanacağım hallerindeyim… esmer kız orada duruyor ve ben onu görmüyorum… zaman, bir sarkaçtan akmanın rahatlığıyla esmer kıza da bana da hatta başkalarına da acımıyor… böyle bir hal işte…

o şehir hâlâ yerinde sevgili s’e... o şehirde kalan çocukluğum, senin bir gün o şehre gelip ellerimden tutmanı bekliyor... esmer bakışlı kız da seni bekliyor kuşkusuz... biz ikimiz, farklı hayatların bir gün bizi bir yerde karşılaştırmasını beklemeyi sürdürüyoruz.... bir gün yenilgiden çıkmış o şehre yolun düşerse eski iskele’deki martılara sor bizi... onlar dalgaların köpüklü beyazlığını bir ziynetin kutsallığında taşıyan kıyıyı hiç terk etmediklerinden sana bize dair hikâyelerden söz edebilirler...

şimdi yenilgilerimden gitmeliyim ben... sana sonra uzun uzun yazarım martıların anlattığı hikâyeleri... gözlerindeki esmer bakıştan öpüyorum... sen hep iyi ol olur mu....


O GÜZEL İNSANLAR'dan (sayfa 154-162)

Kanguru Yayınları- Mart 2008, Ankara



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın anı kümesinde bulunan diğer yazıları...
Kardelenler de Üşür

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Kırık Masaya Bırakılan Düşler (Iı) - Sarıkamış (22 Aralık 1914)
Beni Vurun Demedim ki

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Gitmek Gibi Bir Şeydir Hayat [Şiir]
Aşk Denilen Hal I [Şiir]
Çok Sevdim Sana [Şiir]
Kırık Masaya Bırakılan Düşler I (Hayata Dönüş (!) Operasyonu ) [Şiir]
Tenha [Şiir]
Gececi Düşler Geceye Düşülenler [Deneme]


Ayhan Sönmez kimdir?

Yazmak için yaşamıyorum.

Etkilendiği Yazarlar:
Okuduğum bütün iyi yazarlar ve şairler.


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Ayhan Sönmez, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.