En büyük mutluluk ve en büyük sıkıntı anlarında sanatçıya gereksinme duyarız. -Goethe |
|
||||||||||
|
“Vicdanımız yanılmaz bir yargıçtır,biz onu öldürmedikçe.” Balzac Hep bir kadın resmi yapıyordu , gözlerinde zaman durmuş, bakışı takılı kalmıştı. Kim bu kadın? Ses yok... Ses yok ama dürtsen çok şey söyleyecek gibi. Bir yandan da sorulmasından çekinir gibi... Kendine yıllardır sorduğu soruyu cevaplayamadığı belliydi. “Bu sandalyede hem yargıcım hem suçlu” dedi sonraları. Önceleriyse inkar ediyordu. “Karına ne oldu ?” “Karımı PKK kaçırdı …ya da kaçırmadı o kendisi gitti… .Ben ülkücüydüm ya düşman oldukları için kaçırdılar, sonra da dağda öldürdüler onu . Önce tecavüz etmişlerdir, sonra da istedikleri gibi bir kadın olmadığını görünce öldürmüşlerdir.” Ne zaman oldu bu ? “ 15 yıl önce.” Yaklaşık dört hafta sonra bu kızgın bu küskün adam , içindeki savaşı gözlerinde taşıyarak oturuyordu karşımda. Canı yanıyordu. Yine istemediği soruyla karşılaştı : Karına ne oldu ? Sessizlik… Şimdi ona bakan kadının resmini yapmıyor yapamıyordu. Gözlerinde bir başkasına devretmek istediği iki damla yaş asılı kalmıştı. “Karımı ….ben öldürdüm galiba…” “kaçmadı ya da kaçırılmadı yani?” “ Öyle…ama öldürdüğümü düşünmek daha acı verici. Yıllardır bu acıyla yaşıyorum. Unutmak için sızana kadar içiyorum. Oğlumun yüzüne bakamıyorum. Neyse ki arada hastalanıyorum da unutuyorum … Karımı benim düşmanlarımın kaçırdığını düşünmek daha rahatlatıcı. Yoksa çok kıskanıyordum öldürdüm demek ….ben yıllardır bu sandalyede kendimi sorguya çekiyorum ,hem yargıcım hem suçlu. Bir gün kararımı vereceğim “ Gerçeği gizleyen psikotik dönemde rahattı adam , birtek sürekli yaptığı resim ele veriyordu acısını. Niye yaptığını bilmiyordu ama sürekli o kadın portresini yapıyordu. Sonra gerçeği fark ettiğinde kendiyle yüzleşme dönemi başlıyor, içinde uyuklayan yargıç harekete geçiyor ve dünyayı zindan ediyordu. Depresyonun çukurunda kıvranıyordu. Oysa ki psikozun kucağı onu hayatta tutuyordu. Tüm algılarında olduğu gibi vicdanı da berraklığını yitiriyordu psikotik dönemlerinde. “Bir insanın hem de en çok sevdiğim insanın canını aldım, bunu yaptıktan sonra …benim canım ne ki?” Oğlu affetmişti babasını ,biliyordu ki hastaydı ve annesini öldürdüğünde o, sevdiği güvendiği babası değildi. Oğlu anlamıştı bunu. Ya da adamın düşündüğüne yakın biçimde annesini öldüren babası ancak hasta olabilirdi, hasta olduğu için affedilebilirdi. Kıskançlık hezeyanları içinde kıvranırken , ruhunu saran bu hezeyan illetiyle boğuşurken hem sevdiğinden hem kendinden vazgeçmişti. Ancak böyle kurtulmuştu bu illetten. Evet artık hezeyan yoktu, artık nesne yoktu. Şimdi içini didikleyen illet, vicdan azabıydı. Azabından uzaklaşmak için kullandığını söylediği alkol, tersine dağılan algıyı tetikliyor kurtulmak istediği illet zaman zaman üstüne yapışıyor fakat bu sefer acı değil huzur veriyordu ona. O zaman karısın öldürdüğü bilgisi alkolün içinde eriyip gidiyordu. Bir arkadaşımın evinin duvarında gördüm ilkin Sewusen’in fotoğrafını . Delici bakıyordu,”Kim bu” dedim ve sonra öyküsünü dinledim. Dinlediğim öykü etkileyiciydi, tüylerim dike diken oldu. …. Öyküde hem eksikler hem fazlalıklar vardı. Bir deliyi yüceltme vardı. Heykeli yapılmış, kente mal olmuş bir deli…Bu nasıl bir deliydi ki heykeli yapılıyor , herkese değiyordu. Bu nasıl bir kentti ki delisine heykel yapıyor, kent meydanına koyuyor ve onda simgeleşiyordu? Kadının gözlerine bakan kamerayı Dersim’in gözelerine çeviriyoruz. Öyküler, anılar, acılar ve yaslar diyarına….Her yamaçtan ,dağın köşesinden, suyun şırıltısından bir insan hayatı akıyor, insanların bireysel öyküsü kentin kolektif öyküsüne karışıyor. İnsanların belleği kentin belleği oluyor insanların vicdanı kentin vicdanı… Yıllarca dört dağın içinde izole kalmış, bazen da izole bırakılmış. İçindekiler ve dışındakiler oluşmuş, bazen da oluşturulmuş. Bu durum onları birbirine , inançlarına kitlemiş ,bağlamış, benzeştirmiş birbirlerine. Munzur nehrinden birer damla olmuşlar. Ötekileşmişler de…Dağın dışındakilere öteki olmuşlar. Kaçılması ,onlardan saklanılması gereken tehlikeliler olmuşlar. Dillerini ,inançlarını uzak tutmuşlar , korkulmuş onlardan. Oysa onlar da korkuyormuş kendilerinden korkanlardan. Öfkelerini,acılarını, umutlarını dağa bağırmışlar, nehre bağırmışlar . Yo bağırmamış, yakarmışlar… Dağ, taş ,su ,ağaç tüm doğa canlıymış,kutsalmış. Dağa kurban adanırmış , bazen kanlı bazen kansız. O dağlarda evlatlarını kurban edenler de olmuş. Kimi zaman zorla göç ettirilmiş , anadan babadan kardeşten topraktan koparılmış dağıtılmış, kimi zaman rızkını bulmaya kendileri çıkıp gitmiş. Göçebelik varmış ruhunda zaten. Mal mülk neymiş ki bugün var, yarın yok. Dağ taş zaten herkesin, su hava ağaç herkesin. Hem onların da kendi canı, kendi zamanı varmış. Doğayla iyi geçinilmeliymiş. Atalar cezalandırırmış. Travma var, yas var kentin tekrarlayan tarihinde. Sarıldıkları, kimliklerinin bir parçası haline getirdikleri travmaları var. Yaşanılanlara anlam aramak , travma sonrası ayakta kalabilmek için inanca ihtiyaçları var .Travmalarına sığınmak , hissettikleri mağduriyeti onurlu kılmış bazen, bazen çaresiz bazen öfkeli ,çoğunca da birbirine sığınmışlar. Acılarını türkülere katmış dağa ,suya salmışlar. Bilmişler ki , su temizleyendir, alıp götürendir, yenileyendir, kapsayandır. Mağdur kimliği de taşıyan halk için mağdur olanın yanında olmak vicdan borcu olmuş. Delileri mağdur etmemeye çalışmış. Onlar başka bir donda gelmiş , parayla dünya nimetleriyle işi olmazmış , başka bir alemin habercileri , başka bir alemin bağ kurucularıymış. Onları incitmeden sahip çıkmışlar , elindekini paylaşmışlar ,oldukları gibi kabul etmişler. Vurup kıran saldıran oldu mu deli olmuş gözlerinde , ya sarıp sarmalayarak ya toplumdan izole ederek o saldırgan olanları değiştirmişler. İşte kimseye zararı olmayan , kimseye saldırmayan, para pula tamah etmeyen o delilere veli demişler. Anadolu'nun birçok küçük kentinde , birçok kasabasında herkesçe tanınan deliler vardır. Her evin evladı, herkesin oğlu-kızı-amcası-teyzesi… Herkese , kendine durduğu mesafe kadar eşit mesafede durabildikleri için deliler, herkesi birleştiren bir merkez noktasıdırlar. Kendi öykülerinin peşinde koşan insanlar arasında , bir öyküsü var mı umursamadan dolaşan deliler kentin öyküsü olurlar. Ve belleği ve vicdanı… Kentin sokaklarıyla, rengiyle kokusuyla, dokusuyla hem hal olan deliler, kent uyanmadan uyanır, sokakların, ağaçların ,evlerin üzerine sinen gecenin o ürpertili perdesini kaldırır,her tarafına dokunur. Bir deli için bir kent evi gibidir. Oysa hezeyanları etkisinde karısını öldüren adam için evi hapishanedir. Kent kimsesizliğidir. Toplum deliler sayesinde kendi vicdanıyla hesaplaşıyor. Onları görmek kendilerin bütünlüklü yanlarına bir tehdit aynı zamanda , belki de herkeste varolan psikotik çekirdek titreşiyor bu görmeyle. Onlara yanlış yapmaktan zarar vermekten korkuyorlar ,temelde cezalandırılmaktan korktukları için. Çünkü onların hangi ruhlarla ne tür bağlantılar içinde olduğunu bilmiyorlar. Belki bir sırrı var, kerameti var… Mucize beklentileri var yani… Bunca travmanın içinde yaşarken tekrar tekrar inanacakları, tutunacakları bir nesneye veya duyguya ihtiyaçları var. Biraz da arka çekmecede saklanan , unutulan ,orda öylece bırakılan, aslında bilinen ama bakılmayan gibi kentin delileri. Ordalar biliyorsun ,ama kurcalama…Bilinmez var onda , medet de var. Kurtarıcı özlemi de... Sırlı olduğuna göre , dünyası farklı olduğuna göre , düşünce şekli varoluş biçimi farklı olduğuna göre,kurtarıcı da, iyileştirici de olabilir. Bazen süperego olur deli; halkı sınırlar durdurur, korkutur ceza beklentisiyle , bazen suçlulukla korkutur. Bazen id olur; içindeki dürtüleri ,başıboşluğu akıtır. Onda saf halde ,çıplak insan ruhunu, aslında id’ i , aslında immatür, olgunlaşmamış, aslında ayrışmamış kendilerini görürler, rahatlarlar.Kendilerindeki kötülüğü boşaltırlar, günahları… Günah çıkarırlar,suçluluk duygularını onda tamir ederler, çıkarsızlığı, tartıp düşünmeden davranabilme hayallerini, fütursuzluğu onda giderirler. Bazen takılır dalga geçer eğlenirler , severek eğlenirler. Yüklü duyguları ona bırakırlar. Dersimli bir nine tek cümleyle durumu özetlemişti :“ Onlar bizim günahımızı taşıyorlar “ Kimi için şifacı olur Sewusen, ağrıları dindiren, kimi için bilici olur umut veren, kimi için mülksüzlük olur , dünya nimetlerine sırt çeviren bir ermiş, para pulla işi olmaz. Kimi için bu dünyanın boşunalığının hatırlatıcısı olur. Bir çoğu için kardeş olur. Kent, Sewusen için yardımcı ego-benlik olur. Kentle bir birlik olur, parçalanmış, sınırları dağılmış benliği kentin sokaklarıyla insanlarıyla sınırlanır. Karısını öldüren adam katil olur. Belki yük olur oğlu için, belki bitmeyen yası olur anasının, babasının hastalığıyla uğraşırken anasızlığın acısını yüklenmekten kurtulur. Bakırköy Ruh Sinir Hastanesi’nde sosyal şifada nüks olur, ülkücü arkadaşları için “kim o ,o bizden değil” olur. Sığamaz adam bir yere. Kendi sandalyesinde hapis olur. Belki kendini bekleyen kendisinin celladı olur. Deli kelimesinin sözlük anlamı “aklını yitirmiş olan, mecnun” manalarına karşılık gelmekte. Hak’ka varmanın , akıllı kalmaktan ziyade ancak deliliğe meyletme sayesinde gerçekleşebileceği kabul edilmiş. Aklı bu denli kurban edebilme cesaretine sahip olanların hakikate, dolayısıyla gerçek aşka ulaşabileceklerine inanılmış. İşte bu özellikleri nedeniyle delilik kutsiyet kazanmış ve delilik ile velilik arasındaki bu belli belirsiz çizginin varlığı delilere gösterilen yarı saygının nedenlerinden biri olmuş. Ancak karısını öldüren adam bu mertebeye çıkamamış. Arada asılı kalmış. Ne tümden deliliğe meyletmiş ne nehirlere bağırmış ızdırabını… arada, arafta asılı kalmış. Hakikati bazen hastalığının sisinde kaybolmuş, duyduğu tek hakikat vicdan azabıymış. Şehre dışarıdan gelen bir yabancı tarafından, sokakta uyurken başı taşla ezilerek gerçekleşen Sewusen ‘in ölümü halk için çok acıtıcı olmuş.Yas ilan edilmiş, yılların yasını taşımışlar onun tabutuyla. Hiç ölmeyecek gibi gördükleri Sewusen öldüğünde ölen sadece Sewusen değilmiş, O’nunla birlikte kentin masumiyeti , muzipliği de ölmüş. Yüzünün gülen yanına bir tokat inmiş , gözyaşları gözünde kalakalmış. Vicdanı darbe almış. Tabi burada derin bir suçluluk hissi de var. Onu koruyamamaktan dolayı, sahip çıkamadıkları için cezalandırılmışlar gibi. Bir yabancı tarafından haksız yere katledildiği için haksızlık duygusu, bu kadar yüceleştirdikleri kişiyi ölüm giysisinde görmekten dolayı hayal kırıklığı var , insanın ölümlü olduğunu tekrar hatırlattığından dolayı kızgınlık var. Kızgınlıktan dolayı utanç var. Ve onunla kurdukları bağlardan dolayı ,ona yüklediklerinden dolayı şimdi boşluk, kimsesizlik duyguları var. Bütün bunları taşımak zor…. Mezarlar, ölüm ritüelleri yası kolaylaştıran , kişinin öldüğünü ama ondan bir parçanın taş da olsa bir yerde durduğu için simgesel olsa da devam ettiğini göstermesi açısından önemli.. Ölümün kabulunu ve baş edilebilmesini kolaylaştırıyor. Sonrasında ölene sevgisini göstermek için gidip çiçeklerini sulayabileceği bir mezar bulunması bir parça rahatlatıyor. Bu, ölenin ardında kalanların ihtiyacı… Heykeli de O’nun şehirdeki konumunu gösteren bir şey. İnsanların vicdanlarını rahatlatabilmek , duygularını yönlendirebilecek bir mecra olması bakımından da önemli. . Büyük Baba Kureyş aslana binmiş aslanı yürütmüş Baba Mansur evinin duvarını yürütmüş. Kureyş, bu keramet karşısında “Sen taşa can verdin “ diyerek Baba Mansur’un elini öpmüş. Büyük Baba Mansur olmuş. Bu halk bu değerleri yaratmış ve ona inanmış. Belki bu değerleri yaratıp inanmasa, ya da inanıp yaratmasa yaşamın elini tutamayacak. Adam, zaman zaman psikotik dönem geçirip karısını kendisinin öldürdüğü gerçeğinden uzaklaşınca , düşmana kaçan karısının öldürüldüğüne inancına yaşayabiliyor. Tutamadıkları yası , unutmak istemedikleri değeri bir heykelde bir adamda simgeleştiren halk vicdan azabıyla ve suçluluğuyla yüzleşirken , adam psikotik dönemlerinde gözlerinden kaçtığı karısını donakalmış bakışıyla resmederek, sağlıklı dönemlerinde kendini yargılayarak vicdan azabını sandalyeye bağlıyor. Adam, ender de olsa başını kaldırıp çevresine baktığında, diğer insanlara,haberlere , televizyona yani bakabildiği ne varsa baktığında , insanların alkol ve hezeyan olmadan içlerindeki mahkemeyle nasıl yaşadıklarına şaşırıyordu. Vicdanları neredeydi bunların ? Bunca kötülüğe, ötekinin yok sayıldığı bu dünyaya vicdanları varsa nasıl dayanıyorlardı ? Gizli gizli içiyorlar mıydı acaba,yoksa çaktırmıyorlardı da tümden bir hezeyan içinde mi yaşıyorlardı? Ne yapıyorlardı ? Nasıl beceriyordu bunca insan ayıkken vicdanı cebinde taşımayı. Şçedrin’ in 'vicdan kayboldu' öyküsünde cepten cebe atılıp kurtulunmak istenen vicdan nereye gitmişti? Sonra buldu adam; denize atmışlardı vicdanı. Vicdan denize atıldığında o sarhoştu herhalde. Belki de… deniz kendisiydi… **Psikeart Dergisi’nin “Vicdan” sayısında yayınlandı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hira Selma Kalkan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |