Öyle yaşamalısın ki ölünce mezarcı bile üzülsün. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Rüzgâr sert esiyordu… Arkada oturan kadın orta yaşlardaydı. Kaskı yoktu. Siyah renkli uzun saçları gecenin karanlığına gizlenmiş, savruluşu görünmüyordu. Ara sıra yüzüne gelen saçlarını arkaya atsa da, saçlar tekrar yüzünü kaplıyordu. Önünde oturan kendisinden üç yaş küçük kardeşine sıkıca sarılmıştı. Onun kafasında kırmızı bir kask vardı. En önde oturan adam, eniştesiydi. Boyu küçük ve zayıfçaydı. Bir çocuk kıvamında kıvrılıvermişti ön tarafa. Öyle bir oturuş şekli vardı ki, sanki kayınbiraderinin bacaklarına uzanmış bir pozisyondaydı. Motoru süren yavaşlamıştı. Ablasıyla eniştesini sekiz katlı bir apartmanın önünde indirdi. Onlara, “Siz çıkın, ben geliyorum.” derken ağzı yalpaladı. Geldikleri düğünde oldukça içmişlerdi. Sersem sepelek bir halde apartmanın arka tarafına geçti. Motorunu genelde ağaçların altına bırakırdı, öyle yaptı. Montuna sıkıca sarılıp sallanarak apartmana girdi. Asansörü çağırıp bekledi. Apartmanın girişindeki boşluğa öylesine baktığında başı döner gibi oldu. Midesi bulandı, ha kustu ha kusacaktı. Kendini sıktı. Gömlekle atleti arasına yerleştirdiği zarfa dokundu, yerindeydi. Zarfın çok çok önemli olduğu ve mutlaka belirttikleri adrese saatinde teslim edilmesi istenmişti. ‘İçinde neler yazıyor?’ diye, merak etti. Çıkartıp baktı, ağzı sıkı sıkı hem tutkalla hem de bantla yapıştırılmıştı. Tekrar yerine koydu. Asansör gelince binip hangi düğmeye bastığının bile farkında değildi. Ama asansör yukarı doğru hareket etmişti. Panoya baktı, göremedi. Gözlerini hızla ovuştursa da, hangi katta durduğunu anlayamadı. Asansörden çıktığında içerisi fena içki kokuyordu. Bir sonra binenlerin sarhoş olmaması mümkün değildi! Kapı açıktı. Karısına “Ya başka birisi girseydi…” diye kızdı. Kapıyı usulca itekleyip içeri girdi. Ayakkabısını diğer ayağının topuk yardımıyla çıkardı. İçerisi karanlıktı. Lambanın anahtarını bulamadı. Ayaklarını sürüyerek ilerledi. Karısının kendisini karşılamamasını garipsedi. “Her halde derin uykusundadır.” diyerek, uzunca bir koridordan tüy adımlarla geçti. Elini körler gibi sağa sola dokundurmak istedi. Eli boşlukta dolanıp durdu. Karısının bir anda karşısına çıkıp, “Hoş geldin kocacığım.” demesini çok isterdi. Olmadı. Eli sert bir yere dokununca kapı olduğunu anladı. Kolunu bulup hafifçe aşağıya doğru kıvırdı. Gıcırdama sesini duymadı. Oysaki karısı kaç gündür ‘kapıları yağlamıyorsun!’ diye uyarıyordu. Kapıyı ileri itekleyip içeri geçti. Burası da karanlıktı. Aksilik dışarıdan sızan bir ışık belirtisi yoktu. Ay sanki saklambaç oynarcasına kaybolmuştu gecenin sessizliğinde. Birkaç adım daha ilerledi, ayağı sert bir nesneye dokundu. Eğilip elini sağa sola gezindirdi. Dokunduğu yataktı. Sevindi. Gözlerini kapatsa da bu dönüşü engelleyemiyordu. Kendine gelmesi için mutlaka kusması gerektiğini biliyordu. Banyoya gitmeyi göze alamadı. Üstüyle birlikte vücudunu yatağa bıraktığında sırtı tavana dönüktü. Uyumuştu. Bir ara sıcaklanır gibi oldu. İçki vücudundaki suları sünger gibi emmişti. Dili damağı kuruyunca yana döndü. Ayaklanır gibi oldu, beceremedi. Bir kez daha denedi. Yine kalkamadı. Banyo bir gidip kussa ve ardından yüzünü soğuk suyla yıkasa, kendine gelecekti. Ancak, bunu yapacak gücü kendinde bulamıyordu. Yatar halde üstündeki montunu çıkarırken zorlandı. Pantolonunun fermuarını aşağıya doğru yarım çekti. Gömleğini dakikalarca uğraşıp çıkarttığında zarf yatağa düşmüştü. Adam çok uyuduğunu zannetmişti. Havanın fecir zamanı gözlerini açtı. Susamıştı. Yutkunmak istedi yapamadı. Boğazı kuruyan bir dere yatağı gibiydi. Yanında bir kazan su olsa sanki hepsini bitirecekti. Karısına seslense mutlaka getirirdi. Ama onu uyandırmaya kıyamazdı. Zorlansa da, kalkmıştı. Karanlıkta kapıyı açıp içeri geçti. Kapının kenarında lambanın anahtarlığını aradı. Bulunca dokundu. İçerinin aydınlanmasıyla yataktakiler “Ay!” diye çığlık attılar. Adam şaşırdı. Baldırı dışarıda görünenin karısı olduğunu düşündü. Yanındakini de bir adam olarak gördü. “Kim olabilirdi?” “Yoksa… ” dedi. “Ama o yapmaz öyle şeyler.” diye, içinden söylendi. Yataktakiler yorganı üstüne çekip şaşkın gözlerle adama bakıyordu. Adam da şoktaydı. Bütün vücudunu esir alan içki bir anda uçup gitmişti. Herkes gözlerini fal taşı gibi açmış bir halde birbirine bakıyordu. İlk hamleyi kim yapacaktı, belli değildi. Adam, “Aysel…” dedi. Yorganı neredeyse başı hizasına getiren diğer kadın, sadece şaşkınca bakıyordu. Adam, “Aysel sen değil misin?” diyerek rüyada olduğunu düşündü. Kendisine cimdik attı, canı yandı. “Hayır” diyen ses kalıncaydı. Adam, tırsmıştı. Mahvolduğunu düşünerek şişman kadının yanındakini kocası zannetti. Kendisinin kadının metres olduğunu düşündü. Kocası, birazdan yatağının altından tabancasını çıkartıp bir iki el ateşle yere serilecekti… Veya mutfaktan getireceği iri bıçakla her tarafını delik deşik edecekti. Birkaç saniyede ne senaryolar kurmuştu ölüm üzerine… “Ahmak hiç mi bakmadın asansörün durduğu kattaki numaraya! Hadi gözlerin şaşıydı, aynı kapı olan her evi kendi evin mi zannettin aptal!” diye kendine kızdı. Bu şaşkınlıkta yataktakilerin neden ayağa kalkıp bir şeyler yapmadıklarına şaşırmıştı. “Yok yok! Bu rüya!” dedi. “Ben olacağım böyle bir ortamda, karşımdakinin leşini çıkartmıştım.” diyerek, yaktığı ışığı kapatıp yattığı odaya tekrar döndü. Ortalık zifiri karanlıktı. Zarfı kontrol etti, yerinde yoktu. Telaşlandı. Eli ayağı titredi. Boğazı düğümlendi. “Ya kaybolduysa?” diye el yordamıyla yatağın üstünde zarfı aradı. Neyse ki bulmuştu. Yatağın yanındaki komedinin üstüne bıraktı. Biraz önce girdiği kapı usulca açıldı. Karşısındaki şişman kadın, uzunca giydiği beyaz elbisesiyle canını almaya gelen Azrail gibiydi. Korkmuştu. Kadın, “Sen de kimsin?” “Ben alt komşunuzum.” “Sizi hiç görmedim ama…” “Geceleri çalışırım.” “Buraya nasıl girdiniz?” “Kapı açıktı…” “Numarasına bakmadınız mı?” “Dün gece bir yakınımızın düğünündeydik. Asansörün düğmesine bastım ama yanlış basmışım. Zira çok sarhoştum. Özür dilerim, bizim ev diye, sizin eve girmişim.” Kadın başka hiçbir şey söylemeden gizemli bir şekilde ışığını söndürüp yatağına döndü. Adam bu harekete şaşırmış bir halde olduğu yerde öylece kaldı. “Yok yok ben rüyadayım.” dedi. Başkası olsa canıma okumuştu namus meselesi yaparak.” dedi. Işık yanmıştı. Etrafındaki adamlar bir tuhaftı. Yürüyüşleri bir zombiden farksızdı. Hepsinin üstünde ayaklarına kadar uzanmış beyaz bir elbise, gözlerinin çevresi siyaha boyanmış, yüzleri ise sanki bir una batırılmış gibi bembeyazdı. Burası neresiydi? Bilmiyordu. Etrafında dolananların kim olduğuna da anlam veremedi. “Olup bitenler belki de bir tiyatro oyununun provasıydı. Ben ise oyuncular arasına katılanlardanım.” diye, düşündü. Adam yatağının kenarına bıraktığı elbiselerini giyinmeye çalıştı. Yaşlı bir adam engel oldu. Sanki bir av yakalamıştı. Elinden tutup yatağın kenarına oturttu. Hiç konuşmuyordu. Adamın korkusu gittikçe artıyordu. “Yoksa bunlar zarfı ele geçirmeye çalışanlar mıydı?” diye düşünürken kapı aniden açılmış, içeriye iki yaşlı adam girerek kendilerini yere atmışlardı. Üstleri tıpkı bir dilenciden farkı yoktu. Saçları aylardır yıkanmamışçasına karmakarışıktı. Beyazlaşmış sakalları ise griye yön değiştirmişti. Yerdeki adamlar, garip garip hareketler yapıyordu. Adam, “Beni bırakın gideyim!” dese de, kimse yanıt vermiyordu. Küçük adımlarla ilerleyen adamlar, bir mankenin donukluğunda bakıyorlardı. Adam, yatağa oturdu. “Allah’ım ben kime ne yaptım? Günahım ne? Zarfı sabah yetiştirmem lazım. Yoksa meslek hayatım biter!” diye hayıflandı. Çevresine bakındı, kimseler yoktu. Hızla giyinip kapıya doğru yöneldi usul adımlarla… Usulca kapıyı açtı. Karanlıkta geldiği koridora bu kez loş bir ışık vardı. Etrafına bakındı. Köşedeki heykele baktı. Dokundu. Antik mi, patine mi, yoksa püskürtme tekniği ile mi yapılmıştı, bilmiyordu ama heykelcik sertçe ve kaygandı. Bu tür heykelleri daha önce görevli olarak gittiği bir müzede görmüştü. Heykel çıplak bir adam figürüydü. Kaslı ve mitolojide bir Tanrıyı simgelemiş olabilir diye, düşündü. Eliyle üzerinde gezindi. Çıkıntılı bir yazı üzerinde durdu. Loş ışığa rağmen yazıyı okumak istedi. Pirinçten yapılmış küçük bir eklentide, “İngiliz tasarımcı Tom Dixon” yazıyordu. Dudak bükerek ilerledi. Duvarlara baktı. Büyük bir tablonun önünde durdu. İnceledi. Tabloda çeşitli saatler yamuktu. Tabloya biraz daha yaklaşıp kenarındaki küçük yazıyı zorlansa da okuyabildi. Yazıda, ‘Belleğin Azmi’ / Dali’ yazıyordu. Açıklamayı okumaya devam etti. ‘Bu tablonun aslı New York The Moders Resim Galerisi’nde bulunmaktadır.’ Adam adımlarını kapıya doğru yönlendirdi. Biran önce bu gizemli ortamdan sıyrılıp karısının koynuna girmeyi ve normal hayatına dönmek istiyordu. Çevresine bakındı, duvarda farklı boylarda Hristiyan figürlü tablolar çoğunluktaydı. Onlara bakmayı istemedi. Kapının önüne geldiğinde yere baktı, bir sürü ayakkabı gördü. Hepsi de iriceydi. Aralarından ayakkabısını aradı, bulamadı. Bazı ayakkabıları kenara alınca, ayakkabısını bulmuştu. Alıp giyerken aklına zarf geldi. Kalbi çarptı. O egzotik odaya girmek ve gördüğü hayalet türü yaratıklarla tekrar karşılaşmak istemiyordu. İkircikte kaldı. Zarfı bırakıp gitse, iş hayatı sona erebilirdi. ‘Bundan sonra ne iş yaparım? Beni kim işe alır?’ düşünceleri arasında ayakkabısının bağını bırakıp, odaya geri döndü. Tablolardaki Orta Çağın ilginç insanları sanki ona sertçe bakıyordu. Ürkerek odaya girdiğinde kimsenin olmamasına sevindi. Gözü yatak odasındaydı. İçerideki şişman kadın acaba ne yapıyordu? Onun yanındaki kadın kimdi? Yerde yatan o iki ihtiyar neden acayip hareketler yapmıştı? Ve oda da gördüğü o zombi kılıklı insanlar da neyin nesiydi? Gördüklerini rüya olarak kabullendi. Zarf komedinin üstündeydi. Üstünü okudu, Arapça yazıyordu. Sessizce alıp montunun arasından gömleğinin içine soktu. Yavaş adımlarla kapının önüne geldi. Ayakkabılarını giydi. Eve girmeyi düşünmedi. Dışarı çıktığında hava aydınlanmıştı. Bir an önce zarfı adresine teslim etmek için motorunu çalıştırdı. Pencereden bakanlar yine homurdanıyordu sabahın erken saatlerinde… Motor Suudi Arabistan Elçiliğinin giriş kapısında durdu. Adam kimliğini gösterip bahçeye doğru yöneldi. Elçiliğin kapısından içeriye girdiğinde saat 08.30’du. Karısı üzerinde gezinen kocasının eliyle uyandı. Kocasına baktı, sayıklıyordu. Neler konuşuyor diye, dudaklarına doğru yaklaştı, söylenenleri anlamadı. İniltileri artınca kocasının karnına doğru hafifçe dokundu. Adam aniden uyanmıştı. Önce karnını kontrol etti. Sonra komedinin üstüne baktı. Zarf orada öylece duruyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ertuğrul ERDOĞAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |