..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. -Cervantes
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Deneysel > sabiha




7 Ekim 2003
Erdemler ve Pembe Çiçekler  
sabiha
hedeflere hapsolunca tutkular, düşler tökezlemeye başlar; döke saça kendini ulaşır ölümüne, formüllere rehin kalan yaşamlar...


:BABI:
 
ERDEMLER VE PEMBE ÇİÇEKLER
Uğultulara dönüşür sesler ve ele geçirene kadar bedenimi çoğalır, çoğalır, çoğalır uğultular. Önce damağımda pas tadı, ardından kan dolar ağzım; ne tükürür, ne yutarım. Pıhtılaşmaya başlar inançlarım, düşlerim, tutkularım, pıhtılaşmaya başlar zaman ve bir tül iner yaşamla aramıza; her hareket kıpırtısına teslim olur, her görüntü gölgesine. Bütün gölgelere dokunurum tek tek, açılır düş kapanlarının sivri dişleri, çırpındıkça parçalanır, dev bir yara olurum; üstünde oluşmaya çalışan kabuğu barındırmayan, her dokunuşla gürül gürül kanayan...  
Doğunun ölüm saçan ışığına açılır düş kapanlarının sivri dişleri yeri göğü inleten bir gümbürtüyle. Üstlerine serilecek toprağı huzur içinde bekleyebilecekleri en görkemli çukurları açıp, her köşesini ışıl ışıl nesnelerle donatırken mezarların ustaları, irkilirler bu gürültüyle.
Açılır kapanlar, kanımla yıkarlar yüzlerini ölümün efendileri ve açılır gözleri susmaya gizlenmiş sesime.
Ölümün; her gün çoğaltıp birbirlerine sundukları hengamesinde, bir tek avaz avaz  
susuşlar bozar huzurlarını. Katlanamazlar avaz avaz susuşlara, gölgelere gizlenmiş pırıltılara ve katlanamazlar avuçlarına sunulmayan yaşantılara. Tüm sözleri tutmalı ellerinde, tüm sesleri gömmeliler; anıtlarını donattıkları nesnelere anlam olmaya. Her sahibi olunandan oluk oluk akan ölüm, çepeçevre sarar; ne cenneti ne cehennemi göze alabilen yaşamlarını. Anıtlardan yükselen ezgiler, ağıtlar, kahkahalar, horultular arasından bir çığlık kopar bazen; bir bebek çığlığı ve duyulur tüm tehditler yeniden. Aç denilir, susuz sanılır, uyutulur. O ilk uykudan kalkan bir tek göz kapakları olur; ne bakabilir, ne görebilir nesnelerin ışıltısıyla kamaşan gözler. Belirlenir yazgısı: ‘kendi anıt mezarının ustası’. Kinle beslenir, eğitimle yok edilir, kendine uyutulur, ölüme büyütülür bu minicik bedenler...
Yaşama atılmış başı sonu bellisiz bir ağ gibidir anıtlar. Çoğaldıkça nesneleri, insana ait hiçbir olgu kurtaramaz kendini ağlardan. Kurtaramaz kendini;  sevgi, dostluk, onur, gurur... Takılırlar ve çırpınırlar, çırpındıkça dolanırlar, dolandıkça artar çırpınmaları; umutsuzlukla boğulur, yenilgiyle son bulurlar ve birer birer nesnesi olurlar anıtların; nefesi tükenmiş bütün erdemler.
Erdemlerden yontulmuş heykeller süsler anıtların zirvelerini. Taslaklarda can bulmuş, biçimleri verilmiş, ruhları alınmış, yaratıcılarının parmak izleri üstlerinde kurumuş bu görkemli heykeller; dev anıtlara gömülmekten ürküp darmadağın olmuş bir sürünün üyeleriydiler.
Yaşamsal beceriksizliklerine ‘farklılık’ dediler, yaşama ‘sıradanlık’. Sıradan buldukları, uzak durdukları, tuzak sandıkları yaşamdan alamadılar gözlerini; aralarına katılmak yerine, balkon kenarına sımsıkı tutup, yalıtılmışlığının kendine yöneltemediği öfkesini, bakışlarına yüklediği nefret dolu aşağılamayla gruba yönelten bir çocuğun,  aşağıda güle eğlene oynayanlardan alamadığı gibi  gözlerini. Alamadılar gözlerini doğudaki mezarlardan, batıya gömüldüler tüm marjinaller.   Kiminin görüntüsüydü intiharı, kiminin şiirleri, besteleri, sözleri, kiminin dünya görüşüydü, kiminin kariyeri...  Her biri bıraktı bir uzvunu, bir belgede, bir bilgide. Doğunun ölüm doğuran ışığına siper ettiler belgelerini, bilgilerini; gözlerine yaşam kaçmasın diye. Çoğaldıkça formüller, çoğaldı rüyalar, kapattılar gözlerini; kimi sıcacık düşlere gömüldü, kimi buz gibi kabuslara...
Sıradan olmadıkları aynı rüyaları görmeyi başardılar her biri ayrı ayrı kendi uykularında. Kıyamet kopsa uyanmazlardı, derindi uykuları ama istemediler etraflarında dolaşıp duran açık gözleri, ya bölünürse diye; tanrı olmanın peşinden koştukları  rüyaları. Tüm evren uyusun istediler; aynı ninnilerin eşliğinde, aynı formüllerin beşiğinde.
Tanrısı oldukları bir inanç sistemi içinde, inanan sayısı kadar ölecekleri bilgisinden çok uzaklarda, sonsuz uykuları boyunca arayıp durdular bilmeden; törenler eşliğinde yeni bir inanca adanacakları sunaklarını.
Kendini tekrarlamaya başlayınca farklılıklar, en çok korktukları sıradanlıklar en keskin zehir oldu  yudum yudum içtikleri...
Kaderi ağlara takılmak olan balıklar gibiydiler. Günlük yaşamın güçlü elleriyle çekildiler; tedirginlik ve ürkeklikle dolaştıkları farklılığın sularından, sıradanlığın kıyılarına.
Tanrı olmanın büyüsüyle ulaştıkları sunaklarda sunuldular gerçeğin ellerine ve kovuldular rüyalarından; sipersiz, savunmasız alacık meydanlara. Doğunun ışığıyla kamaştı gözleri ve yalnızca gidişi olan bir yoldan adım adım ilerlediler anıtlara. Kimi de dokunmak istedi kendine varolduğunu hissedebilmek için; uykusunda çürümüş yok olmuş uzuvları, boşluğu avuçladı elleri, görmek istedi aynalarda yüzünü; aynalar da bulamadı ne yüzünü, ne bedenini; rüyada unutulmuştu gözleri. 
Hedeflere hapsolunca coşkular, düşler tökezlemeye başlar; döke saça kendini ulaşır ölümüne, formüllerde rehin kalan yaşamlar.
Sadıktılar efendilerine, ölümün köleleri. Adadılar yaşamlarını; karanlığın bedeninde onmaz yaralar açılıncaya kadar soymak için tüm gölgeleri güneşe ve beslenecek giz bulamayıp yok oluncaya kadar düşler, vıcık vıcık batıp çıkmaya formüllere, seslere, sözlere...
Dev bir nokta koydular yaşama ve büyük harfle başladı ölüm. Sımsıkı tutunduğu bedenin kanını emerek yaşayan sülük gibiydi sesler; dudaklardan taşmaya başlayınca sözler, varoluşun her köşesini sömürünceye kadar bitmedi cümleler. Paslıdır kapanların dişleri, soğuk nemli, kaygandır yolları. Yol aldığını düşündürür, yollardır altından kayan, yürüdüğünü düşündürür, adımların yoktur oysa; yollardır yol alan düşlerin zamanında.
Sivri dişler arasından bir ses duyulur yönünü saptayamayacağın uzaklardan; sıcacık kollarıyla bedenini sarmayı, yumuşacık bir akışla içine dolmayı seslenen; billur, berrak, gözleri kirlenmemiş, sözleri küflenmemiş, teni deniz kokan.
Duyulur, tek gözünle görebildiğin bir ses; üzerinde pembe giysiler, ellerinde pembe çiçekler.
Susmaz dokunur düşlerine, sağırlaşır kulakların düşlerinin sesine ve uyanırsın; rüyası yarım kalmış bir uykudur uyandığın. Yürürsün yarım kalan rüyandan kurtarabildiğin tek bacağınla anıtların, mezarların arasından sana seslenen, pembecik çiçekler sunan, pembecik giysilere.
Bütün sesler gibi susmaz; çağırır, çağırır, çağırır, dokunur düşlerine, dokundukça düşün olur, düşledikçe uykudasındır, uyudukça duyarsın, duydukça derinleşir uykun. Susmaz kendini söylemeyi; söyledikçe sözlerin, susmadıkça söylemin olur. Düşünmezsin düşlerin renksiz olduğunu, yürürsün pembecik bir yaşama doğru adım adım. Duydukça kaybolur duymaların, yaklaştıkça solar çiçekler, pembecik bir beden olmak isteğiyle uzatırsın düşlerinden  gizlemeyi başarabildiğin tek kolunu pembecik giysilere.
Dokundukça kirlenen ellerini göremezsin; bedenini terk etmiştir gözlerin. Sımsıkı kavrarsın, kavrasın istersin. Kavradıkça parçalanır giysiler, akmaya başlar içlerinden; tanrıların, dinlerin, eylemlerin, söylemlerin aydınlatamadığı zifir.
Bir beden çıkarırsın pembe tuzaklardan; kendi kurutulmamış, yeri unutulmuş bir bataklık gibidir; bırakmaz kavrayışını, battıkça batarsın, öyle bir batıştır ki kurtulamadığın, sivri dişlerde parçalanmayı özlemle anarsın.
Zamanın, geç kalınmışlık olup içine dolan bu anında anlarsın ki; hiçbir maddenin uyuşturamadığı bir can çekişmedir pembeye boyanmış olan.
Kendine gecikmişliğin paniğiyle uğuldamaya başlar sıkıştığın kapandaki gürültü-patırtı, pıhtılaşmaya başlar düşlerin zamanı, seslere dönüşür uğultular, ele geçirinceye kadar bedenini susmaz çağırır sesler, duydukça susarsın, sustukça terk eder bedenini kendi sesin, varlığını yırtarcasına doluşurlar sesinden kalan boşluklara; erdem ve pembe çiçekler.
Her doluşlarıyla gürül gürül kanarım, rüyası yarım kalmış bir uykudur; kan-ter içinde uyandığım.



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın deneysel kümesinde bulunan diğer yazıları...
Tanrıların Çocukları
Ses
Arka Bahçeler

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
İmza [Deneme]


sabiha kimdir?

kendinden yola çıkmalı herkes, kendinden etkilenip kendini aşmalı ve kendine ulaşmalı yeniden. . . . .

Etkilendiği Yazarlar:
sartre, kafka, nietzche


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © sabiha, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.