"...Ve hepimiz az ya da çok rüyacı değil miyiz!" -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Kamyondan bozma servis aracı durduğunda birlikte kelepçelendik. Eliyle parmağımdan tutundu. Elleri soğuktu. Yapışmış göz kapakları barut izleriyle dövmelenmişti. Başı yukarıda, yarı açık ağzıyla etrafındakileri seçmeye çalışıyor gibiydi. Kamyonun arka tarafındaki basamaklardan inerken kendini tümüyle bana teslim etmişti. Kim olduğunu bilmediği birine al götür beni istediği yere dercesine teslim oluşu içime işledi. Sol bacağını bacağıma yaslamış adımlarımı kopyalıyordu. Bedeni sıcak ve kırılgandı. İkişerli yürüyüş kolunun başını çekiyorduk. O, bana arkadan gelenler de bize ayak uyduruyordu. Neler hissediyordu? Burnu alışılmışın dışında hangi kokuları alıyor, kulağı uzun süredir duymadığı hangi sesleri duyuyordu. O ana dek hiç konuşmamıştık. Nefesini kulağımda hissettim, - Kadın genç mi? Gördüklerini anlat. Benim gözlerimle görmek istiyordu. Yanımızdan parlak siyah takım elbiseli, beyaz gömleğinin sarmaladığı göbeği çeketinin önünden taşan, düğün evi kemacısı tipli biri, ayakkabısının ökçesini taş zeminde kaydırarak ilerliyordu. Hayal kırıklığına uğrasın istemedim, - Genç... - Sarışın mı? - Sarışın. Fısıldaşarak konuşuyorduk. - Yaklaştı mı? - Bir kaç adım önümüzde. - Onu sormuyorum. O an yanımızdan geçen, beli büzgülü kenarları fırfırlı patlıcan moru etek üstüne, pembe saten gömlek giymiş, kadını fark ettim. Naylon çorap hışırtılı adımlarını kemancının adımlarına uydurmuş; ‘’adamını’’ takip ediyordu. Etekliği kalçalarını sarmış. Diplerinden siyahları görünen, yanaklarını döven sarıya boyalı dalgalı gür saçları, etrafa özlediğimiz kokular yayıyordu. Avluda öbek öbek gençler var. Ellerinde evrak dosyaları bekleşiyorlar. '' Sevk var.'' diyorum. '' Onlar askeri liseleri kazananlar.’’, diyor. Hasta arabasını iten bir hemşireyle bakışlarımız kesişti. Bakışları şimdi birlikte kelepçelendiğim kişinin üstünde. Gözleri hüzünlü. - Basamağa dikkat. Bedeni bedenime biraz daha yasladı. Ayaklarını adımlarıma uydurdu. Basamakların bittiğini söylemeyi unuttum. Bir adım gerimde ayakları havada asılı kaldı. Sendeledi. Elleri daha sıkı sarıldı parmaklarıma. Koridor kalabalık. Koridor sıralarında oturan kadınlar sohpet konularını kesip bakışlarını bize çeviriyorlar. Koridoru ortaladığımızda, annesinin yanından fırlayan yaşamı yeni adımlamaya başlamış bir kız çocuğu, gözleri annesinin üstünde üzerimize doğru geliyor. Çapraz tutuşa aldıkları otomotik silahlarıyla önümüzde ilerleyen askerlerle aramızda kalıyor. Kolundan tutup çevirecekken annesi kolundan çekip uzaklaştırıyor. Paytak patik sesleri... tombul bacaklarına sürtünen alt bezini saran plastik donu... Gözlerini bana dikmiş annesinin ardından sürükleniyor. Anne, besbelli, önlerine kitap, yığınları serilmiş, gençlerin görüntülerini veren TV haberlerini sıkca izleyen biri. Gülümsemem mi, somurtmam mı gerekir bilemiyorum. Pencere önünü iki asker tutuyor. Oturduğumuz sıraların sonunda ellerinde ismini bilmediğim ağır makinalılar olan diğerleri iki sıra dizilmişler. Karşımızdaki sırada oturan bebekli iki kadının yanına bir yenisi geliyor. Yeni gelenin saçları yer yer ağarmış gözleri mavi. Soldaki beyaz tenli, kumral. Onları bebekleri kaynaştırıyor. Sol baştaki göyüslerine bastıdığı bebeğiyle ortadakine eğiliyor: ''Bizimkisi'', diye başlıyor söze. '' Aslında uykusu var ama uyumak istemiyor.'' Sözleri ben bu işten anlarım der gibi. Yeni gelen birşeyler söylüyor anlamıyorum. Ortadaki kafasıyla onaylıyor söylenenleri. Sağ baştaki ortası ayrık dişlerini göstere göstere gülüyor. Bebeklerinden bahsetmekte birbirleriyle yarışıyorlar. Kucaklarında bez bebekleri oturdukları kapı önlerinde analarını taklit eden kız çocukları gibiler. Birbirinin ellerinden bebeklerini çekiştirseler yada eteklerini tuta tuta koridorda seksek oynasalar garipsemeyeceğim. Bir an bencilliğimden utanıyorum. Yanımdakine fısıltıyorum, - Üç bebe, üç kadın... Düzeltiyor: - Üç bebe… üç çocuk! Kaç yıl aldın? Onaylandı mı? Nerelisin? Koğuşunuzda kaç kişi var?Sorularıma verilen kısacık cevaplar. Ne konuşacağımı bilemiyorum. '' Zaman nasıl geçiyor?'',desem. '' Kör müsün be adam nasıl geçecek.'', diyecek içinden. '' Nasıl oldu ?'', desem. '' 16 yıl aldık dedik ya ; maytap mı geçiyorsun benimle.'', diyecek. Aslında sorulacak tek bir soru var. Ama o soruyu sormak içinde çok erken. Kadınların yerini ellerinde evrak dosyalarıyla askeri lise öğrencisi olmaya aday gençler aldı. Derleyip büktükleri gazetelerinin fotoğraflarına göz gezdiriyor, okur mektupları köşesini taradıkları, gazetelerini yeniden katlıyorlar. Göyüs ceplerinde sigara paketleri. Neşeliler. İsmi okunan kalkıyor. - Çaylak kuşlar. Hele bir Kuleli’ye girsinler. Geceleri boğaz manzaralı keneflerde ağlarken bulacaklar kendilerini. Alındığında askeri okul son sınıftaymış. Tam karşımdaki başını arkadaşının omzuna dayamış, parmağının ucuyla dizlerine çizdiği dairelere bakıyor. Bir ara uzun kirpiklerinin kaldırıp beni süzüyor. Gözlerimiz karşılaştığında parmaklarıyla saçlarını düzeltiyor, arkadaşının cebinden çıkardığı sigarayı, diliyle ıslattığı dudakları arasında yakıyor. Alışık olmadığı belli. Arkadaşı esmer tenli atletik yapılı biri. Arkadaşlıkları eski, ama denk değil. Nedense onun, iyi bir arkadaş, ama iyi bir arkadaşı hiç olmamış bir olduğunu düşünüyorum. Hamile bir kadın ve bir erkek koridorda ilerliyor. Kadının, kendine güveni tam, gülücükler dağıtıyor. Cinselliğinden sıyrılmış, garip bir dokunulmazlık kılıfına bürünmüş. Oracıkta doğuracakmış gibi elbisesinin kemerini çözüyor, muayene odasından içeri dalıyor. Koca aynı sabısızlığı odadan çıkarken de gösterir düşüncesiyle elindeki ceketini muayene odasının kapısında siper etmiş bekliyor. Oturduğumuz sıranın başına oturmak isteyen bir genci azarlıyor askerler. Yüzü sivilceli, ütüsüz bir gömlek var sırtında. Pantolonun paçası hızla boy attığının kanıtı . Paçaları ikinci kez dikilip, boyu uzatılmış. Kafasını önüne eğmiş el çantasının sapını çekiştiriyor. Yüzünün derisi aşağı doğru çekilmişcesine dudakları biribirinden ayrık, ayrık dudaklarının arasından öne doğru merakla atılmış sarı dişler. Dudaklarının üstünde belirli belirsiz tüyler, kalkık burnun üzerinde yayvan bakışlar. Bu yüze hiç yakışmayan, tırnakları kir içinde en az üç nüfüsu geçindiren güçlü eller. Kelepçelerimiz çözülüp ayrı ayrı kelepçeleniyoruz. Önce ben giriyorum içeri. Çıktığımda, elimde kökünün üstüne kocaman bir parça doku yapışmış, pamuğa sarılı yirmilik dişim. Başı bağlı bir kadın oturmuş karşı sıramıza. On yaşlarında bir kız çocuğu gözleri japon çizgi filim kahramanları gibi iri ve parlak, kucağında parmakları halsizlikten biri birine yapışmış bir bebe. Rönasans tablolarından bir kesit. Şefkat, sorumluluk, korkuyla gelen küçük yaşda kazanılan olgunluk. Yanı başında sekiz yaşlarında bir oğlan çocuğu. Bir ara çocuk yanımıza ilişiyor. Kız eliyle bebenin sırtını tıppışlarken, annesinden arak bakışlarla ‘’şıştt’’ diyor kardeşine. Anne umursamaz. Kadınlığını kızıyla paylaşmış, usta işi bir yelek örüyor. Bilmem ne kirpiği yada bilmem ne göbeği desenli...İnce burun, sivri kulak, sıçan dişli, bir oğlan. Kara gözleri üzerimde. En sevimli halimi takınıp, gülümsemeye çalışıyorum. Tuttuğu takımın renklerinde tişör giymiş , ciddi, hiç oralı değil gülümsemiyor. ‘’Fenerli misin ?’’ diye soracakken. Askerlere askerlikle ilgili tabanca tüfekle ilgili bir şeyler sormaya başlıyor. Suçumuzun ne olduğunu soruyor. Cevabını alıyor. Aldığı cevap pek kafasına yatmıyor. Gözü, görünürde ağzında tek dişi kalmış okul müdürü kılıklı birini seçiyor aramızdan . -Bu da mı terörist ? Elimde pamuklara sardığım yirmi dişim . Koğuşta bizim doktora soracağım dişin köküne yapışmış parçanın ne olduğunu. Çeken doktora soramadım. Pek suratsız bir şeydi. Morfini diş etime değil ağzıma boşalttı. Uyuşup uyuşmadığını sormadan asıldı kerpetene. Ağzımın içi arı sokmuş gibi. Onu, getirdiklerinde bitkindi: ‘’ Anlat ,’’ dedi. ‘’Bir şey kaçırdım mı?’’ Dişimden bahsettim. Kökünün üstündeki süngersi dokusu elleriyle yokladı. ‘’Çekerken çene kemiğinden parça koparmışlar,’’ dedi. Bir şey diyemedim. Yayvan bakışlı gencin gözlerine dalmışım. Uyumuşum. Uyandığımda o yoktu. Sordum. Tek dışı kalmış çanavar: ‘’Kimden bahsediyorsun sen’’, dedi. ‘’Dışarıda uyumak yaramamış sana.’’ Koğuşa döndüğümde koğuş boştu. Pencereler açılmış havalandırmaya çıkmadan önce arap sabunlarıyla ovulan zemin kurumaya bırakılmıştı. Üçüncü kat ranzama çıktım. Tavandaki sinek ölülerinden fal tutup, geleceği okumaya çalıştım. Huzurluyum. Dışarıdakiler mi? Allah kurtarsın... 2005-İstanbul
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ihsan alaittin bilgen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |