..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Barışı bulacağız. Melekleri duyacağız, göğün elmaslarla parladığını göreceğiz. -Çehov
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Başkaldırı > Özge Can




11 Şubat 2006
Tesadüfen Yaşamak  
bir savaş hikayesi

Özge Can


Emzikleriyle ölen çocuklar... Gözleri kızarmış babalar... Açlıktan kemikleri sayılan çocuklar... Söyleyin bana bunlardan kim- kim etkilenmez ki?


:BDBG:
Tesadüfen Yaşamak
Mükemmel bir hayatım vardı. Beni çok seven bir aileye, harika arkadaşlara ve sayamayacağım çoklukta oyuncaklara sahiptim. Okul çıkışlarında annemle birlikte bahçesinde bin bir renk çiçeğin açtığı evimize gelir ve onun yaptığı leziz yemekleri yerdim. Bu olağanüstü yemeklerinin sırrını kimselere söylemezdi, soranlara ise “yalnızca yemeklerimi yaparken içine kalbimde yaptığım bir iksirden katıyorum!” derdi ve gülümserdi. Bazen bunun doğru olduğunu düşündüğüm zamanlarda olurdu tabi... Okulun yemeklerinden nefret ediyordum,misafirliğe gittiğimizde yalnız bir yemeğin tadına baktıktan sonra tok olduğumu söyleyip yemem için yapılan ısrarları reddediyordum. Fakat 7 yaşında olmama rağmen oldukça topluydum ve bunu annemin yemeklerine bağlamıştım; en sevmediğim yemeklerden bile iki tabaktan az yiyemiyordum.
Yemeğimizi bitirdikten sonra annem el işini yapmaya koyulur bense hevesle derslerimi yapardım. İlkokul 1.sinifta olduğum için yeni yeni harfleri tanıyordum ve bu bana acayip zevk veriyordu. Bazen ne yazdığını bir türlü anlayamıyordum. İste bu anlarda annem hemen yardımıma koşuyor ve dersim bitene kadar yanımda durup gözlerinde bambaşka bir bakışla beni izliyordu. Bu bakışın anlamını bir türlü çıkaramıyordum;sanki okumayı ben değil de o öğreniyormuş gibiydi. Bazen beni kıskandığını düşünürdüm sonra saçmaladığımı anlayınca ona bakıp imrenirdim.
Annem 32 yasında genç bir kadındı. Kahverengi uzun saçları ve parlak gözleri vardı. Büyüdüğümde onun gibi olabilmek için her gece yatmadan önce dua ederdim. Boş zamanlarında örgü örmenin yanı sıra neden okuduğunu bir türlü anlayamadığım kalın kitaplar okurdu. İçinde hiç resim olmayan bu kitaplarla ilgilendiği ve o küçücük yazıları okuduğu için ona kızardım. O da kitabını kapatır ve karşıdaki kırtasiyeden beğenerek aldığımız kocaman yazılı, rengarenk resimli ve oldukça ince olan kitabı alır ve yüksek sesle okumaya başlardı. O okudukça ben düşünürdüm,ne de güzel şeyler yazardı o incecik kitapların içinde... annemin güzel sesiyle daha bir güzelleşen hikayeleri ben de onun gibi hızlıca okuyabilmek için sabırsızlanırdım.
Bir gün öğretmenim anneme “kızınızın okuma hevesine hayranım.”demişti, annemse beni öpmüştü! Bense şaşırmıştım;bir hoca nasıl öğrencisine hayran olabilir, hiçbir öğrencisi onun gibi okuyamaz ki diye... Çünkü benim imrendiğim insanlardan biri de öğretmenimdi. Bize hiçbir zaman bağırmazdı,sabırlıydı,hep gülümserdi. Okulu sevmemin diğer bir nedeni de buydu zaten...
Annemin okuduğu hikaye bitince odama gider ve oyuncaklarımla oynardım. Barbie bebeklerimi uyutur, yemek takımlarımda annemin yaptığı yemeklerden yapar, ocağımın üstüne bırakırdım. Bazen camın önüne koyduğumuz menekşeyle konuşur,sular ve okulda olanları anlatırdım. Beni dinlediği için sevinirdim ve ödül olarak bir bardak su daha boşaltırdım küçük saksısına.... Ödülümü kabul etmeyip saksısının altından çıkarınca da kızar ve küserdim. Yeni aldığımız çalışma masasını düzenlemeye bayılırdım;kitaplarımı tek tek dizer aralarına bebeklerimi oturturdum. Onları uslu durmaları için tembihler ve tıpkı annemin bana yaptığı gibi yanaklarına birer öpücük kondururdum.
Hava kararmaya başladığında annem akşam yemeğini hazırlamak için mutfağa girdiğinde ben de ona yardım etmek için can atarak oradan oraya koştururdum. Yemek pişip kokular yayılmaya başladığında yardımı unutur, bu seferde tencereden gizlice bir lokma kaçırabilmek için annemi gözetler dururdum. Annemse babamın bizim için çalıştığını ve beklememiz gerektiğini söylerdi, babamın bu kadar çalışmasına bir anlam veremez ve evde arabalarla oynamak varken gidip kocaman bir ofiste masa başında oturup bütün gün telefonla konuşmasına kızardım.
Zil çaldığında kızgınlığımı unutur ve kapıya koşardım,annemden önce kapıyı açtığımda anneme bakıp bir kahkaha atıp babamın boynuna atlardım. Babam işten geldiğinde yorgun görünürdü ama yine de bizi görünce güler,önce beni,sonra da annemi öperdi. Babama hayat bilgisi kitabında yemekten önce ellerimizi yıkamamız gerektiği yazdığını söyleyip onu banyoya sürüklerdim. O ise bana hiç kızmaz aksine bunu ona hatırlattığım için beni teşekkür ederdi.
Yemekte bana okulumu sorarlardı, anlata anlata bitiremezdim. Öğretmenimi,yanımda oturan arkadaşımı anlatır ve yeni yeni ezberlemeye başladığım Milli Marşımızı avazım çıktığı kadar bağırarak okurdum. Annem ve babam bazen bana güler,bazen de eşlik ederlerdi. Genellikle yemeklerden sonra halamın evine giderdik. Halamın üç buçuk yaşında bir oğlu vardı. Ona kalem tutmayı öğretmek için saatlerce uğraşırdım ama bütün uğraşlarım sonucunda hala kalemi tutamıyor olduğunu görünce öğretmenliğin ne kadar zor bir meslek olduğunu düşünür ve asla öğretmen olmayacağımı söylerdim. Aslında hemşire olmak istiyordum yada sarkıcı... Bana aşı yapan hemşirelerden nefret etmeme rağmen hemşirelik bana hep kutsal bir meslek gibi gelirdi,sarkıcılık ise eğlenceli... annem büyüyünce bir enstrüman çalabileceğimi söylemişti bir kere... O günü sabırsızlıkla bekliyordum.
Bir gün okuldan gelmiş, yemeğimi yemiş,derslerimle uğraşıyordum ki annemin telefonda hararetle konuştuğunu duydum. Ara sıra gülüyordu, mutluydu ve verdiği cevaplara bakılırsa karsı tarafında konuyla ilgilendiği belliydi. Uzun uzun konuştuktan sonra telefonu kapatmasıyla benim yanında bitmem bir oldu.
-“Ne oldu anne?”
- “Hmm... bunu sana nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum tatlım... nasıl bir tepki vereceğini de tahmin edemediğimiz için bunu sana babanla birlikte yemekte söylemeyi planlıyoruz canim!”
-“Bunu beklemenin ne kadar zor olduğunu biliyorsun anne!!!”
-“Sabırlı olmayı öğrendiğini sanıyordum!”
Hiçbir şey demeden odama gittim ve beklemeye başladım. Annemin “eğer zamanın çabuk geçmesini istiyorsan bir şeylerle ilgilen” sözü aklıma geldi ve kalan ödevimi yapmak için yeni çalışma masama oturdum. Hala aklımdaki merak duygusunu atamıyordum. Sonunda zil çaldı ve babam geldi. Kapıyı açmak için annemle yarışmadım,babamın boynuna atılmadım,elini yıkamasını da söylemedim. Yalnızca masaya oturup bekledim. Klasik sorularına hızla cevap verip sabırsızlıkla gözlerinin içine baktığımı gören babam anneme göz kırptı ve annem boğazını temizledi.
-“ Tatlım ilk önce ne olursa olsun seni çok sevdiğimizi ve seveceğimizi bilmeni isteriz ama sana söylemek istediğimiz çok şirin bir şey var”
-“ Şirin mi?”
-“ Bir kardeşin olacak bebeğim”
Ne diyeceğimi bilemiyordum. İlk aklıma gelen şey artık yalnız başıma evcilik oynamak zorunda olmadığımdı. Bu düşüncem yüzüme yansımış olacak ki babam:
-“Sevineceğini biliyordum. Senin kardeşini kıskandığı için doğmasını istemeyen kızlardan olmadığını annene söylemiştim. Öyle değil mi karıcığım?”
-“Evet canim!”
Kıskanmak mi? Neden böyle bir şeyden bahsediyorlardı ki... yoksa doğacak bebeklerini benden daha mı çok seveceklerdi? Beni buna mı hazırlamaya çalışıyorlardı? Belki de öyleydi! Yeni doğan bebekler her zaman sevimli olurdu ve herkes onlarla ilgilenmekten zevk alırdı. Birden annemin bir daha bana kitap okumayacağı, beni okul dönüşünde bekliyor olmayacağı,ödevlerime yardim etmeyeceği, babamın boynuna ilk sarılan ben olamayacağım düşünceleri hızla beynimden geçince gözlerimin yaşarmaya başladığını fark ettim. Annem sanki olağan ve beklediği bir şey olmuş gibi yüzünü babama çevirdi ve gözlerinin içine uzun uzun baktı. Koşarak odama gitmeme ve kapıyı kilitleyip, hıçkırarak ağlamama bile müdahale etmediler. Yoksa bu artık beni sevmemelerinin ilk belirtilerimiydi? Onlarla konuşmama kararı aldım.
Birkaç gün kararıma sadık kaldım ve hatta annemin yemeklerinden bile yemedim. Annem benimle konuşmak için çırpınıyordu. Sonra salonun ortasında onu, kendi kendine konuşurken buldum. Sanki sesini duyurmak istiyor gibiydi. Biraz daha yaklaştığımda aslında kendi kendine konuşmadığını gördüm. En sevdiğim barbie bebeğimi almış bağıra bağıra bebeğimin kardeşiyle yapabileceği güzel şeyleri anlatıyordu. Belki bunu bir oyun seklinde yaptığı için belki de annemin sesine muhtaç olduğum için kıpırdamadan dinlemeye başladım. Aslında anlattıkları hiç de fena şeyler değildi. Bebeğimin kardeşiyle oynayabileceği oyunları,ona kitap okuyabileceğini ve artık bir abla olduğunu anlatıyordu. Tam annemin anlattıklarıyla heveslenmeye başlamıştım ki telefon çaldı.
Annemin ses tonundan arayanın babam olduğunu tahmin edebiliyordum. Annem babamla konuşurken her zaman gülümserdi ve şu anda yeni doğacak olan bebeklerinden bahsettiklerini düşünüyordum. Ama annemin yüzü birden asıldı, elleri titremeye başladı. “Sonunda bunu da yaptılar demek” dedi ve kapattı. Anneme olan kızgınlığımı unutup yanına gittim ve neden titrediğini sordum.
-“Şimdi, sen odana git bebeğim, belki çiçeğin seninle konuşmak istiyordur! Hadi yavrum!”
Bunu beni kandırmak için söylediğini biliyordum ama gözlerindeki derin ifadeyi görünce gitmem gerektiğini anladım ve merdivenlere yöneldim. Annem titreyen elleriyle televizyonu açtı. Ama merakıma karşı koyamıyordum, merdivenlerde annemin beni göremeyeceği fakat benim rahatlıkla televizyonu görebildiğim bir basamağa çömeldim. Televizyona baktığımda ağlayan bir bebeğin görüntüsünü görünce çok şaşırdım. Uzaktan çekim yapıldığında bebeğin babasının elinde olduğunu ve babasının da ağladığını görünce şaşkınlığım iki katına çıktı. Babalar ağlamazdı ki... onlar her zaman bizi teselli ederlerdi. Öyleyse onun babası neden ağlıyordu? Ekranda bir spiker vardı ama ne dediğini buradan duyamıyordum, sanırım annem benim duymamı istemediği için sesini iyice kısmıştı. Yine de spikerin hararetli konuşmalarından önemli bir şey anlattığını tahmin ediyordum. Bir eliyle mikrofonu tutuyor,diğeriyle de arkadaki manzarayı işaret ediyordu. Arkadaki evlerin hepsi yıkılmıştı, insanlar yerde yatıyordu ve birinin kafasından kan akıyordu. Orada neler olmuştu?
Aklıma öğretmenimizin anlattığı deprem geldi. Daha önce hiç deprem yaşamamıştım ama içimden bir ses bunun bir deprem olmadığını söylüyordu. Hem annem neden “sonunda bunu da yaptılar” demişti? Kim ne yapmıştı? Bir türlü aklım ermiyordu. Kim evleri yıkıp, bebekleri ve bir babayı ağlatabilirdi ki? Annemin gözlerinden süzülen yaşları gördüğümde merakım daha da arttı ve koşarak annemin yanına gittim. Annem geldiğimde gözyaşlarını benden saklamadı, bu sefer odama gitmemi de söylemedi. Aksine bana sarıldı ve daha şiddetli ağlamaya başladı. Annemi ilk defa böyle görüyordum. Uzun uzun ağladıktan sonra gözyaşlarını silip “ kahrolası Amerika!” dedi. Amerika mi? O da kimdi? Tüm bunları yapan o muydu? İyi ama babam ona bir ceza verirdi ve o da bir daha yapmayacağına söz verebilirdi. Belki yalnızca ona odasına gitmesin söylerdi! Bunda üzülecek ne vardı ki... yıkılan evleri yeniden yapabilirlerdi. Belki kafası kanayan adamı hastaneye götürür ve ağlayan babayı da teselli ederlerdi. Ama yine de eğer bir gün Amerika’yla karşılaşırsam onunla konuşmamaya karar verdim!..
Babam geldiğinde onun yüzündeki ifade de pek farklı değildi. Yemekte bana okulumu sormadı, hatta hiç konuşmadı. Neden her şey bu hale gelmişti? Her şeye rağmen biz iyiydik, diğer insanlar için neden bu kadar üzülüyorlardı ki? Bu düşüncemi sessizce söylediğimde bana gerekli açıklamayı babam yaptı.
-“ Yavrum bu tür şeyleri senin aklına sokup seni üzmek istemem ama artık sana getireceğimiz bazı yasakları kabullenebilmen için bazı gerçekleri bilmen gerekiyor!”
-“Yasaklar mi?”
Bu sefer konuşan annemdi;
-“Evet tatlım özellikle dışarı çıkmanla ilgili bazı yasaklar! Üzgünüm ama sanırım parka gitmeyi kesmemiz gerek, sadece okul için dışarı çıkabilirsin! Belki de... neyse...”
- “Amerika bize büyük bir savaş açmış, her an bize zarar verebilirler!”
- “Baba sen Amerika’ya gerekli cezayı verebilirsin,öyle değil mi?”
Bu sorumu sormamın üzerinden iki-üç gün geçmeden Amerika’nın kim olduğunu daha doğrusu ne olduğunu öğrenmiştim. Çünkü artık televizyonlarda hiç çizgi film olmuyordu, ben de canım sıkılınca annemin itirazlarına kulak asmayıp haberleri izliyordum. Her gecen gün farklı yerlerde ağlayan insanları izliyordum. Artık dışarı çıkmaktan ben de korkuyordum. Çünkü ara sıra dışarıdan çok büyük gürültüler geliyor ve uzaklardan büyük toz bulutları yükseliyordu. Artık okula gidişlerim de düzensizleşmişti. Zaten okula gittiğim günlerde de sınıfta parmaklarımla sayabileceğim kadar az öğrenci oluyordu.
Annemin karnı şişmeye başlamıştı ama evde kimse bebekten bahsetmiyordu. Babam işten gelince haberleri izliyor,annemse kıpırdamadan gözlerini tek bir noktaya dikmiş düşünüyor oluyordu. Bir gün babam;
-“Artık dikkat etmemiz gereken bazı şeyler var. Bugün alışveriş yapmak için tek bir market bile bulamadım. Hepsi kapılarını kocaman zincirlerle kilitlemişti. Ülkede kıtlık başladı. Sanırım artık yiyeceklerimizi daha dikkatli tüketmeliyiz. Ayrıca söylemek istediğim başka bir şey daha var.”
Annem sanki tahmin ediyormuş gibi ağlamaklı olmuştu.
-“Ülkede seferberlik ilan edilmiş.”
Annem ağlamaya başlamıştı. Babamın da gözleri dolu doluydu. Bense hiçbir şey anlamıyordum.
-“Baba..., seferberlik... ne?”
-“ Bir süreliğine sizden ayrı kalmam gerek kızım. Hani demiştin ya babam o Amerika’ya cezasını verir diye işte ben de şimdi bu işi halletmek için diğer babalarla birlikte gitmek zorundayım tatlım! Ama döneceğim merak etmeyin! Hem de döndüğümde artık rahatça okula gidebiliyor ve parkta oynayabiliyor olacaksın canım!”
İşte şimdi ilk defa bende ağlıyordum. Hem de hıçkıra hıçkıra...
-“Babacığım ama ya onlarda seni o televizyondaki baba gibi ağlatırlarsa...”
-“Emin ol bunu yapamayacaklar yavrum”
Bizi acıyan bakışlarıyla dinleyen annem bana haber verdiklerinden beri ilk defa bu konuyu açarak;
-“ Peki ya bebeğimiz?” diye sordu.
-“Bebeğimiz doğana kadar ben burada olacağım. Bunu sakın aklından çıkarma!”
İşte son akşam yemeğimiz buydu. Ertesi sabah babam işe gitmedi. Annem ağlaya ağlaya ona bir çanta hazırladı, içine temiz iç çamaşırı,çorap ve eldiven koydu. Babamın gözündeki ıslaklık yerinde duruyordu,sanki dışarı çıkmaya uğraşan fakat önündeki barajı bir türlü aşamayan bir nehir gibiydi. Bense kendimi durduramadan hıçkırıyor,ara sıra da hepsinin bir rüya olduğunu düşünüyor ve uyanmak için kendimi cimcikliyordum.
Babam giderken ikimize de uzun uzun sarıldı. Yiyeceklerimizi dikkatli kullanmamızı, herhangi bir tehlikede mutlaka sığınma evlerine gitmemizi,çok acil olmadığı sürece dışarı çıkmamamızı,birbirimizin yanından ayrılmamamızı ve her zaman hastanenin ve ambulansın numarasını ezbere bilmemizi söyledi ve ikimizin de sırayla tam gözlerimizin içine baktı. Söyledikleri beni ürkütmüştü ama yinede söz verdim. Uzun bir vedalaşmadan sonra gitti... babam gitti... bir süre ikimizin de ağzını bıçak açmadı. Annem perişandı, yiyeceklerimizi idareli kullanmamız gerektiği için artık o lezzetli yemeklerinden yapmıyordu. Ara sıra gelen komşularımız hamileliğini tehlikeye atmaması için bir şeyler yemesi gerektiğini söylüyordu. Annem tepki vermiyordu.
Her an tetikte yaşamak berbat bir şeydi. Babamı özlemiştim. Acaba neredeydi? Her gün annemle televizyonun karşısına geçip haberleri izliyorduk ve her seferinde ayni manzarayla karşılaşıyorduk. Hala babamdan hiçbir haber yoktu.
Artık annemin yatağında yatıyordum. Bazı geceler bomba sesleriyle uyanıyorduk,birbirimize daha sıkı sarılıp dua ediyorduk. Ben de zayıflamaya başlamıştım. Oyuncaklarım da artık bana zevk vermiyordu, çiçeğim çoktan solmuştu. Hayat aslında ne kadar da zordu...
Bir gece kulaklarımızı sağır edecek bir gürültü ve sarsıntıyla uyandık. Evdeki küçük eşyaların hepsi devrildi, çoğu kırıldı. O yüzden evin içinde yürümek zorlaştı, annem beni kucağına alıp dışarı koşturdu.
Evin kapısından çıkıp biraz ilerlemiştik ki daha şiddetli bir ses ve sarsıntıyla yere yığıldık. Dumandan birbirimizi göremiyorduk. Bir yandan çığlıklar atarak bağırıyor bir yandan annemi arıyordum. Eskiden ne zaman evde anneme seslensem bana cevap verirdi ama şimdi vermiyordu işte! Kahretsin,her taraf duman olmuştu. Ağlamaya başladım. Ne kadar ağladım bilemiyorum, sonra omzuma dokunan bir el hissettim. Annem olmasını umarak arkama döndüğümde elin hiç tanımadığım birine ait olduğunu gördüm. Yüzü isten simsiyah olmuş, gözleri nemli ve saçları darmadağınık, babam yaşlarında bir adamdı. İlk önce hiçbir şey söylemeden beni kaldırmak istedi. Çabalarına karşılık vermeyip bir de annemi bulmaları için ısrar edince adam karşıma oturdu;
-“ Çok yakında anneni göreceksin ama simdi onun biraz dinlenmesi gerekiyor ve senin de bizimle gelmeni istiyoruz. Merak etme sana kötü bir şey yapmayız zaten seni götüreceğimiz yerde bir çok arkadaşın olduğuna eminim.”
-“Beni neden evime götürmüyorsunuz?”
-“ eviniz son bombada biraz hasar görmüş, sanırım uzun bir süre orada kalamayacaksınız ama hiç üzülme canim hepsi geçecek. Simdi uslu bir kız ol ve beni takip et, eğer sözümü dinlersen anneni de görebilirsin”
Annemi görebilme umudu bana güç vermişti. Kalktım ve adamın elini tuttum. Ağlarken fark edememiştim ama duman azalmıştı fakat bu manzara öbüründen de beterdi. Tanıdığım, gördüğüm, önünden geçtiğim bütün evler yıkılmıştı. Karşıdaki kırtasiye fark edilmiyordu bile... sadece yerde bir tabelası kalmıştı. Nereye gittiğimizi bilmiyordum,yalnızca etrafıma bakarak yürüyordum. Her şey bana yabancı geliyordu. Sanki başka bir gezegende yada kötü bir kabusta gibiydim. Hani uyurken bir kabus görürsün, onun kabus olduğunu bilirsin ama yine de kabusun devamını görmek için uyanmazsın ya, aynı onun gibi bir duyguydu bu... ağlamıyordum aksine heyecanla neler olacağını bekliyordum ama içimde çok büyük bir korku vardı.
Karnım gurulduyordu ve üşüyordum hatta soğuktan titriyordum. Dilim damağıma yapışmıştı, ayaklarım çıplaktı ve üzerimde yalnızca geceliğim vardı.
Yolda elimi tutan adam bir şeyler anlatıyordu. Etraftaki çığlık sesleri, ağlamalar ve iniltilerden onu duyamıyordum ama daha tenha bir yola geldiğimizde onu dinlemeye başladım.
-“Benim de senin yaşlarında bir kızım var biliyor musun? Fakat kaç yaşındaydın sen?”
- “yedi buçuk”
-“Evet,evet o da tam senin yaşındaydı. Seferberlikten sonra onu bir daha hiç göremedim. Şimdi nerede olduğunu, ne yaptığını hatta hayatta olup olmadığını bile bilmiyorum.”
Gözleri dolmuştu.
-“Bende babamın nerede olduğunu bilmiyorum ama hayatta olduğunu biliyorum”
-“Nereden biliyorsun? Sandığım kadarıyla askerlere telefon izni yok”
-“Hissediyorum”
- “Aslında ben de bazı geceler soğuktan uyuyamadığımda kızımın ve karımın sıcacık yataklarında yatıyor olduklarını hissediyorum. Belki de öyle olmasını dilediğim içindir.”
-“Annem şimdi nerede?”
-“ Son patlamadan sonra yere savrulmuşsunuz! Annen fena düşmüş,belinde yada bacaklarında bir sorun olabileceğini düşünüyoruz. O yüzden onu en yakın sağlık ocağına götürdük ama sanırım şu anda onu göremezsin. Zaten gecenin bu vaktinde seninde uyumaya ihtiyacın var!”
-“Ben annem olmadan uyuyamam.”
-“Hadii... çocukluk yapma...annenin iyileşeceğini ikimizde çok iyi biliyoruz, öyle değil mi?”
-“Peki ya bebek? Ona ne oldu? Annemin karnından anlamış olmanız gerekirdi”
-“Evet,bu konuda hiçbir bilgim yok ama bebeğe zarar gelmediğini tahmin ediyoruz. Neyse bak geldik hepimiz bu spor salonunda uyuyacağız bu gece...”
Spor salonunda uyumak mi? Neler söylüyordu? Bir insan nasıl spor salonunda uyuyabilirdi ki...
İçeri girdiğimizde nasıl olduğunu anladım. Yere bir kat örtü sermişlerdi ve herkes onun üzerinde kıvrılarak yatıyordu. Daha önce hiç böyle bir manzarayla karşılaşmamıştım,birden annemi daha fazla özledim. Gözlerim tekrar doldu. Bütün bunlar kimin suçuydu? Kim bunu yapmak isterdi ki... Amerika’mı? Hayır... kimse bunu yapabilecek kadar cani olamazdı.
Bana yerimi gösterdiler;en köşedeki küçük yerdi, yanımda yaşlı bir teyze vardı, ayak uçlarımda ise benim yaşlarımda bir erkek çocuğu yatıyordu. Bir süre sonra herkesin yatmış olmasına rağmen kimsenin uyumadığını fark ettim. Yaşlı teyzenin gözü sürekli etrafı tarıyordu. Çocuğunu yada torununu arıyor olabileceğini düşündüm. Önümdeki çocuk alçak bir sesle yanındaki genç kadınla konuşuyordu. Annesi olduğunu tahmin ettim, tekrar aklıma annem geldi. Acaba şimdi neredeydi? Acaba o adamın söylediği gibi belini yada bacağını mı incitmişti? Acaba o da beni merak ediyor muydu, yoksa baygın bir şekilde yatıyor muydu? Acaba o da benim gibi yerde üstü açık mı yatıyordu? Kafamda o kadar çok soru işareti vardı ki... göz kapaklarımın hiç bu kadar ağır olduğunu hissetmemiştim, uykum vardı ama uyuyamıyordum. Salonda hiç pencere yoktu ama sabaha yaklaştığımızı hissediyordum. Tüm bu olanları düşünürken uyuyakalmışım.
Uyandığımda salondaki insanların sayısı azalmıştı. Birden nerede olduğumu hatırlayamadım. Hala rüyada olduğumu sandım. Sonra dün olanlar bir bir aklımdan geçince nerede ve neden burada olduğumu hatırladım. Belki bugün beni annemin yanına götürürler diye hevesle kalktım ve gözlerimle akşamki adamı aramaya başladım. Ama etrafta hiç büyük birisi yoktu. Sanırım herkes çocuğunu burada bırakıp yiyecek bulmaya gitmişti ama benim de karnım açtı, peki bana kim yiyecek getirecekti? Babamın nerede olduğu hakkında en ufak bir bilgim bile yoktu annem ise sağlık ocağındaydı ama sağlık ocağının nerede olduğu hakkında tahmin bile yürütemiyordum. Sonunda kendi yiyeceğimi kendim almaya karar verdim. En yakın bakkala gidecek,canım ne isterse alacak ve babamın gelince parasını ödeyeceğini söyleyecektim. Böylece bakkal amca da bana ne istersem verecekti. Tek sorunum çıplak ayaklarım ve geceliğimdi. Sonbaharın sonundaydık, kış yaklaşmıştı ve hava çok soğuktu. Ama burada açlıktan ölmektense sokakta yiyecek bir şeyler ararken ölmeyi tercih ederdim. Aldırmadan dışarı çıktım. Çıkar çıkmaz ayaklarımdan başlayan ürperti, belime ve daha sonra da tüm vücuduma yayıldı. Bir an kaskatı kesildim, sonunda zorlukla yürümeye başladım. Etrafta kırık beton parçaları olduğundan yürümek daha da zorlaşmıştı.
Etrafımdaki manzarayı görünce kendimi babamın ara sıra izlediği savaş filmlerinin bir figüranı gibi hissettim. Elinden hiç bir şey gelmeyen bir figüran... her taraf yerle bir olmuştu. İnsanlar koşuşturuyordu, herkes bağırıyordu ama yine de derin bir sessizlik vardı. Bebekler ağlıyordu., sadece bebekler değil büyüklerde ağlıyordu. Bir yerde büyük bir kalabalık vardı. Acaba orada biri mi ölmüştü? Belki de annem gelmişti ve herkes ona sarılmak için toplanmıştı. Bu çocuksu umutla kalabalığa doğru koşturdum. İnsanlar önümü kapattığından ne olduğunu göremiyordum. Hatta canım acıyordu. Neden kimse beni korumuyordu? Neden babam birden çıkıp bana zarar verdikleri için onlara kızmıyordu? Neden annem beni yalnız bırakmıştı?
Birden arkamdaki dev bir adamın beni itmesiyle yere düştüm, eziliyordum. Kadınlar üstüme basıyorlardı. Kimse beni görmüyor, görenlerse aldırmıyordu? Ne olmuştu bu insanlara? İnsanlara bir çocuğu ayaklar altında ezebilecek gücü kim yada ne vermişti? O kalabalığın ortasında neler oluyordu? Son bir güçle ayağa kalkmayı başardım ve diğer insanlarla beraber sürüklendim. Kalabalığın ortasına vardığımda yaşadığım duygu acıma mıydı,sevinç miydi yoksa hayal kırıklığı mıydı bilmiyorum. Ama insanlar yıkılan bir dükkandan saçılan paramparça ve tozlu yiyeceklere saldırıyorlardı. Bir an ne yapacağımı bilemedim, annem bana her zaman yere düşen bir şeyi yememem gerektiğini söylerdi. Oysa simdi durum farklı mıydı? Çok açtım. Dayanamayıp bende yere eğildim ve dökülen kraker parçalarını toplamaya başladım. Tam bir avuç dolusu toplamıştım ki yanıma benden birkaç yaş büyük gözüken bir kız çocuğu yaklaştı. Amacı beni korkutup elimdekileri almaktı, belli ki o da çok açtı. Ama gözlerimdeki korku dolu ifadeyi görünce duraksadı. Bir kaç saniye kadar göz göze kaldık sonra dayanamadı ve arkasını döndü. Yerdeki yiyecekler tükenmiş, o koca kalabalık yerini bir kaç sızlanan kadına bırakmıştı. Kız arkasını dönünce ani bir hamleyle sırtından yakaladım. Kapkara sacları ve kapkara gözleri fakat saçlarına oranla bembeyaz bir cildi vardı. Sanırım korkmuştu, göz bebekleri büyüdü ama tepki vermedi. Küçücük, kirli avucumu dolduran krakerlere baktı. Elimi ona doğru uzattığımı görünce geri çekildi.
-“Yarısı senin olabilir?”
-“Bunu yapamam! Küçük ve aç bir çocuğun elinden yiyeceğini alamam.”
-“Ben küçük ve aç bir çocuk değilim. Üstelik babam artık benim de bir genç kız olduğumu söylüyor.”
Çaresizce ve gözlerine yerleşen küçücük bir pırıltıyla avucumdakilerin yarısını aldı ve isteksizce sordu.
-“Baban yaşıyor mu?”
-“Tabi ki de yaşıyor, babam çok güçlüdür. Sadece diğer askerlere yardım etmeye gitti ve eminim şu anda tüm askerler babama teşekkür ediyordur.”
Gözleri doldu.”Eminim”
Yürümeye başlamıştık,onun krakerleri bitmişti, bense son lokmalarımı yiyordum ama annem ve babam olmadan boğazımdan geçmiyordu. Bunu ona söylediğimde bana annemi sordu, her şeyi anlattım. Söylediklerimi gözünde bir damla yaşla dinledi.
-“Peki senin annen nerede?” diye sordum.
-“Benim annem beni doğururken ölmüş,babam ve ağabeylerimle birlikte yaşıyorduk. Babam bizden nefret ederdi.”
-“ Nefret mi ederdi, neden?”
-“ Bilmiyorum ama sanırım bizim ona yük olduğumuzu düşünüyordu. En çok da benden nefret ederdi, annemin ölümünden beni sorumlu tutardı. Onun tüm işlerini ben yapmama rağmen hep beni suçlardı. Seferberlik ilan edildiğinde doğruyu söylemek gerekirse biraz sevinmiştim.”
O bunları anlatırken aklıma babam geldi, beni ne kadar da çok severdi. Hep beni korumaya çalışır, bir suçum olsa bile affederdi... onu ne kadar da çok özlediğimi fark ettim. Herkesin gözüne bir damga gibi yapışmış olan o bir damla yaş sonunda beni de damgalamıştı.
Krakerlerden sonra susamıştım bu yüzden huzursuzdum. Aniden karşıma çıkan bu abla bunu fark etmiş olacak ki “özür dilerim, senin gibi küçük bir çocuğu sıktım sanırım, bunları sana anlatmamalıydım” dedi.
-“ Hayır, hayır anlattıklarını can kulağıyla dinliyordum, yalnızca biraz susadım.”
-“ Yakınlarda bir çeşme biliyorum, eğer üstüne bir şey devrilmediyse suyu temizdir. İstersen oraya gidelim, bende çok susadım.”
Böylece sözünü ettiği çeşmeye doğru yürümeye başladık. Yolda ikimizde etrafımızı incelediğimizden konuşmaya fırsat bulamadık. Etrafta yıkılan evler ve aralarda kalmış cesetleri çıkarmaya çalışan turuncu üniformalı işçiler vardı. Daha önce hiç ölü beden görmemiştim. Gözlerimi kapıyor, dayanamayıp tekrar açıyordum. Yerler hafif hafif kan lekelerine bürümüştü. Ağlayan bebekler dramı tamamlıyordu. Sanki duygusuzlaşmıştım, içimdeki küçük bir kıvılcım hariç her şeyi bir film gibi izliyordum.
Çeşmeye vardığımızda onun da başında bir grup insan vardı ama bakkalın önündeki kalabalık gibi değildi, doğal bir sıra oluşmuştu. Herkes teker teker suyunu içiyor ve geldiği gibi dönüyordu. Bunun nedeninin suyun bakkaldaki yiyecekler kadar kolay tükenmeyeceği olduğunu düşündüm. Sıra bize geldiğinde kana kana içtim, su buz gibiydi ama aldırmadım. Kim bilir annem beni bu soğuk havada soğuk su içerken yakalasa ne yapardı. Üstelik yalın ayak ve gecelikle...
Abla suyunu içerken bende onu inceledim. Onun üstünde kalın bir eşofman vardı. Ne kadar şanslı olduğunu düşündüm, çünkü soğuk sudan sonra yalnızca dışım değil içim de üşümeye başlamıştı. Titrediğimi ancak ablam bana eşofmanının üstünü verince fark ettim. (Yalnızlıktan mı bilmiyorum ama ona kanım ısınmıştı ve gerçek ablam gibi görüyordum.) Önce kibarlık olsun diye kabul etmedim. Eğer onu bana verirse kendinin üşüyeceğini biliyordum ama bana içinde dar bir boğazlı kazak olduğunu ve evlerinde soba olmadığı için geceleri böyle yattığını söyledi, kabul ettim.
Titremem yavaşlamıştı. Ama karnım hala açtı. Ona nerede kaldığını sordum , benim yattığım spor salonunun adını söyledi. Herhalde gece karanlıkta onu fark edememiştim zaten o kadar insan içinde kimseyi tam olarak görememiştim. Böylece birlikte oraya doğru yöneldik. İçeri girdiğimizde ortam sabahkine göre daha kalabalıktı. Herkes soğuktan kaçmak için buraya sığınmıştı. Yine ağlayan bebeklerin çığlıkları, konuşmaları bastırıyordu. Açlıktan olmalıydı. Hava alacakaranlıktı ama buz gibiydi. Günün geri kalanını burada geçirmeye karar verdik. Bu sefer yan yana yatmak üzere kendimize o kalabalığın içinden iki kişilik yer bulduk. Otururken ben kendi derdimi unutmuş, ablanınkiyle uğraşıyordum.
-“Abla?”
-“ Efendim canim”
-“ Senin adin ne?”
-“ Boş ver adımı, adım bana babamı hatırlatıyor, bari beni sadece abla diye çağıran biri olsun. Ama istersen bana takma bir ad da bulabilirsin.” Gülümsedi. Söyledikleri bana çok mantıksız gelmişti ama saygı duydum.
-“Öyleyse sana sadece ‘abla’ demem daha iyi olur. Birine lakap takmaktan nefret ederim de...”
-“tamam o zaman”
-“Bir şey daha soracağım; hani sen bakkalın önünde konuşurken ağabeylerinin olduğunu söylemiştin! Onlar simdi nerede?”
Tekrar gözleri doldu. “ Bilmiyorum” dedi ve bu sefer yaşlar gözlerinden bir sel gibi akmaya başladı. Yanlış bir şey mi yapmıştım acaba? ona yakınlarını hatırlatıp onu üzmüştüm,kendimden nefret ediyordum. Ne yapmam gerektiğini de bilmiyordum. Sadece onu izliyor ve elini okşuyordum. Bundan önceki hayatımda gözyaşına hiç yer olmadığı için ağlayan birinin nasıl teselli edileceği hakkında da bir fikrim yoktu. Her şeye rağmen bakışlarından güç fışkıran ablamı böyle gördükçe benimde içimden ağlamak geliyordu. Yavaş yavaş gözlerimden süzülen yaşlara aldırmadan ellerini okşamaya devam ediyordum. O ise sanki bütün hayatının hıncını çıkartıyormuşçasına hıçkırarak ağlıyordu.
Benim de ağladığımı görünce gözlerini boğazlı kazağına sildi. Gülümsemeye çalışırken tekrar ağlamaya başladı. Bir yandan da konuşuyordu.
-“ Hayat böyle bir şeymiş demek ki... bütün kitaplar hayatın zor olduğunu söylerdi, her şeye rağmen onları yalanlardım. Doğruymuş, hayat zormuş. Yasamaktan nefret ediyorum, Allah’ım kurtar beni bu ıstıraptan...”
Neler söylüyordu? Yasamak istemiyor muydu? Kim yaşamak istemezdi ki? Hayat gerçekten zor muydu? Hayır, hayat zor değildi. Tüm bunlar zaten geçip gitmeyecek miydi? Yakında aileme kavuşmayacak mıydım?
Birden onları daha fazla özledim. Hani aslında karnın aç olmadığı halde biri yemekten bahsettiğinde ve o senin en sevdiğin yemekse kendini açıkmış hissedersin ya, belki de bu öyle bir duyguydu ama bu durumda ona annemi sormanın bencillik olduğunu düşündüm ve titrek ve tedirgin bir sesle belki ağabeylerini bulabileceğimizi söyledim. Bana acıyarak baktı.
-“ Bombanın atılmadan önceki sabah arkadaşlarıyla kavga etmişlerdi ve ağır bir şekilde dövülmüşlerdi. Ağabeylerimin ikisi de çok gururludur, bunu gururlarına yediremediler ve o gün evden çıkıp arkadaşlarını toplayarak kavga ettikleri kişilere derslerini vermeye gittiler. İşte o gece de bomba atıldı. Şimdi onların nerede olduğunu kimse bilmiyor.”
Ona çok şanslı olduğunu söyledim. Şaşırmıştı.”neden?” diye sordu.
-“ Onlar belki de bomba atıldığında buradan çok uzaktaydılar. Belki de sadece bir toz bulutu gördüler ve şu anda her yerde seni arıyorlar. Yakında da buraya geleceklerdir. Hem belki o zaman beni sağlık ocağına da götürürler .”
Sanırım ablamı teselli etmeyi başarmıştım. Bana şaşkın ve mutlu bir ifadeyle bakıyordu ve tıpkı annemin bana sarıldığı gibi sarıldı.
O gece ona bütün hayatımı, babamı, annemi, annemin hamile oluşuna gösterdiğim tepkiyi,okulumu, öğretmenimi,derslerimi ve arkadaşlarımı anlattım. Kısık bir sesle Milli Marşımızı bile okudum. Çevremizdeki bir kaç kişi bana üzüntüyle karışık gülümsemelerle baktı. Özellikle Milli Marşımızı okurken salonda bir sessizlik oluştu. Herkes beni dinlediği için mutlu olmuştum, biraz da şımarmıştım. Herkesin dikkatini çekmiştim, geldiğinden beri kafasını bile kaldırmayan insanlar bana gülümsemeye, bebekler küçük mırıltılarla benim hararetli konuşmamı anlamaya çalışıyorlardı. Sanki bütün derdimi unutmuştum. Bir kaç dakikalığına diğer insanlarda öyle gözüküyordu ama annemi anlatmaya başlayınca ve şu anda benim onun nasıl olduğunu bile bilmediğimi öğrenince tekrar eski hallerine döndüler. Bende durgunlaşınca bebekler de ağlamaya başladı. Sürekli aynı sahneyi oynayan tiyatrocular gibiydik ama onlardan büyük bir farkımız vardı. Biz rol yapmıyorduk...
O gece yeni ablamla birbirimize sarılarak yattık. Şu anda tek desteğim ablamdı. Gerçek abla-kardeş gibi olmuştuk ve yatmadan önce bir sonraki gün etrafı dolaşma kararı aldık böylece hem onun ağabeylerine rastlayabilir hem de yakınlarda bir sağlık ocağı bulabilirdik. İkimiz de üşüyorduk, karnımız açtı ve yorgunduk. Bu kötü günlerin geçip gitmesi ve tekrar eski yaşantımıza dönebilmek için uzun uzun dua ettik. Birbirimizin vücut sıcaklığından yararlanmak istercesine sarılıp uykuya daldık.
Rüyamda annemi gördüm, kitap okuyordu ama aslında tüm yaşadıklarımızı anlatıyordu. Sanki bizim yaşamımızı anlatan bir kitaptı bu... kitapta kendi hisleri de vardı. Sanki başka birinin ağzından anlatılıyordu ve kitapta çok dikkatli olmam gerektiği yazıyordu. “beni düşünme ben iyiyim, sadece kendine iyi bak, soğukta dışarı çıkma sakın...” diyordu.
Sabah uyandığımda etrafımda annemi aradım ama tüm gördüklerimin rüya olduğunu fark edince içimi bir hüzün ve özlem kapladı. Gördüklerim bilinç altımın bana oynadığı bir oyun muydu bilmiyorum fakat annemin sözünü dinlemeye karar verdim ve ablamın bana verdiği eşofmanı çıkarmadım. Eşofmanı düşününce aklıma ablam geldi, etrafıma bakındım,göremeyince biraz korktum. Yine yalnız kalmıştım. Boğazımda konuşmama hatta nefes almama bile izin vermeyen bir yumruyla doğruldum, dizlerimi karnıma çekip oturdum ve beklemeye başladım. Bu sırada da etrafımı seyrediyordum. Sanırım hava düne oranla bugün daha da soğuktu. Bunu salondaki insan topluluğundan kolayca anlayabiliyordum. Ağlayan bebek seslerine artık kulaklarım alışmıştı, o cırtlak sesler eskisi kadar kulaklarımı tırmalamıyordu ama şimdi de yüreğimi tırmalıyordu. Tüm bebeklerin açlıktan süründüklerini tahmin etmek hiç de zor değildi. Çünkü hiçbirimizin karnına uzun süredir hiçbir şey girmemişti.
Salonda bayat bir koku vardı ama kimse kapıların açılıp içersinin havalandırılmasından yana değildi,zaten herkes üşüyordu... eski hayatımı ne kadar da özlemiştim. Şimdi silgimi kaybettiğim için üzülüyor olmayı veya kardeşimin doğacağına kızıyor olmayı ne kadar da çok isterdim. Belki bir gün bu günleri de arayacaktım, kim bilebilirdi ki, bir ay önce kusursuz bir hayatım vardı, her şey bu kadar çabuk gelişebilir miydi? İki üç güne kadar sıcak yatağımda yorganıma sarılıp yatarken şu anda kötü kokan bir spor salonunda yerde ince bir çarşaf üzerinde uyanmam adilce miydi? Ama bu halime de şükretmeliydim. Sanırım bu zor günler bana bunu öğretmişti. Beterin beteri de vardı. Hani bir kardeşimin olmasından daha kötü bir şey olamazdı? Hani annemin bana bağırması dünyanın sonu gibiydi? Şu anda bir kardeşimin olması ve annemin karşıma geçip bana bağırması için sahip olduğum her şeyi verebilirdim. Yine o bir damla yaş gözlerime yapışmıştı, ben sildikçe yeni bir tanesi geliyordu.
Bu düşüncelerden sıyrılmaya çalışırken arkamdan “sürpriz” diye bağıran bir sevinç çığlığı duyunca irkildim. Bu neşeli ses tonunu duymayalı yıllar olmuş gibi geliyordu. Arkama döndüğümde biricik ablam elinde iki yarım ekmekle yüzüme bakıp sırıtıyordu, onu ilk defa bu kadar mutlu görüyordum. Ben de sevinmiştim ama merakıma karşı koyamıyordum. İnsanların tek bir dilim bile bulamadığı bir yerde nasıl koca bir ekmek bulabilmişti? Yüzümdeki şaşkınlığı görünce açıklama yapması gerektiğini anladı.
-“Dışarıda,buradan üç sokak ötede bedava ekmek dağıttıklarını duydum. Seni uyandırmadan hemen kalktım ve insanları takip ettim. Zaten herkesin gideceği yerin orası olduğunu biliyordum. Vardığımda gözlerime inanamadım tabi... Dükkanın önündeki kalabalığın neredeyse beş katı insan vardı ve hepsi bir parça ekmek için birbirine girmişti. Tabi aralarına girmek hiç de kolay olmadı. Çocuklara yarım ekmek, büyüklere ise bir bütün ekmek veriyorlardı. Ben senin için de isteyince ilk önce razı olmadılar, direndim. Çevremdeki insan topluluğu sanki onların ekmeğini ellerinden alıyormuşum gibi beni itmeye başladı. Ben hala direnerek bir parça ekmek daha istiyordum, ekmeği kimin için istediğimi sordular, onlara seni anlatınca hepsi seni hatırladı. O aksam herkesin ilgisini çekmen işe yaradı ve hemen yarım ekmek daha verdiler. Ben de koşa koşa geldim, hadi ekmekler daha fazla bayatlamadan hemen yiyelim.”
Ne diyeceğimi bilemedim. Beni seviyordu, o benim ablamdı, ablam...
Ekmeği elinden utanarak aldım ve bir lokma ısırdım. Uzun süredir ağzıma hiçbir şey girmediği için ekmek ağzımda mayhoş bir tat bıraktı. Şu küçücük ekmeğe nasıl da sevinmiştik. Etrafımızdaki insanlar da ekmeklerini ısırıyorlardı. Herkes bir süreliğine mutlu gözüktü. Anneler kendi paylarını ağızlarında çiğneyip ıslattıktan sonra çıkartıp bebeklerinin ağzına sokuyorlardı. Başka zaman olsa en lüks mamaları bile tüküren bebekler nasılda hiç seslerini çıkarmadan yiyorlardı. Ekmeğim bittiğinde karnım doymuş ve keyfim azda olsa yerine gelmişti. Şimdi tek derdim annemi bulmaktı. Ablama annemi ve onun ağabeylerini bulma kararımızı hatırlattım. Havanın çok soğuk olduğunu söyledi. Ağlayıp, sızlanınca o da annem gibi dayanamadı ve kabul etti. Ağlamamın hemen kesildiğini görünce bunun bir duygu sömürüsü olduğunu anladı ve bana hınzırca gülümsedi. Ama bir kere kabul etmişti, artık peşini bırakır mıydım hiç?
Annemi görebilme umuduna o kadar çok bürünmüş ve bulacağımıza o kadar çok inanmıştım ki;eğer o sağlık ocağını bulamazsak nasıl bir hayal kırıklığı yaşayacağımı tahmin bile edemiyordum. Ablam ilk önce ayaklarımıza giyecek bir şey bulmamız gerektiğini söyledi. Düşünmeye başladık, uzun uzun düşündükten sonra benim aklıma harika bir fikir geldi.
-“Buldum... Dışarı çıkıp yıkılan evlerden fırlayan küçük tahta parçalarını alıp iplerle onları ayaklarımıza bağlayabiliriz. Belki yürümemizi biraz zorlaştırır ama en azından yere çıplak ayakla basmamış oluruz.”
-“Hmm... en azından deneyebiliriz,öyle değil mi?”
Böylece dışarı çıkıp dört adet tahta parçası bulduk, ikişer ikişer paylaştıktan sonra çöpün yakınlarında ip aramaya başladık ama bulduğumuz ipler her zaman kısa kalıyordu. Ablam çöplere bakarken birden yüzü aydınlandı.
-“ Şu çöpleri torbalarından çıkarırsak dört tane torbamız olur, her birini bir ayağımıza giyip sıkıca bağlarız. Üstelik su da geçirmez!
İkimizde bu fikre bayılmıştık. Çöpleri yerinden çıkarmak biraz zor bir işti ama genelde daha kuru olanları veya sadece içinde kağıt olanları ayıkladığımızda işimiz oldukça kolaylaştı ve on beş dakika sonra ayakkabılarımız(!) hazırdı. Böylece hevesle yola çıktık. Kaybolmamak için her geçtiğimiz yeri dikkatlice inceliyorduk fakat her yer birbirine o kadar çok benziyordu ki... tüm sokaklarda yıkılmış evlerden başka bir şey dikkatimi çekmiyordu. Oysa ablam her geçtiğimiz sokağa özgü bir şey buluyordu. Birinde yıkılan bir evin çatısının kiremitlerinin yeşil olduğunu fısıldamıştı, diğerinde yerde nereden sızdığı belli olmayan fakat durmak bilmeyen ince bir kirli su akıntısı vardı. Lağım borularından biri çatlamış olmalıydı. Bu caddeye “ince sızı” caddesi adını verdik. Etrafımıza bakıyorduk bakmasına ama hiç bir yerde sağlık ocağı yoktu, üstelik spor salonundan oldukça uzaklaşmıştık. Zaten tek sağlam evin bile olmadığı bu sokaklarda sapasağlam bir sağlık ocağı bulmak şaşkınlıktı ama yine de içimizdeki umut sönmüyordu.
Ekmeklerimizi yememizin üstünden iki üç saat geçmemişti ki tekrar acıktığımı fark ettim ama ablama hiç bir şey söylemedim. O hala güçlü gözüküyordu. Hava buz gibiydi ama rüzgar yüzümüzü yakıyordu ve ben çok yorulmuştum. Sanırım ablam da yorulmuştu ki bir yerde dinlenmeye karar verdik. Daha önce yanımda ailem olmadan hiç bu kadar uzaklaşmamıştım, biraz korkuyordum. Ablama güveniyordum ama içimdeki korkuya da bir türlü engel olamıyordum.
Kendimize kuytu bir yer bulup çömeldik, yavaş yavaş umudumuz tükenmeye başlamıştı ve artık birine en yakın sağlık ocağını sormaya karar verdik. Cesur ablam hızla yerinden kalktı ve karşıdaki ak saçlı adamın yanına gitti. Ne konuştukları buradan belli olmuyordu ama ablamın yüzündeki ifade birden söndü. Yanıma geldi, oturdu.
-“Yanlış istikametteymişiz ama şanslıyız ki fazla geç kalmamışız. Buraya gelirken gördüğümüz o iki sapak vardı ya diğerinden gitmemiz gerekiyormuş.” dedi üzgün bir ses tonuyla...
Sapağın nerede olduğunu bile unutmuştum, çok gerilerde kalan bir sapak vardı ama oraya geri dönmemiz bir felaketti. Ablamın gözlerinden düşündüğüm sapağın doğru yer olduğunu okuyabiliyordum. “ daha önce sormalıydık” dedim kendi kendime... Sanırım başka çaremiz yoktu,tıpkı dinlenecek vaktimizin olmadığı gibi... İkimizde aynı anda kalktık ve bizi nelerin beklediğini bilmediğimiz sokağa doğru yürümeye başladık.
Tüm geçtiğimiz sokaklardan tekrar geçtik. İnce sızı sokağında biraz dinlendik ve bu sefer dersini almış küçük çocuklar gibi doğru yolda olup olmadığımızı kesinleştirmek için birine sormaya karar verdik. Yoldan gecen otuz yaşlarında gösteren ağlamaklı bayanın yanına gittik ve buralara en yakın sağlık ocağının nerede olduğunu sorduk. Bilmediğini söyledi, umudumuzu yitirmedik. Bu sefer daha olgun duran bir kadına rastlamıştık, diğer insanlardan daha güçlü görünüyordu, omuzları dik, başı yukardaydı. Biraz çekinmemize rağmen yanına gittik.
- “Pardon efendim acaba en yakın sağlık ocağına nereden gidebiliriz?”
-“Şu anda ters istikamettesiniz ama bu sokağı dümdüz gittikten sonra karşınıza çıkan sapaktan sola döneceksiniz ve şu yana doğru ilerleyeceksiniz.”dedi parmağıyla ters yönü işaret ederek... “ama oraya yürüyerek gitmek hiç de akıllıca bir fikir değil,ayrıca siz neden oraya gitmek istiyorsunuz yoksa bir ağrınız yada yaranız mı var? Ben bir hemşireyim, belki size yardımım dokunur.”
-“Hayır efendim biz iyiyiz.”
-“Ama yüzünüz hiç öyle göstermiyor!”
-“Sadece biraz açız, malum buralardaki herkes gibi... Sabah bir kamyonun dağıttığı yarım ekmeklerden sonra hiçbir şey yemedik de... Biraz da yorgunuz tabi...”
-“Öyleyse beni takip edin, size hemşire olduğumu söylemiştim yani size zarar vermem zaten gideceğimiz yer yolumun üstü...”
Böylece onu takip etmeye başladık, nereye götürüldüğümüzü bilmiyorduk, sadece takılmış birinin peşine ilerliyorduk. Tıpkı hayatımız gibi... nereye gittiğimizden habersiz sürükleniyorduk.
Yürüyüş fazla uzun sürmedi ama yine de güçlü hemşireye ayak uydurmaya çalışmak bizi fena halde yormuştu. Hemşire bizi büyük bir çadırın önüne getirdi. İçinde ne olduğunu ikimizde çok merak ediyorduk, acaba yaralananlara burada mı bakıyorlardı? Yoksa annem de böyle bir çadırda iyileşmeyi mi bekliyordu? Oysa annem zihnimde lüks bir hastane yada sağlık ocağın da yatıyor ve bir çok doktor tarafından kontrol edilip, bir çok hizmetli tarafından hizmet ediliyordu. Mutlaka böyleydi yada böyle olmalıydı...
Hemşirenin bizi içeriye sürüklemesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. İçeri girdiğimizde pek de haksız olmadığımı anladım. Çünkü her tarafta küçük sedyeler de yatan kocaman insanlar ve bazılarının elinde bebekleri vardı. Bizi neden buraya getirdiklerini anlamadım. Ablamın yüzüne baktım, o da şaşkındı. Acaba hemşire yüzümüze bakınca bizde bir hastalık mı görmüştü? Öyleyse ikimizde mi hastaydık?
Hemşire bize burada beklememiz gerektiğini söyleyip çadıra sonradan eklendiği belli olan küçük tentenin içine girmişti. Döndüğünde elinde iki tane tam ekmek vardı.
-“ Çocuklar bu ekmekler başka şehirlerden bize yardım olarak gönderilen ekmekler...
Genelde hastalarımıza vermek için saklıyorduk ama sizin de bunlara ihtiyacınız olduğunu görünce dayanamadım. Hadi afiyet olsun.”
İkimiz de ne diyeceğimizi bilemiyorduk, nezaket için ekmekleri reddetmeyi çok isterdik ama midelerimiz buna el vermiyordu. Utana sıkıla ikimiz birer ekmeği aldık ve teşekkür ettik. Sonra aklıma gelen şimşek gibi bir soruyla irkildim.
-“ Burası bir sağlık ocağı mı? Yoksa annem burada mi?”
-“ Hayır canım! Burası başka illerden gelen yardımlarla oluşturulmuş bir hizmet yeri... Ben ve bir kaç arkadaşım da farklı illerden gönüllü olarak buraya gelen hemşireleriz ama şimdi gitmem gerek! Hoşça kalın çocuklar, ekmeklerinizi idareli kullanın!” dedi ve topuklu ayakkabılarını vura vura uzaklaştı.
Doğru söylemişti, ekmeklerimizi idareli kullanmalıydık. Çadırdan dışarı çıkıp düşündüğümüzde her gün ekmeğin çeyreğini yemeye karar verdik! Böylece zor da olsa tam dört gün boyunca bir ekmekle idare edebilirdik. Bu hiç beklemediğimiz olay karşısında şaşırmıştık ve ancak simdi eğer biz o hemşireye rastlamasaydık, ne yapardık? diye düşünmeye başlamıştık. Sanırım bunun için şükretmeliydik. Ekmeğimizin çeyreğini yedik ve arka sokaktaki çeşmeden sularımızı da içtikten sonra biraz olsun keyfimiz yerine gelmişti.
Bize tarif edilen yolda yürümeye devam ettik. Sapaktan bu sefer sola saptık ve diğerinden pek farklı olmayan ama ablama göre bambaşka bir dünyaya girdik. Gerçi artık ben de bazı şeylere dikkat edebiliyor ve tam anlamıyla görebiliyordum. Eskiden annemin arkadaşları bana uzun uzun bakmakla görmek arasındaki farkı anlatırlardı, içimden onlara kıs kıs gülerdim, bazen de benimle dalga geçtiklerini düşünür fakat onların da buna inandıklarını görünce ben onlarla dalga geçmeye başlardım. Oysa şimdi ne demek istediklerini çok iyi anlıyordum. Bakmakla görmek arasındaki farkı yavaş yavaş kavrıyor ve görmeye çalışıyordum. Aynı sahnelerde bile farklı dekorlar arıyordum. Mesela bir gecekondu mahallesinden geçmemiz ve yıkılan evlerin tahta kapılarının bile fark edilememesine rağmen bir sokakta bir çelik kapı vardı. Kapı yerde yatıyordu ama parçalanmamıştı, komik ve farklı bir görüntü oluşturmuştu.
Geçtiğimiz yollara isimler vermeye devam ediyorduk, bu hem eğlenceli oluyor, hem de kaybolma riskimizi en aza indiriyordu. Bu sokağa da ‘güçlü kapı sokak’ adını verdik. Bir öncekine de, yıkılan her evin farklı olması nedeniyle ‘üzgün gökkuşağı sokak’ demiştik.
Biz konuşa konuşa yürürken hava da kararmaya başlamıştı ama henüz ikimizde gece ne yapacağımızı düşünmemiştik bile! Geceye kadar oraya varacağımıza o kadar inanmıştık ki hala hevesle etrafımıza bakıyorduk. Bu eşsiz ablanın benim annemi bulmayı neden bu kadar çok istediğini bilmiyordum ama ona içten içe teşekkür ediyordum.
Artık iyice hava kararmıştı ve ikimizde çok korkuyorduk. Sokaklar fazla ıssız değildi ama bizi asıl korkutan da buydu, kötü niyetli birilerine rastlamaktan korkuyorduk. O yüzden ilk gördüğümüz mağaraya benzeyen, yıkılan bir evden kalan bir oda gibi duran boşluğa girdik. Uyumamayı planlıyorduk ama bir süre sonra ikimizde uyumuştuk.
Sabah kalktığımda her tarafım tutulmuştu ve eskisinden de fazla titriyordum. Her zamanki gibi ablam benden önce uyanmıştı, onu etrafımda göremeyince korktum ama asla beni burada bırakıp gitmeyeceğini bildiğim için kendimi güvende hissettim. Bekledim, bekledim, ablamdan ses seda yoktu. Başına bir şey gelmiş olmasından korkuyordum. Gözlerim yaşardı ama tam o anda ablam geldi. Yüzüme bakınca olanları anladı.
-“ Çok özür dilerim canım ama bundan sonra hangi yolu takip edeceğimizi hesaplamak için dışarı çıkmıştım ki birkaç insanın söylediklerine istemeden kulak misafiri oldum. Amerika buraya askerlerini gönderiyormuş ama bizim ülke de savaş planları yapmaya başlamış.”
-“ Neden bizimle savaşmak istiyorlar?” uzun zamandır beynimi kemiren soruyu sonunda sormuştum.
-“Sanırım bizim ülkemizde olup onlarda olmayan bir şeyi istiyorlar. Neyse ne diyordum? Hah, işte bizim ülkenin askerleri de yoğun savaş eğitimi almaya başlamış, bir grup önde gelen de gizli belgeleri hazırlıyor ve saklıyormuş ama o belgelerin ne hakkında olduğunu veya içlerinde ne olduğunu kimse bilmiyormuş.”
-“Yaa.. belki de babam o önde gelenler arasındadır. O zaman savaşta ölmez değil mi?”
-“ İnşallah öyledir ve duyduğum başka bir bilgiye göre bu önderler grubu buralarda bir yerlerde toplanıyormuş!”
-“ Oleyy demek ki yakında babamı görebilirim”
-“ Ama bütün mahalle halkı sırf bu yüzden yakınıyor, eğer buralarda gizli işleri yürüten bir grup toplanırsa karşı taraftan da bir sürü casus ve ajan toplanır ve en ufak bir şeyde rehin alınacak ilk kişiler bizler oluruz diyorlar.”
Daha fazla konuşamadım. Annemi bulma umuduma şimdi babamı bulma umudu da eklenmişti, çok mutluydum. Ablamınsa sanki içinde bir tedirginlik var gibiydi. Ekmeklerimizin bir çeyreğini daha yedikten sonra yola çıktık. Yaklaşık bir buçuk saat boyunca hiç konuşmadan yürüdük. Ben tekrar annem ve babama kavuşmanın hayaliyle hiç yorulmadan hızlı hızlı yürüyordum. Neredeyse bir saat daha bu şekilde yürüdükten sonra gittikçe sokakların ıssızlaşmaya başladığını fark ettik. Artık yıkılan evler de yoktu. Yanlış yolda olabileceğimizi düşünüyor fakat yolda soracak hiç kimseyi bulamıyorduk. Çok ilerde bir çadır vardı sanki... belki bu da bize ekmek veren yer gibi bir yardım çadırıydı ama burada kime yardım ediyorlardı bir türlü anlayamamıştık. Sonunda sıradan bir köylüyle karşılaştık ve sağlık ocağını aradığımızı söyledik. Adam yüzüme o kadar dikkatli baktı ki, utanarak gözlerimi çevirmek zorunda kaldım. Beni bir tanıdığına benzetmiş gibi yüzümün her noktasını inceliyordu. Ablamda bunu fark etmişti ve beni korumak istercesine önüme geçmeye çalışıyordu. Bir kaç dakika bana baktıktan sonra “beni takip edin” dedi. Elbette ilk başta kabul etmedik. Hele hele ablam adamın bana olan ilginç tavrından sonra kesinlikle reddetti. Ama adam sağlık ocağını bildiğini, bizi oraya götürebileceğini ve beni kendi kızına benzettiği için baktığını söyleyince ona inandık ve peşinden gittik. Ablam hala tedirgindi, bense mutlu...
Biz adamın bizi daha çok insanın olduğu bir yere götüreceğini beklerken adam bizi çok daha ıssız bir yere götürdü. Ablamın yüzü bembeyazdı, dişleri birbirine çarpıyordu. Ben de korkmaya başlamıştım. Sonunda orta büyüklükte bir çadırın önüne geldik. Adam burayı sağlık ocağı olarak kullandıklarını ve içeri girmemizi söyledi. Korkarak içeri girdik ama daha ilk bakışta buranın bir sağlık ocağı olmadığını anladık. Girince içerdeki onu aşkın adam bize döndü, bizi buraya getiren adam bir kahkaha attı ve konuşmaya başladı:
-“İyi haber çocuklar! Hani şu belki bir şey buluruz diye cüzdanını yürüttüğümüz adam var ya, artık elimizde sayılır. Kızı görür görmez tanıdım, adamın cüzdanında arkasında canım kızım yazan resim vardı ya iste bu o resimdeki kız, isterseniz bir de kendiniz bakın.”
Çadırdan kahkahalar ve sevinç çığlıkları yükseldi ve bundan sonrasını anlamadığımız bir dilde konuşmaya başladılar. Başka iki adam gelip bizi sürükleye sürükleye çadırın farklı bir yerine götürdü. Ablam çığlık atmaya başlayınca onu tutan adam bacaklarına sert bir tekme attı ve susmasını söyledi. Bense sanki şok geçiriyormuş gibi hiç konuşmuyor ve ne derlerse yapıyordum. Ablamsa tekmeye bile aldırmadan bağırıyordu, sanki biri onu duyacakmış gibi... sonunda silahla tehdit edilince sustu. Bizi tıpkı yardım çadırındaki gibi, çadıra sonradan eklenmiş bir bölüme götürdüler. İki sandalyeye oturtup ellerimizi bağladılar ve özellikle bana bakıp çok yakında babamı ziyarete gideceğimizi ve o zamana kadar burada uslu uslu oturmamı söylediler. Onlar gittikten sonra ablam ağlamaya başladı. Ona ağlamamasını, yakında babamla tanışacağı için mutlu olması gerektiğini, belki de bu adamların iyi adamlar olduklarını söyledim. “ öyleyse neden bizi bağladılar?” diye sordu, “belki onlardan korkup kaçmamızı istemiyorlardır” dedim. Söylediklerime kendim de inanmaya çalışıyordum. Her söylediğim cümleden güç alıyor ve devam ediyordum. Sanırım ilk defa ben ablamı teselli etmeye çalışıyordum. Eğer zarar verecekleri bir kişi varsa onun kesinlikle ben olduğumu bildiğim halde güçlü olmaya çalışıyordum.
Yaklaşık bir-bir bucuk saat sonra yine o iki adam geldi, bir tanesi benim ellerimi çözdü, diğeriyse bekledi. Kimse ablama bakmadı. Ablamı da çözmelerini yoksa onlarla gelmeyeceğimi söyledim, onunla işlerinin olmadığını ve eğer burada ölse bile umurlarında olmadığını söylediler. Bu sefer susan ablam çığlık atan bendim ama iri yapılı diğer adam beni kucağına aldığı gibi bir at arabasına koydu ve yanına iki arkadaşını alarak arabayı sürmeye başladı.

Kısa bir yolculuktan sonra o gördüğümüz koca çadırın yakınlarına geldik,arabadan indik. Diğerlerinden daha genç görünen bir adam havaya iki el ateş etti. Silahın sesi beni ürkütmüştü, kulaklarımın çınladığını duyabiliyordum.
Çadırdan koşarak birileri dışarıya çıktı. Diğer adam bağırdı:
-“Sakın yaklaşmayın! Elimizde çok önemli bir rehine var, yaklaşırsanız ölür! Şimdi sadece adını söyleyeceğimiz kişi buraya gelsin!” ve bağıra bağıra babamın adını söyledi. Birden heveslendim, aylar sonra babamı görebilecektim. Bu kötü adamlara aslında hiç de kızgın değildim! Üstelik dilimizi konuşurken kullandıkları komik aksan beni güldürüyordu.
Babam koşarak yanımıza geldi ama yüzünde korkmuş bir ifade vardı ve beni görünce bir an olduğu yerde kaldı. Yüzü sarardı ve beni elinde tutup boğazıma silah dayayan adama biraz nefret, birazda yalvarış içeren bir bakış attı. Ben “ baba...” diye bağırınca gözleri doldu, yutkundu.
-“ Ne istediniz küçücük çocuktan?”
-“ Ufaklıktan bir şey istediğimiz yok! Bizim istediğimiz sende... Eğer bize tüm savaş planlarınızı anlatmaz ve ne zaman saldırmaya yönelik bir şey
yapacağınızı söylemezsen kızını ölmüş bil!”
-“ Defolun buradan! Bu saçma tehditlerinizden korkacağımı mi sandınız? Size inanmıyorum!”
-“ Kızının, gözlerinin önünde hayatına son vermesini istemiyorsan dediğimizi yap!” Silahı boğazıma daha fazla yaklaştırdı. “ baba kurtar beni” diye bağırdım.“Merak etme kızım sana hiçbir şey yapamayacaklar.” dedi. Sonra beni tutan adama dönerek;
-“Pekala, o halde biraz düşünmemize izin verin. İki gün sonra buraya
geldiğinizde kararımı açıklarım. Simdi defolun buradan ve eğer kızıma bir şey yaparsanız, sonunuz çok kötü olur! Hadi defolun!”
-“Tamam iki gün sonra kızınla birlikte burada olacağız, herhangi bir hile istemiyoruz, kızın elimizde ona göre...” dedi ve beni çekiştirerek tekrar at arabasına koydu. Bense babamdan ayrılmak istemiyor ve beni öldüreceklerini anladığım için onlardan nefret ediyordum. Çığlıklar atarak ağlamaya başladığımızda beni de ablama yaptıkları gibi silahla tehdit ettiler ama ben babamdan istediklerini almadan beni öldürmeyeceklerini biliyordum, yine de sustum.
Kendi çadırlarına yaklaştığımızda ablamın çığlıklarını duydum ve bir de bir adamın bağırışları... ablama neler oluyordu? Yoksa onu öldürüyorlar mıydı? Yanımdaki adamın omuzlarına vurmaya başladım, ellerimi tutup burktu, canım acıdı. Arabadan indiğimizde çadıra koştum, tabi adamın ellerimi tutmasından dolayı fazla yol alamadım. İçeri girer girmez çığlıkların geldiği yere baktık. Ablam sinir krizleri geçiriyormuş gibi çırpınıyordu, adamsa onunla dalga geçip, ara sıra da sapıkça laflar söylüyordu. Eli ablamın bacağındaydı. Ablam beni görünce biraz sakinleşti, adam dalga geçmeye devam etti.
-“ Boşuna çırpınıyorsun kızım, hadi son bir hamle daha yap da görelim
gücünü!”ardından da bir kahkaha attı.
Zavallı ablamsa çırpınıp kurtulmaya çalışıyordu. “ Çıkarın beni buradan” diye bağırıyordu. Benimle birlikte olan adamlar dalga geçen adama bakıp “ Hadi sen işine” dediler ve sonunda ablam o kötü adamdan kurtuldu. Beni de ablamın yanındaki sandalyeye oturtup ellerimi bağladılar. Ablam beni nereye
götürdüklerini ve ne yaptıklarını sordu korkarak... ona baştan sona kadar her şeyi anlattım. Öfkelendi, seni rehine olarak gösteremezler, babanın yerinde olmak istemezdim doğrusu... Vatanına mı ihanet etsin, sevgisine mi? Şimdi kim bilir ne kadar da düşüncelidir! Bu adamlardan nefret ediyorum.”
Doğru mu söylüyordu, babam vatanıyla benim aramda bir seçim mi yapmak
zorundaydı? Ama babam bana ihanet edemezdi ki... Hangi baba kızının ölmesine göz yumardı? Hele benim babam,asla! İşin ciddiyetini yavaş yavaş anlamaya başlıyordum. Ama babamın benim ölümüme göz yummayacağından da emindim. O halde vatanına ihanet etmek zorundaydı, bu ne demek oluyordu? İlk defa kendi düşüncelerimi anlamıyordum. Eğer babam beni seçerse Amerika bizi yenebilir miydi? Bu kadar basit olamazdı! Hiçbir zaman tüm savaş iki kişinin üstüne kurulamazdı. Yalan söylüyorlardı, babamı ve arkadaşlarını korkutmak için yalan söylüyorlardı. Ama yine de buradan kurtulmalıydım,hem o zaman rehin alacakları kimse de olmadığı için babamı tehdit de edemezlerdi. İyi ama nasıl?
Ablam da benimle ayni fikirdeydi, buradan kurtulmalıydık ama ellerimiz iplerle bağlıydı ve ipler hiç de çözülebilecek türden değildi. Biraz uğraştık ama yavaş yavaş tüm ümitlerimiz söndü. Burada ölüme mahkumduk. Ablamın fikrine göre er yada geç burada ölecektik, eğer babam beni seçip ülke sırlarını aşikar ederse bizle daha kolay savaşacaklar ve hepimizi daha kolay öldüreceklerdi ve eğer babam ülkesini seçerse zaten ikimizi de öldürürlerdi. Ona göre, en iyisi babamın ülkesini seçmesiydi, o zaman çok daha az kişi ölürdü. Bense ona katılmıyordum, belki biraz bencilceydi ama başıma silahı dayayıp öldürülmek istemiyordum,
Babamın bana ihanet etmesini de istemiyordum. Zaten eğer buradan kurtulursak bunların hiçbirini düşünmek zorunda kalmayacaktık. İkimizde bir süre düşünüp kurtulma planları yapmaya karar verdik. Bir saat, iki saat derken tam üç buçuk saat hareketsiz durup düşündüğümüzü fark ettik ama karın gurultularımız dikkatimizi dağıttığı için hiçbir şey bulamamıştık. Vermeyeceklerini bile bile adamlardan birini biraz yiyecek istemek için yanımıza çağırdık. Bu sefer gelen adam başka bir adamdı, vücudu sertti ama gözleri gizlice yumuşuyordu. Bize bakınca gözlerindeki anlam ikimizi de şaşırtmıştı, sanki bize yardım etmek istermiş gibi bakıyordu. Karnımızın ne kadar aç olduğunu söyleyince bize birer dilim ekmek ve biraz peynir getirdi, diğerlerine haber vermeden ellerimizi de açtı ve yememizi bekledi. Biz şaşkın şaşkın peynir ekmeğe bakarken bir yandan da bunun bir tuzak olup olamayacağını düşünüyorduk ama karnımız o kadar açtı ki zaten bunları yemesek açlıktan ölürmüşüz gibi hissediyorduk. Hepsini yedik. Adam
çıkarken ellerimizi bağlamayı unutmuş gibi yaptı ama ikimizde aslında bunu
unuttuğu için yapmadığını biliyorduk. Bu adamın kim olduğunu merak etmiştik. Yoksa kendi vatanına ihanet eden bir casus muydu? Belki de çocukların zarar görmesini istemeyen iyi niyetli biriydi. Ne olursa olsun biz adama şükredip kaçmaya karar verdik. Ama şu anda asla çıkamazdık, bütün adamlar çadırın kapısındaydı, geceyi beklemek zorundaydık. Ne olur ne olmaz diye kendimizi çok hafif, açabileceğimizden emin olduğumuz bir kaç düğümle tekrar bağladık. Kim bilir belki gece olmadan bizi kontrole gelirlerdi. İçimizde bir umut geceyi beklemeye başladık.
Gerçekten de beklediğimiz gibi bizi kontrole geldiler. Biz ise çıkmak
istermiş gibi çırpınmaya ve bağırmaya devam ettik. Çığlıklarımıza katlanamayıp gittiler. Ama çok da uzakta değillerdi, sessiz olmalıydık. Sesleri kesilip,uyuduklarından emin olduğumuz bir sırada ellerimizi kolayca açtık ve parmak uçlarımızda yürüyerek kapıya doğru ilerlemeye başladık, bir adam uyanırmış gibi kıpırdadığında ikimizin de yüreği ağzına geldi, nefes almaktan bile korkuyorduk.
Sonunda kapıya varmıştık. En fazla beş metre olan bu yol bize
kilometreler gibi gelmişti. Çadırın kapısı fermuarla açılıyordu ancak üstünde kocaman bir kilit vardı. Şanslıyız ki anahtarda kilidin üstündeydi. Bunu da o adamın yapmış olabileceğini düşündük, sadece şaşırıp, içten içe teşekkür ediyorduk. Kapının kilidini ablam çevirdi ama kilidi çevirmesiyle çıkan büyük gürültü, bir kaç adamın hırıltıyla uyanmasına neden oldu. Uyanan adamlar ilk başta uyku sersemliğiyle hiçbir şey anlamadılar ancak kapıda bizi gördüklerinde şaşkınlıklarını gizleyemediler. Hızla toparlandılar, kimisi silahını da aldı. Biz bir an hareketsiz kalıp, sonra koşmaya başladık. Gecenin karanlığında var gücümüzle koşuyorduk. Arkamızdan adamlar ateş etmeye başladılar, hızlandık. Saatlerce koştuk, yorulmuştuk ama hala arkamızdan geliyorlar ve bize daha fazla yaklaşıyorlardı. Birden ablam acı bir çığlıkla yere yığıldı. Ne yapacağımı bilemiyordum, koşup hayatımı mı kurtarmalıydım, yoksa burada kalıp ablama mı yardım etmeliydim? Birden ablamın vücudundan kanlar sızmaya başladı, vurulmuştu. Hem ağlıyor hem çığlık atıyordum. Ablamı burada ölüme bırakamazdım. Kan gittikçe
çoğalmaya başladı. Ablamın dudaklarında acımsı bir mayhoşluk vardı, sırtından vurulmuştu. Adamlar yaklaşıyordu, ne yapacağımı bilemedim, tüm bunlar birkaç saniye içinde olmuştu ve ben o bir kaç saniye içinde acaba ablam benimle konuşabilseydi ne yapmamı isterdi diye düşündüm. Eminim kaçıp hayatımı kurtarmamı isterdi ama eğer onu burada yalnız bırakırsam kesin ölürdü. Bir an için onu da yanıma alıp taşımayı düşündüm ama hem taşıyamazdım hem de adamların beni yakalamasını kolaylaştırmış olurdum. Ölümü bekleyen bir sessizlikle yatan ablama yan gözle baktım, yanağına bir öpücük kondurdum ve koşmaya başladım. Eskisinden de hızlı koşuyordum. Bu gücü nereden alıyordum bilmiyordum ama ben koştukça aramızdaki mesafe artıyordu. Etrafta bir insan arıyordum, beni koruyabilecek bir insan ama kimse yoktu işte...
Bir dönemeçten dönünce adamların beni bir an için göremediklerini anladım ve bir ağaca tırmanmaya başladım. Önceden bahçemizde ki elma ağaçlarına da tırmandığım için pek zorlanmadım. Kendimi güvende hissedene kadar tırmandım ve sonunda nefes nefese kalmış bir şekilde bir dala oturup geçip gitmelerini bekledim. Yaklaşık beş dakika sonra koşarak önümden geçtiler, yoruldukları belliydi. Aşağı inmeyi düşündüm ama beni bulamayınca geri döneceklerini ve yolda karşılaşabileceğimizi düşündüğümde bütün geceyi bu dalda geçirmek pahasına bile olsa aşağıya inmemeye karar verdim. Çok geçmeden yabancı bir dilde bağıra bağıra konuşan adamlar yürüyerek tekrar önümden geçtiler. Onlar geçene kadar nefesimi tuttum. Titremem yüzünden dalların sallanmasından ve dikkat çekmemden korkuyordum. Şu anda bana lanet yağdırdıklarından emindim. Ama ben ablamı düşünüyordum. Hala bunların hepsi kötü bir kabus gibi geliyordu. En başından beri... Savaş çıkmamış ve bunlar olmamıştı. Biraz sonra annem beni kaldırıp okula geç kaldığımı söyleyecekti. Okula geç kaldığım için üzülmeyi ne kadar da çok isterdim.
Ne kadar o ağacın tepesinde kaldım bilmiyorum ama sabahın ilk ışıklarıyla ağaçtan indim ve hızlı hızlı yürümeye başladım. Yeni bir sığınacak yer arıyordum. Spor salonundaki günlerimi bile özlemiştim. O zamanlar düşündüğüm beterin beteri de vardır düşüncesinin doğruluğunu bir kez daha kanıtlıyordum. Gerçekten beterin beteri de vardı. Belki şu anki durumumdan da beterleri vardı. Acaba şu an bile durumuma şükretmeli miydim? Ama bundan kötü ne olabilirdi ki...Ablam ölmüştü, ülkedeki herkes ölüm tehlikesi altındaydı, annem kayıp, babamsa tehdide maruzdu. Bir insanın hayatı bu kadar çabuk değişebilir miydi? Acaba eskiden dalga geçtiğim o filmler gerçek olabilir miydi? Neden bendim? Neden? Neden? Neden? Oysa bir zamanlar beni acı gerçeklerden uzak tutan sonu gelmez mutlulukların oluşturduğu bir dünya da yaşadığımı fark edememiştim bile... Şimdi ise o etrafımı çevreleyen mutluluklar bir balon gibi sönmüş, beni hayata karşı çırılçıplak bırakmıştı.
O kadar dalgın yürüyordum ki karşımda duran kocaman çadırı bile
fark edememiştim. Sanki birden önüme çıkıvermiş gibi ürktüm. Hemen aklıma kötü adamların çadırı geldi. Boğazımda başlayan bir kıvılcım mideme ulaşıncaya kadar içimi yaktı ve midemde yayılıp vücuduma dağıldı, bu korkuydu. Bir an önce buradan kaçmak yada çadırın ne olduğuna bakmak arasında kararsız kaldım. Etrafıma baktım, burası bizi bağladıkları çadırın olduğu yer değildi. Ama yine de sanki tanıdık geliyordu. Çadıra iyice yaklaştım, babamın sesi kulaklarımda çınlıyordu. Onu özlediğimden olabileceğini düşündüm fakat konuşmaları netleşince çadırın babamların bulunduğu çadır olduğunu hatırladım. Demek bilmeden buraya doğru yürümüştüm. Acaba burada güvende miydim yoksa tehlike de mi? Babamın konuşmaları artık iyiden iyiye duyulabiliyordu. Çadırın içine girmek için hamle yaptığımda yan tarafta askerlerin durduğunu gördüm ve duraksadım. Beklerken babamı dinliyordum. Ama babam neler diyordu öyle, olamazdı.
-“Kızım mı? Ülkem mi? Bir türlü karar veremiyorum. Ne yapmalıyım?”
-“ Bak dostum, savaşlarda binlerce insan ölür. Bu vatan için yapılmışsa buna ölüm denmez. Zaten eğer sen kızını seçsen de o ölür, seçmesen de... İyisi mi,sen hiç vatanına ihanet etme... kızını da düşünme...”
-“ Bunu yapamam ellerimle kızımı ölüme teslim edemem.”
-“ Yapmalısın, yoksa koskoca bir ülkeyi ölüme teslim etmiş olacaksın, yalnızca senin kızın değil, tüm babaların kızları ölecek. Seçim senin...”
-“ Sanırım haklısın, zor ama kızıma acımamalıyım.”
Bunları söyleyen babam olamazdı, babam bana kıyamazdı. Koşmaya başladım,
düşünmeden koşuyordum. Sanki beynimden hızla akan düşüncelere yetişmeye
çalışıyordum. Koştum, koştum, babamdan uzaklaştığıma emin olana kadar koştum. Beynim babamdan nefret etmemi istiyordu ama kalbim buna izin vermiyordu. Tıpkı dışarıdaki savaş gibi içimde de bir savaş vardı.
Hava kararmaya başlamıştı, yorgundum. Kuytu bir köşeye kıvrıldım, gözlerimi kapatıp açtığımda sabah olmuştu, gece ne kadar da çabuk geçmişti. Gece hiç kabus görmemem de şaşılacak bir şeydi. Uykumda yalnızca derin bir boşluktaydım,simsiyah... Tekrar yürümeye başladım, uzun uzun yürüdüm. Nerede olduğum hakkında hiç bir fikrim yoktu. Yavaş yavaş yerleşim yerlerine yaklaşmıştım. Etrafta bir çok ev vardı, çocuklar hiç bir şeye aldırmadan birbirlerini kovalayıp oynuyorlardı. Bir an onları kıskandım. Biraz ilerde yine kocaman bir çadır görünce artık gözlerimdeki yaşlara engel olamadım. Hem korkuyor, hem merak ediyor, hem de tiksiniyordum. Son karşılaştığım çadırlar bana hiç de uğur getirmemişti. Oturup çadırı izlemeye başladım. Kapıdan biri çıktı. Üzerinde iş üniformasına benzeyen hoş bir önlük vardı. Başında da hemşirelerin giydiği keplerden ... Evet evet bu bir hemşireydi. O halde burası da sağlık ocağıydı. Sonunda bulmuş muydum? Annem burada mıydı? Acaba ablamın vurulduğunu söylesem hemen yardıma giderler miydi? Ama ben ablamın vurulduğu yerin neresi olduğunu bilmiyordum ki...Hem ablam bu kadar süre o şekilde hayatta kalmış olamazdı. Ablamın ölmüş olabileceği ihtimaline hala inanmıyordum. Sanki birazdan karşıma çıkıp bana yeni bir çeşme keşfettiğini söyleyecekmiş gibi geliyordu. Korkak korkak çadıra yanaştım. Kumaştan kapısı hafif aralıktı, içeri baktım, gerçekten de burası bir tür sağlık ocağıydı. Hayalimde ki lüks hastanelere benzemiyordu ama hastaların tedavi edildikleri bir yer olduğuna emindim. İçeri girdiğimi gören bir hemşire yanıma gelip “ Yardımcı olabilir miyim?” diye sorduğunda ona annemin adını söyledim. Kayıtlara bakmaya gitti, etrafıma baktım,annem ortalıkta görünmüyordu. Hemşire geri geldiğinde yüzünde bir gülümseme vardı, “ Gel canım,annen burada yatıyor. Sen de onun çok bahsettiği kızı olmalısın.” Ve beni bir yatağın yanına oturdu. Yatakta yatan kişi ince çarşafı üzerine çekip yüzünü kapattığı için kim olduğunu göremiyordum ama duygularım onun annem olduğunu söylüyordu. Hemşire hastanın sırtına dokundu, hasta oturur vaziyete geçti. Yüzünü görünce yaşadığım duyguyu hayatım boyunca bir daha yaşayamayacağımdan emindim. O hasta annemdi. Evet annemdi. Benim annem... Beni görünce çığlıklar atmaya başladı. Gözlerine inanmıyormuş gibi durmadan ovuşturuyordu. Ama anneme ne olmuştu? Sanki on yıl yaşlanmıştı. Yüzü solmuş, saçları beyazlamış, dudakları çatlamıştı. Kendi halime bakmadan onun haline acıdım. Fakat onunda benim halime acıdığından emindim. Üzerimde ablamın, bana büyük gelen, kir içindeki eşofmanı,ayağımda ablamla ayakkabı niyetine kullandığımız poşetler, darmadağınık saçlarım, toz ve gözyaşıyla boyanmış yüzüm... Bu görüntüme kim acımazdı ki...
Bir kaç dakika hareketsiz kalıp birbirimizi izledikten sonra heyecanla birbirimize sarıldık. Ne kadar öyle kaldığımızı bilmiyorum ama kollarımız ve vücutlarımız birbirinden ayrılırken gözlerimizin içinden neler olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Annemin sol ayağında hafif bir sargı vardı, karnı ise belirgin derecede şişmişti, doktorlar zor bir doğum olacağını ve doğuma kadar burada kalması gerektiğini söylüyorlardı. Annemin yoğun istediğiyle benim de –hasta olmadığım halde- burada kalmama izin verildi. Artık annemleydim. Bütün bu başıma gelenler annemi ararken olmamış mıydı? Benim yüzümden ablam ölmemiş miydi? Ama ben amacıma ulaşmıştım. Bulmuştum işte burayı...
O gece başımdan geçen tüm olayları bir bir anlattım anneme...Dikkatle dinledi. Ablama çok üzüldü,ölümünü anlatırken gözleri doldu. Dayanamadım, omzuna yatıp ağladım. Tüm yaşadıklarımı boşaltmak istercesine ağladım. Babamı da anlattım. Annem kızmış gibi göründü ama artık ellerinden kaçtığım için aslında babamın en doğru kararı verdiğini söyledi. Gece anneme sarılarak yattım.
Sabah uyandığımda hala kendimi sokaklarda annemi arıyormuş gibi hissettim bir an... Ama bu sefer üşümüyordum, çünkü annemin elleri beni sarıyordu. Ben annemin yanındaydım, anneme sarılmıştım. Allah’ım ne kadar da şanslıydım. Birden ablam aklıma geldi ve sevincim kursağımda kaldı. Acaba ablamın ruhu şu anda neredeydi? Acaba onu orada bırakıp kaçtığım için bana kızgın mıydı? Ölenler gömülürdü, böylece onların bedenlerinin huzur içinde yattığı düşünülürdü. Ama ablam gömülmemişti. Orada kanlar içinde kalmıştı. Benim yüzümden ölen birini, bırakıp kaçmıştım. Belki de o kötü adamlar onu gömmüştür diyerek kendimi teselli etmeye çalıştım. Niye gömsünler ki? Zaten onlar öldürmemiş miydi? Belki de kaçmamıza yardım eden adam ablamın ölümünden tıpkı benim gibi o da kendini sorumlu tutuyordu. Bilmiyordum. Bildiğim tek bir şey vardı ki, o da ablamı bulup cansız bedeninin huzur içinde yatabilmesi için gömmek ve ardından elimden geldiği kadar dua edebilmekti.
Düşüncelerimle boğuşmaktan annemin uyandığını fark edememişim. Bu umutsuz düşüncelerim yüzüme yansımış olacak ki... annem bana bakar bakmaz neler olduğunu sordu.
-“Ablamı gömmemiz gerek anne! O benim için öldü. Bense onu orada kanlar içinde yapayalnız bırakıp kaçtım. Kendimden utanıyorum anne...” hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Ablamın kömür gibi parlayan gözleri bir türlü aklımdan çıkmıyordu, verdiği eşofman hala üzerimdeydi. Üstünde sanki hala onun kokusu vardı. Beni korumaya çalışmasını, bana yarım ekmek alabilmek için verdiği çabayı, benim için yaptığı sayısız iyiliği ve çadırdaki son çığlıklarını unutamıyordum. Aslında itiraf etmek gerekirse bu güne kadar ölüm bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Sadece yaşlananların öldükleri izlenimi o kadar çok beynime kazınmıştı ki ablamın ölümüne hala inanamıyordum. Onun gibi genç ve iyi birisi nasıl ölebilirdi ki? Acaba tüm bunların sorumlusu ben miydim yoksa bu savaşı başlatanlar mı? İçimden bir ses benim suçsuz olduğumu söylüyordu.
-“Sen en doğrusunu yapmışsın kızım, eminim ablan o anda konuşabilseydi o da bunu yapmanı isterdi. Bir de iyi yönünden düşünelim, bak ablan belki de annesine kavuşmuştur. Annesinin öldüğünü söylememiş miydin? Belki ağabeyleri de aslında ölmüştür ve şimdi onlarla da beraberdir.”
Annem ne diyordu? Ablam ne olursa olsun ağabeylerinin ölmesini istemezdi ki? Üstelik bu savaş iki gencin daha hayatını alamazdı, almamalıydı. Son bombalarda zaten yeterince hatta fazlasıyla insan ölmemiş miydi? Böyle düşününce birden hayat basit bir oyuncak yada narin bir ipekmiş gibi geldi. Değerli fakat her an yok olabilecek, parmaklarının arasında tutmaya çalıştığın bir saç teli gibiydi. Ellerinden kayıp düştüğünü bile hissedemediğin bir saç teli...
-“Tamam bebeğim, sanırım ben bu halimle kalkamam ama çok güvendiğim bir hasta bakıcı var. Seni ona emanet edebilirim. Birlikte ablanın vurulduğu yeri bulmaya çalışırsınız, yanınıza gerekli araç gereci de alırsanız onu rahatça gömebilirsiniz. Tamam mı tatlım?
-“Sen dünyanın en iyi annesisin anne! Teşekkür ederim.”
-“Yalnız bana bir konuda söz vermeni istiyorum. Yolda asla oyalanmayacaksınız ve o kötü adamların sizi görmelerine izin vermeyeceksiniz. Anlaştık mı?”
-“Tamam anne, söz veriyorum hemen gidip geliriz.”
Annem hasta bakıcıyı çağırdı. Kırk yaşlarında, kır saçlı, hafif sakallı, güler yüzlü bir adamdı. İlk gördüğümde ona güvenebileceğimi anladım. Yanımıza nereden bulduğunu bilmediğim bir kazma alarak yola çıktık. Koşarak geçtiğim yolları hatırlamaya çalışıyordum. Ablam sayesinde dikkat yeteneğim artmıştı. O korkuyla hiçbir şey düşünmeden koşarken bile bazı şeylerin dikkatimi çektiğini fark ettim. Mesela girdiğimiz bu yoldaki kurumuş meyve ağacı bu civarlardaki tek meyve ağacıydı ve ben bu yoldan geçtiğime emindim. İşimiz oldukça rast gitmişti ki bir süre sonra benim adamlardan kaçmak için tırmandığım ağacın dibine geldik. Bundan sonra zaten tek bir yol vardı ve bu yolu takip edersek ablamı bulabilirdik. Korkmaya başlamıştım sanırım ablamı o şekilde görmekten korkuyordum. Hızlandık.
Etrafıma bakınarak ilerlerken birden gözüme bir çıkıntı çarptı. Acaba o ablamın cesedi miydi? Koşarak yanına gittim. Bu cesareti nereden bulduğumu bilmiyordum ama yüzüne baktım. Bembeyazdı, gözleri yarı kapalıydı ve dudaklarında tedirgin bir gülümseme vardı. Çevresindeki kan kurumuştu. Gözlerimden inen yaşları ancak kıyafetimi geçip vücudumu ıslatmaya başladığında fark ettim. Ağlıyordum, hayır ağlamıyordum, isyan ediyordum. Amerika’ya, savaşa, hayata isyan ediyordum. Ablamın cansız vücuduna sarılmış sarsılıyordum. Hasta bakıcı beni uzaktan izliyordu, onun da gözlerinden hafif hafif yaşlar süzülüyordu. Dudakları hızla ve sessizce kapanıp açılıyordu. Ağlamam durduktan sonra ablamın buz gibi soğuk yanaklarını son kez öptüm ve çoktan çukur kazmaya başlamış olan hasta bakıcının yanına gittim. Az kaldığını söyledi. Yardım etmek istedim fakat kendime zarar vermemden korktuğundan kazmayı bana vermedi. Ben de çukurun içine atlayıp, ellerimle toprakları çıkarmaya başladım. Tırnaklarıma dolup derimi acıtan toprağa aldırmadan kazdım. Mezarımız hazır olduğunda hasta bakıcı, ablamın bedenini kucağına aldı ve mezara yatırdı. Üstüne yanımıza aldığımız bir örtüyü kefen olarak örtmek istiyorduk ama benim içim cız ediyordu. Ablamı yıkayıp bembeyaz bir kefende, omuzların üzerinde uğurlayabilmeyi ne de çok isterdim ama elimizden ancak bu geliyordu. Örtüyü örtmeden önce son kez ablamın yüzüne baktığımda sanki dudaklarındaki tedirginlik yok olmuştu. Belki de bana öyle gelmişti ama bunu hissetmek bile beni mutlu etmişti. Birlikte biricik ablamın üzerine toprak attık ve uzun süre dua ettik. Anneannemin öğrettiği bir kaç dua dışında fazla dua bilmiyordum ama hasta bakıcının sesli okuduğu duaları tekrarlıyor ve düşüncelerimle yalvarıyordum. Oradan ayrılırken mezarın yerini kaybetmemek için bir tahta bulup çaktık. Ne kadar işe yarardı veya bir daha buraya ne zaman gelebilirdik bilmiyorduk ama bu tahta parçası gönlümüzü ferah tutmamıza yardımcı oluyordu.
Geldiğimiz yoldan hızla geri döndük. Yolda hep ablamı düşündüm. Onunla geçirdiğimiz o zor günleri düşündüm. Kim bilir ablam olmasaydı, ben ne yapardım? Annemin yanına vardığımızda biraz sakinleşmiştim. Annemin sevgi dolu bakışları da beni sarmıştı, eskisinden daha iyi hissediyordum.
Böylece bu sağlık ocağında tam dört ayımız geçti. Annem doğurmak üzereydi. Ülkede artık silahlı çatışmalar yaşanıyordu. Her gün tanıdıklarımız ölüyordu. Sağlık ocağı dediğimiz bu çadırda artık yemek veya ekmek dağıtılmıyor yada çok seyrek dağıtılıyordu. Babamdan bir daha hiç haber alamamıştık, nerede olduğunu veya hayatta olup olmadığını bile bilmiyorduk. Özlemiştik ama annem de, ben de babamdan bahsedip kendimizi daha fazla üzmek istemiyorduk. Her an ölüm tehlikesiyle karşı karşıya idik. Dışarı çıkamıyorduk. Çadırda da güvende olmamamıza rağmen kendimizi insanların arasında rahat hissediyorduk. Annemin sancıları artmıştı. Doktorlar çok zor bir doğum olacağını söylüyorlardı. Hatta olaya umutsuzca bakıyorlardı. Annemin yedi ay önceki kötü düşüşünden dolayı bebek düşme tehlikesi atlatmış, yetersiz beslenme ve psikolojik sorunlar yüzünden gelişememişti. Bu doğum ya annemin ya da bebeğin hayatına mal olabilirdi. Hepimiz tedirgindik.
Gece annemin çığlıklarıyla uyandık. Annem doğuracaktı. Doktorlar ve hemşireler uyandırıldı. Bana yatağımda yatıp beklemem söylendi. Korkumdan söyleneni yaptım. Annemin feryatlarını duyabiliyordum. Acaba beni doğururken de bu kadar acı çekmiş miydi?
Bir doğumun bu kadar uzun sürmesini beklemiyordum. Yanımızda yatan teyze beni avutmaya çalışıyordu. Yaklaşık bir saat sonra annemin çığlıkları kesildi. Bir an herkes sustu. Dışarıdan kurşun sesleri geliyordu. Askerler buraya kadar girmişlerdi.
Ve bir bebek ağlamasıyla herkes ayağa kalktı. İnsanların yüz ifadelerindeki sevinç görülebiliyordu. Güldüm. Fakat bu sefer doktorların çığlıkları başladı. Hepsi birbirine emir veriyor gibiydi. Kimse ne olduğunu anlamamıştı. Kısa bir süre sonra doktorların bağrışmaları da durdu. Koşarak annemin bulunduğu bölüme girdim. İlk dikkatimi çeken şey bebek oldu. Doğduğuna söver gibi ağlıyordu. Annem hareketsizdi. Doktorlar etrafında dönüyor, kimisi annemin bacaklarına ve karnına masaj gibi bir şeyler yapıyor, kimisi burnuna bir şey koklatıyordu. Anneme ne olmuştu? Doktorlar bebeğin yada annenin canına mal olabilir demişlerdi, bebek iyi olduğuna göre annemin mi hayatına mal olmuştu bu doğum? İkinci bir sevdiğimi kaybetmeye dayanamazdım. Ağlamaya başladım. Etraftaki kan seli durmadan artıyordu e bir süre sonra doktorlar sakinleşip, ellerindeki eldivenleri çıkardılar. “kurtaramadık” Annem de ölmüştü. Artık ölüm kelimesine o kadar alışmıştım ki annemin ölümünü bile bu kadar çabuk kabullenmiştim.
Henüz sekiz yaşındaydım, canımın parçaları olan iki sevdiğim insanı kaybetmiştim. Her gün arkadaşlarımın ölüm haberlerini alıyordum. Yaşamımın bir anlamı kalmamıştı. Tüm bunların sorumlusu kimdi ha kim? Bu savaşı yapanların anneleri, babaları, çocukları, yürekleri yok muydu? Bunca insanın hayatını bir oyuncak gibi kullanan kalpsizler kimlerdi? Bunları bilmeye en çok benim hakkım vardı. İçimdekileri boşaltmak istercesine çığlıklar atarak dışarı çıktım. Etrafta vızıldayan kurşunlar umurumda değildi. Nereye gittiğimi bilmeden koşuyordum. Koştum... koştum...
Birden büyük bir acıyla yere yığıldım. Sanırım vurulmuştum. Neremden vurulduğumu kestiremiyordum. Bütün vücudum sızlıyordu. Sırtımdan yere bir sıvı yayılıyordu. Bu kandı... Ölüyordum işte... Sadece ben değil, bütün çocuklar böyle ölüyordu. Bundaki amaç neydi?
Savaştan önceki günlerimi düşündüm. Pembe bir toz bulutu gibiydi, her şey ne kadar da basitti o zamanlar... Birde savaş günlerini düşündüm. Bomba atılan geceyi, spor salonunu, kaçırılışımı, ablamın ölümünü ve aç kaldığım günleri düşündüm. Hayatın zorluğunu anlamam için çok büyük bir sınavdı bu...Kaldıramazdım... Ama bunu yapanlar er yada geç cezalarını çekeceklerdi. Sanki tesadüfen yaşamıştım, tesadüfen ölüyordum. Son dileğim yeni doğan kardeşimin benim yaşadığım hiç bir sıkıntıyı yaşamamasıydı... Gittikçe halsizleşiyordum, birilerinin yardıma geleceğini biliyordum.
Ama sanırım yardıma geldiklerinde çok geç olacaktı...
Hoşça kal zor dünya!



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Belki de Sölenter yada Sünger Olmalıydık?
Adalet Yansıması

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
İstanbul'a... [Deneme]
Belki de Sölenter yada Sünger Olmalıydık? [Deneme]
Set Sayısı [Deneme]


Özge Can kimdir?

Yazı yazmayı çok seven ancak henüz genç ve tecrübesiz olan bir Türk vatandaşı. . . Bu konuda her türlü yorum ve yardıma açık, gençliğini olumlu yönde kullanmak isteyen bir ham kalem. . .

Etkilendiği Yazarlar:
V.C Andrews, Attila İlhan, Reşat Nuri Güntekin


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Özge Can, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.