Sevginin ölçüsü ölçüsüz sevmektir. -Spinoza |
|
||||||||||
|
17 Ağustos 1997... Kocaeli’nde Çarşı Polis Karakolu yanında bulunan bir binanın altı... Omzumda basın çantası, içinde fotoğraf makinem ve bir adet telsiz... Zihnimde derin sendromlar bırakacak o dakika gelip çatana kadar her şey yolundaydı. Saat: 03.02... Ayakta ve dışarıda dikiliyorken ve dört tarafım yüksek binalar olduğu halde hissettim sarsıntıyı. İlk duyduğum haykırışsa tüylerimi diken diken ediyordu; “Allahu Ekber” Biz gazeteyi yayına hazırlarken yakalanmıştık depreme… Kod seviyesi zeminle aynı seviyede olan bir büroda gazetenin son hali CD’ye kayıt yapılırken… Yyaınladığımız haftalık gazeteyi İstanbul’da bastığımızdan dolayı, bu saatlerde İstanbul’a gidecektik. Ben dışarıda, büronun hemen karşısındaki parkın duvarı üzerinde yorgun kahvemi yudumlarken yakalanıyoruz depreme… Saatler 03.00 civarı… Güzel bir yaz gecesi… Cırcır böceklerinin güzel ninnisine az sonra derin bir homurtu karışıyor. Kahve yere düşüyor. Aklımdaki ilk soru “ne oluyor?” diye bir panik cümlesi oluyor. Korkuyorum. Homurtu giderek büyürken, daha önce yaşamadığım için şiddetli bir deprem olacağını tasavvur edemiyorum bile… Evvelinde validem, geceleyin deprem olduğunu söyler biz de hissetmediğimizi iletirdik. Televizyon’da Erzincan, Dinar depremlerini duyar “a deprem olmuş” yetinirdik. Ancak gelip çatan şeyin adı bu kez depremdi ve o an depremi yaşadığımı kabul etmek istemesem de, anlıyordum. Beni dışarıda, gazete arkadaşlarımı ise içeride yakalayan şeyin adıydı bu… Sallantı, gürültü, korku panik… Her şey, ama her şey o an insan bedenine yükleniyordu. İlk duyduğum çığlıkta bir “Allahuekber” nidası vardı. En uzun cümle, sallanan binaların arasından taşan “Kelime-i Şehadet” oluyordu. Elektrik direklerinden atan kıvılcımlar, toprağın ayaklarımızın altından çıkıp gidecekmiş gibi homurdanması ve bir anda gömüldüğümüz karanlık… Şimdi sadece hüzün kokuyor… Omzumda asılı çantamda hazırda duran bir kamera ve telsiz… Oysa poliste çaresizdi… Karakol yıkılmış… İtfaiye de öyle… Hastanede… Kim kurtaracaktı… Toz ve duman… Bir şehir nasıl olurdu da, saniyeler içerisinde böylesine büyük bir toz bulutu altında kalabilirdi. Bir şehir nasıl olurdu da, sözleşmiş gibi, bir anda bu kadar yüksek feryat çığlıkları savurabilirdi… O kadar çok çığlık vardı ki etrafta, o kadar çok feryat duyuyordu ki kulaklarım… Neyi nasıl yapacağımı unutmuş gibiydim… Yımkılmış elektrik direkleri, duvarlar arasında yürüyorum… Arkadaşlarım içerdeydi… Geçici bir hafıza kaybı, bir bilinçsizlik ya da “meslek içgüdüsü”yle midir bilmiyorum ama, yıkılmadığı için endişe etmediğim gazeteyi bırakıp, çığlıkların geldiği yere koşuyorum. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin hemen arkasında kalan 9 katlı binanın dibindeyim. Sarsıntılar tüm hızıyla devam ederken, ortalarda ne bir kurtarma ekibi ne polis, ne itfaiye… Kimseler yok! Kaderimizle baş başa kaldığımız o anda, çantamdan çıkardığım Rus markası Zenit’in deklanşörüne kayıyor ellerim… Bina kağıttan bir kule gibi yıkılmış… Katları seçemiyorum. 6. kat yol seviyesinde… Bir kız çocuğu… Ellerini gördüm, kolonların arasında kalmış gövdesinden tek işaret, dışarı çıkıp sallanan elleri… “Sesimi duyuyor musun?” Ağlamaklı bir ses tonuyla cevap geliyor; “Evet” Durduğum yerde gözlerimden yaşlar akıyor. Ama ağlamanın fayda etmeyeceği böylesi bir anda daha soğukkanlı olmam gerektiğini düşünüyorum. -Adın ne? -Merve.. -Tamam Merve, ben buradayım. Korkma ve olabildiğince az hareket et! Merve cevaplıyor, “Tamam abi” Elim ayağıma dolaşıyor. Bir yandan devam eden sallantı, hayatımın tam ortasında, “mıh” gibi karşımda duruyor. Herkesin kendi derdine düştüğü böylesi bir anda Merve’nin hayatı gözümde büyüyor. Tonoz parçalarını kaldırmaya çalışıyorum. Arada elime camlar batıyor. Ama acıyı hissetmek mümkün bile olmuyor. Daha büyüğü karşımda duruyorken, cam kesiklerini hissetmiyorum bile… Merve’nin başını kapatan beton parçalarını temizlemeyi başarıyorum. Ama başı görünmesine rağmen, omuzlarında çapraz geçen iki kolon, gövdesini kapatıyor. Elimden gelen her şeyi yapıyorum ama Merve’nin gövdesini sıkıştığı yerden çıkarmam imkansız gibi görünüyor. Dolanıyorum. Enkaza girmenin farklı bir yolunun olup olmadığını anlamak için binayı turluyorum. Adımımı attığım ilk anda 7.4’lük sallantının bir benzeri daha oluyor. Merve diye bağırıyorum. Oysa binlerce insanın o saniyelerde hayatını kaybettiği noktada ben Merve’yi kurtarmak için çırpınıyordum. Merve’yi göremedim… Az sonra, elinde ışıldakla birileri geldi… Şafak söküyordu… Aradık onu… İşte o sözü en çok orada söyledim; “Sesimi duyan var mı?” Derin mırıldanma duyduğumda dünyalar benim olmuştu. Birkaç kişi artçı sallantılarda yığılan enkazları yeniden kaldırmayı denedik. Enkazı kaldırdık ve Merve’yi gördüm… (Devamı var) Not: Öyküde anlatılan tüm olaylar gerçektir. Merve'nin fotoğrafı 19 Ağustos 1999 tarihli Star Gazetesinde tam sayfa olarak birinci sayfadan yayınlanmıştır. Fotoğraf 17 Ağustos depreminde çekilen "ilk deprem fotoğrafı" olma özelliğine sahiptir. Keşke burada yayınlama imkanım olsaydı. Ancak böyle bir alan olmadığı için fotoğrafı yazıyla birlikte veremiyorum)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Orhan TURAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |