..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Sevginin ölçüsü ölçüsüz sevmektir. -Spinoza
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Anı > Orhan TURAN




19 Haziran 2006
Sesimi Duyan Var mı? (1. Bölüm)  
Sesimi duyan biri var; Merve...

Orhan TURAN


Yer: İzmit. Tarih 17 Ağustos 1997. Saat 03.00 Omuzumda basın çantası varken ve dışarıda bulunduğum bir anda başladı sarsıntı. Depremin ilk fotoğrafı ve enkazda küçük bir kız çocuğu... Adı Merve... "Sesimi duyan var mı?" çığlıkları arasında kayboluverdi her şey...


:CHFD:




17 Ağustos 1997...
Kocaeli’nde Çarşı Polis Karakolu yanında bulunan bir binanın altı...
Omzumda basın çantası, içinde fotoğraf makinem ve bir adet telsiz...
Zihnimde derin sendromlar bırakacak o dakika gelip çatana kadar her şey yolundaydı.
Saat: 03.02...
Ayakta ve dışarıda dikiliyorken ve dört tarafım yüksek binalar olduğu halde hissettim sarsıntıyı. İlk duyduğum haykırışsa tüylerimi diken diken ediyordu;
“Allahu Ekber”


Biz gazeteyi yayına hazırlarken yakalanmıştık depreme… Kod seviyesi zeminle aynı seviyede olan bir büroda gazetenin son hali CD’ye kayıt yapılırken…
Yyaınladığımız haftalık gazeteyi İstanbul’da bastığımızdan dolayı, bu saatlerde İstanbul’a gidecektik. Ben dışarıda, büronun hemen karşısındaki parkın duvarı üzerinde yorgun kahvemi yudumlarken yakalanıyoruz depreme…
Saatler 03.00 civarı… Güzel bir yaz gecesi… Cırcır böceklerinin güzel ninnisine az sonra derin bir homurtu karışıyor. Kahve yere düşüyor. Aklımdaki ilk soru “ne oluyor?” diye bir panik cümlesi oluyor. Korkuyorum.
Homurtu giderek büyürken, daha önce yaşamadığım için şiddetli bir deprem olacağını tasavvur edemiyorum bile…
Evvelinde validem, geceleyin deprem olduğunu söyler biz de hissetmediğimizi iletirdik. Televizyon’da Erzincan, Dinar depremlerini duyar “a deprem olmuş” yetinirdik.
Ancak gelip çatan şeyin adı bu kez depremdi ve o an depremi yaşadığımı kabul etmek istemesem de, anlıyordum.

Beni dışarıda, gazete arkadaşlarımı ise içeride yakalayan şeyin adıydı bu… Sallantı, gürültü, korku panik… Her şey, ama her şey o an insan bedenine yükleniyordu. İlk duyduğum çığlıkta bir “Allahuekber” nidası vardı. En uzun cümle, sallanan binaların arasından taşan “Kelime-i Şehadet” oluyordu.

Elektrik direklerinden atan kıvılcımlar, toprağın ayaklarımızın altından çıkıp gidecekmiş gibi homurdanması ve bir anda gömüldüğümüz karanlık…

Şimdi sadece hüzün kokuyor…
Omzumda asılı çantamda hazırda duran bir kamera ve telsiz…
Oysa poliste çaresizdi… Karakol yıkılmış…
İtfaiye de öyle… Hastanede…
Kim kurtaracaktı…

Toz ve duman… Bir şehir nasıl olurdu da, saniyeler içerisinde böylesine büyük bir toz bulutu altında kalabilirdi. Bir şehir nasıl olurdu da, sözleşmiş gibi, bir anda bu kadar yüksek feryat çığlıkları savurabilirdi…
O kadar çok çığlık vardı ki etrafta, o kadar çok feryat duyuyordu ki kulaklarım…
Neyi nasıl yapacağımı unutmuş gibiydim…
Yımkılmış elektrik direkleri, duvarlar arasında yürüyorum… Arkadaşlarım içerdeydi…
Geçici bir hafıza kaybı, bir bilinçsizlik ya da “meslek içgüdüsü”yle midir bilmiyorum ama, yıkılmadığı için endişe etmediğim gazeteyi bırakıp, çığlıkların geldiği yere koşuyorum.
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin hemen arkasında kalan 9 katlı binanın dibindeyim. Sarsıntılar tüm hızıyla devam ederken, ortalarda ne bir kurtarma ekibi ne polis, ne itfaiye… Kimseler yok! Kaderimizle baş başa kaldığımız o anda, çantamdan çıkardığım Rus markası Zenit’in deklanşörüne kayıyor ellerim…
Bina kağıttan bir kule gibi yıkılmış… Katları seçemiyorum. 6. kat yol seviyesinde… Bir kız çocuğu…
Ellerini gördüm, kolonların arasında kalmış gövdesinden tek işaret, dışarı çıkıp sallanan elleri…
“Sesimi duyuyor musun?”
Ağlamaklı bir ses tonuyla cevap geliyor; “Evet”
Durduğum yerde gözlerimden yaşlar akıyor. Ama ağlamanın fayda etmeyeceği böylesi bir anda daha soğukkanlı olmam gerektiğini düşünüyorum.
-Adın ne?
-Merve..
-Tamam Merve, ben buradayım. Korkma ve olabildiğince az hareket et!
Merve cevaplıyor, “Tamam abi”

Elim ayağıma dolaşıyor. Bir yandan devam eden sallantı, hayatımın tam ortasında, “mıh” gibi karşımda duruyor.
Herkesin kendi derdine düştüğü böylesi bir anda Merve’nin hayatı gözümde büyüyor.
Tonoz parçalarını kaldırmaya çalışıyorum. Arada elime camlar batıyor. Ama acıyı hissetmek mümkün bile olmuyor. Daha büyüğü karşımda duruyorken, cam kesiklerini hissetmiyorum bile…
Merve’nin başını kapatan beton parçalarını temizlemeyi başarıyorum. Ama başı görünmesine rağmen, omuzlarında çapraz geçen iki kolon, gövdesini kapatıyor. Elimden gelen her şeyi yapıyorum ama Merve’nin gövdesini sıkıştığı yerden çıkarmam imkansız gibi görünüyor. Dolanıyorum. Enkaza girmenin farklı bir yolunun olup olmadığını anlamak için binayı turluyorum. Adımımı attığım ilk anda 7.4’lük sallantının bir benzeri daha oluyor. Merve diye bağırıyorum. Oysa binlerce insanın o saniyelerde hayatını kaybettiği noktada ben Merve’yi kurtarmak için çırpınıyordum.
Merve’yi göremedim…
Az sonra, elinde ışıldakla birileri
geldi…
Şafak söküyordu…
Aradık onu…
İşte o sözü en çok orada söyledim; “Sesimi duyan var mı?”
Derin mırıldanma duyduğumda dünyalar benim olmuştu.
Birkaç kişi artçı sallantılarda yığılan enkazları yeniden kaldırmayı denedik.
Enkazı kaldırdık ve Merve’yi gördüm…

(Devamı var)




Not: Öyküde anlatılan tüm olaylar gerçektir. Merve'nin fotoğrafı 19 Ağustos 1999 tarihli Star Gazetesinde tam sayfa olarak birinci sayfadan yayınlanmıştır. Fotoğraf 17 Ağustos depreminde çekilen "ilk deprem fotoğrafı" olma özelliğine sahiptir. Keşke burada yayınlama imkanım olsaydı. Ancak böyle bir alan olmadığı için fotoğrafı yazıyla birlikte veremiyorum)





.Eleştiriler & Yorumlar

:: 17ağustos1999
Gönderen: asuman soydan atasayar / , Türkiye
29 Ağustos 2008
DEPREMİN BIRAKTIKLARI Büyük Marmara depremi geçeli bir ay olmuştu da hala dramatik görüntüler tüm televizyon kanallarında yoğun olarak yayınlanıyor. Türkiye’nin zengin ve gelişmiş bölgesi adeta fakir Afrika ülkelerinin görüntüsündeydi. Yap-boz evlermiş meğer yükselen apartmanlar.45 saniye içinde yerle bir olduğu gibi, enkaz çalışmaları bir aydır bitirilemedi. Hala cesetlere ulaşılamıyor. Çaresiz insanlar, yardım için çırpınan yürekler içler acısı.Biz de oturmuş televizyondan seyrediyor,sadece şükretmek ve depremzedelere acımakla yetiniyorduk.Elimden gelse evdeki yiyecek ve giyecekleri o zavallı insanlara göndereceğim.Bazılarını yardım dernekleri kanalıyla gönderebildim sadece. Zaman ilerledikçe her acı gibi –doğal olarak-bu acıların bıraktığı izler de azalacak, depremde zarar görmeyenler acıma duygularıyla, dualarıyla, maddi-manevi yardımlarını gönderdikten sonra normal yaşantılarına döndüler. Bir araya geldiklerinde bu yazın ne sıcak geçtiğini, deniz sularının farklılığını, gökyüzünde yıldızların ne de büyük göründüklerini, deprem sırasında yaşadıklarını bilmem kaç kere tekrar edecekler daha. Olayların yorumunu yapacaklar. Üzerlerinde ki etkiyi daha kaç kez konuşacaklar kim bilir? Sebebi doğamı yoksa insanların azgınlıklarından, sapkınlıklarından dolayı bir Allahın gazabı mıydı? Yorumlar, yorumlar uzayıp gidecek daha yıllarca. Ben de çok iyi hatırlıyorum. O gece hava inanılmaz derecede sıcak ve boğucuydu. Odamda yatmanın imkanı yoktu. Erenköy’de ki evimin küçük bir balkonu vardı. Balkonun önünde yükselmiş incir ağacı, az ilerisinde atkestanesi ve ismini bilmediğim bazı ağaçlarla kaplı geniş bir alan vardı. O yeşil alanın etrafında yan yana sıralanmış sekiz-on katlı binalar yükseliyordu. Bir iki apartman balkonlarıyla karşı karşıyaydık. Evimiz çok küçük olduğu için sıkıldıkça kendimi balkona atardım. Çocukların sesi ve sıcak bazen beni boğuyor gibi oluyordu. O gün yani 17 Ağustos 1999 gecesi büyükçe bir yer minderini yastığımı alarak balkonda kendime bir yer yatağı yapmıştım. Dört yaşında ki oğlumu da yanıma alarak balkonda serinlemeye çalışırken, gökyüzünü de inceliyordum. Gökyüzünde yıldızlar bu gün ne kadar da büyük görünüyorlardı. Dikkatle baktım onlara. İstanbul’a geleli yıllar olmuştu da, ilk defa yıldızları bu kadar net ve çoğalmış görüyordum. Oysa, Elbistan’da yıldızlara bakarak şekiller çıkarırdık. İstanbul’un sisli ve buharlı havasından ve de ışıkların yoğunluğundan çoğu zaman tek tük görünüyorlardı. Önlerine perde çekilmiş gibiydiler. Ama bu gün her zamankinden daha büyüklerdi. Yeryüzüne çok az bir mesafeleri kalmışta, yolumuz az kaldı diye gülüşüyorlardı sanki. Allah’ım! Ne büyüksün. Bu kadar muazzam bir kainat içinde muhteşem bir şekilde sonsuz sayıda yaratılmışlar, sonsuz sayıda güzellikler, hepsi bizim için. Şu seyretme anı bile ne büyük bir lütuf benim için diye derin tefekkür içindeyken, oğlumun kafası ve kolları üzerimdeyken ikimizde uykuya dalmışız. Gecenin bir vaktinde eşimin sesiyle uyandım. Ayağıyla dokunarak “kalk yerine yat! herkes sizi seyredecek” diye seslendi. Hemen oğlumu kucağıma alıp yatağına yatırdım. Ben de uykum açılmadan kendimi yatağa attım. Sıcağın rehavetiyle yeniden dalmıştım ki-galiba iki dakika sonra- bir gürültü ve sarsıntıyla yerimizden fırladık. Kızlarım uyanıp ne olduğunu anlamak için yanıma koştular. Ben de yine oğlumu kucaklayarak hep birlikte balkona koştuk. Öyle bir gürültüydü ki sallandığımızı geç fark ettik. Gürültünün anlamını çözmeye çalışıyordum. Biraz sonra şehrin tüm ışıkları kesildi ve derin bir karanlığın içinde kaldık. Binlerce martı ve karga sesleri gökyüzünde uğulduyordu. Yerde ise kediler kopekler kendi dillerince bağrışıyorlardı. İlk kendine gelen büyük kızım oldu.”Anne deprem oluyor, çabuk aşağı inelim” diye bağırınca uyandık hepimiz. Sanki gök yarılmış ta yeryüzüne bir şeyler düşecekmiş gibi gelen sesten sallandığımızı ancak fark ettik. Karanlıkta elimize geçirdiğimiz kıyafetleri alarak aşağıya fırladık. Biz ininceye kadar bütün İstanbul, sokaklara akmıştı zaten çoktan. Çelebi sokağı insan kaynıyordu. Pijamalı, gecelikli, sabahlıklı döküm saçım insanlar meraklı gözlerle bir birlerine sorular soruyor, bazıları telaşla koşuşturuyorlardı. Her yer ana baba gününe dönmüştü. Araba radyolarından anons ve haberleri can kulağıyla dinliyorduk. Adapazarı ve Yalova’dan, İstanbul Avcılar’dan, Bolu’dan, gelen haberlerde her dakika ölü sayısı artıyordu. Dakikalar ilerledikçe onar yirmişer, daha sonraları yüzer ,yüzer ölü ve yaralı sayıları artıyordu. Yani Marmara yıkılmıştı. Günlerce bu dehşet görüntüleri izlerken oğlumun küçücük dünyasının nasıl etkilendiğini onu kendi kendine konuştuklarını duyunca fark ettim. Masaya oturmuş minik ellerini yüzüne dayamış, sanki birisiyle konuşuyordu. - Allahım! Sen bu kadar kötü müsün? Neden bu insanları böyle zavallı yaptın? Neden onları evsiz bıraktın. Yarabbi bize yapmadın. Şükür Allahım…Bir daha deprem yapma Allahım! Kimseyi böyle öldürme, bir daha enkaz yapma Allahım!... Bizi bu dünyada koydun da sen neden yalnız kaldın Allahım? Sen her yerde bizi görüyorsun da biz seni neden göremiyoruz Allahım? Yalnız başına canın sıkılmıyor mu?...Bu güneşleri, bu ayları nasıl böyle güzel yarattın da depremi de böyle çirkin yarattın? Bir daha böyle çirkin şeyler yaratma Allahım! Ya Rabbi şükür Allahım…Bir daha çirkin evler yaratma. Havuzlu evler yarat..Çocuklar ağlamasın..onlar yiyecek bulsunlar..Hırsızları da yaratma Allahım!, Polisleri yarat..İtfaiyeyi yarat…Bismillahirrahmanirrahim..yarabbi şükür. Böyle çirkin şeyler yaratmasaydın seni daha çok severdim. Gene de çok seviyoruz. Gene de çok teşekkür ederim sana.Seni sevgi ve duygularla anıyoruz..Teşekkür ederim bizi böyle yapmadın.. itfaiyeleri yarattın..İnna ateyna çok şükür Allahım…!” Uzayıp giden bunun gibi sözlerini gizlice yazdım unutmamak için. Çevrede olanlar, konuşulanları kendince böyle yorumlayarak dua ediyordu. Benim oğlum böyle etkilendiyse, içinde olanlara Allah yardım etsin.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın anı kümesinde bulunan diğer yazıları...
Sesimi Duyan Var mı? (2. Bölüm)

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
"Aşk, Aşk İster"
Yusuf Kuyuda
"Sakın Yapma"
"Saat 14. 00"
Kırnap
Umut ve Çocuk…

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Özledim [Şiir]
Yanacağım [Şiir]
Öncesi Yok [Şiir]
Seni Kendime Sakladım, Hepsini Bana Sapladım. [Şiir]
Bana Her Şey Seni Hatırlatıyor! [Şiir]
Benim Adım Mabure; [Şiir]
Su ve Ateş [Şiir]
Dua… [Şiir]
Tüm Ayrılıklara Dair [Şiir]
Utandım Filistin [Şiir]


Orhan TURAN kimdir?

Yazarken çarptığım kayalar, ruhumun akışını kemirince görüntü farklılaştı. Her otuzuna geldiğinde mi, muahasebe yapma gereği duyar insan. . . Cevaplanması gereken çok soru var şimdi. . . Allah'a af dileyerek, hayata ikinci defa başlamak. . . İkinci şans da bu olsa gerek!

Etkilendiği Yazarlar:
...


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Orhan TURAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.