Bir önyargıyı yok etmek, atomu parçalamaktan daha zordur. -Einstein |
|
||||||||||
|
Her ne kadar ben gerçek bir denizci, usta bir yatçı olmasam da; bir gözlemci olarak, bir deniz yolculuğunu hikaye etmekteyim.Bazen olayları dışarıdan kişilerin anlatması daha iyi olabilir.. Uzmanlık gerektiren belli bir aktiviteye yıllarını vermiş bir insanının perspektifi farklı olacağından, o konunun içinde olmayanlara anlattıkları; konuyu merak edenlerin beklentileri ile bir olmayabiliyor.Örneğin çok teknik bir anlatım kullanabilirler. -Aksi de olabilir,bunu yadsımıyorum!-Bu nedenle gördüklerimi anlatıyorum,eğer hatalarım varsa beni affedin.Sonuçta, yazdıklarım Melville’in Moby Dick’i değildir. Anlatacağım yolculuğumuz İstanbul - Bodrum parkurunda geçmektedir. Mavi turların henüz başlamadığı, erken bir mevsimde yapılmış olduğu için bir miktar macera tadı da içermektedir. Umarım ki, okuyucuda bir seyahat arzusu uyandırır!. Bir Mayıs başı sabahında, şafakla birlikte; Kalamış marinasından -kanalizasyon karışmış deniz suyuna halatı değdirmemeye azami gayret göstererek! -palamar çözdük. <Vira bismillah>deyip, Marmara’ya 240 derece yol verdik. Teknede üç arkadaştık.. Hava puslu ve kapalıydı, kış günlerini andırıyordu. Sahilden bir mil açıkta, hafif bir Batı -Kuzeybatı yönlü rüzgara yelken açtık.Rüzgar hafifte olsa; daha düşük motor devri ile daha az yakıt kullanarak, seyir yapmanıza yardım ediyordu.Yunus balıkları bize hoş geldin dercesine, tekne ile yarıştılar, yakınımızda iri, gri renkli sırtlarını gösterdiler. Teknemiz, 13 metre boyunda fiber bir yelkenli idi. 50 HP gücünde Perkins motoru, oto-pilot ve hız,derinlik,sürat ,rüzgar sürati göstergeleri gibi donanımları vardı. Yolculuğu iki tekne birlikte yapmaktaydık.Diğer teknenin skipper’i ve mürettebatı bu yolculuğu defalarca yapmış,tecrübeli kişiler olduklarından ve tekneleri bizimkinden daha donanımlı olduğundan -fazladan radar ve GPS vardı-, bize onlar kılavuzluk ediyordu. Kasvetli bir seyirden sonra,15:30 da Asmalı ada feneri göründüğünde,hız kestik. Bir saat sonra Marmara adası mendireğine girmiştik. Mendirek tenha idi, bu nedenle bordodan bağlandık. Gün boyu sürmüş olan sis pus burada yoktu Adanın Güneye bakan yüzünde; iklim sanki Akdeniz iklimi idi!. Sıcak iklimler insana hep hoşluk verirdi zaten! Hiç kış yaşanmayan tropikal adalar hayal etmez miydik zaman zaman? O gece komşu tekne Sambanın kıç güvertesinde toplandık, tatlı bir sohbete daldık.. .Mendirek; sezon öncesi olduğu için, karanlıktı. Kenardan yürüyüp gelen meraklı gözlerden korunmak için, teknede ışık yakılmamıştı.Ancak ortamızdaki pusula küresi, büyülü bir ışıkla fosfor yeşili parlıyordu. Bu teknenin sakinleri; her biri ellili yaşların ikinci yarısında, ama bu yaşların olabilecek en iyi fizik kondisyonuna sahip insanlardı .Eski yolculuk anılarından bahis açıldı. Kimisinin zaten kendi teknesi varmış,konu hep deniz üzerineydi. Bunca yıl konuşmuşlar, hala konular bitmemişti!. Sohbetin içeriğine gelince; eski yolculuklarda yaşadıkları anılıyordu. Laf lafı açtıkça, kişilerden bahis geçtikçe; insanları hiç kınamadan ve yargılama yapmadan, sadece ilişkilerdeki espriyi bulup çıkarıyorlardı.. Olumsuz insanları, düşman gözleri karada bırakmışlardı.Coşku ve içtenlik vardı konuşmalarında. Ancak hayat dolu az sayıda insanın sahip olabileceği, o uslanmaz delikanlı ruh; işte bu mecliste mevcuttu. Onlarla birlikte olmakla,iş ortamlarındaki bütün o dedikodu,kıskançlık,husumet karabasanlarının, geride;İstanbul’da, kaldığını fark ediyordum. Zaten bir sürü kötülüğün,içten pazarlığın kaynağı güvensizlik değil miydi? Birbirimizin yüzünü göremediğimiz o karanlık gecede; özgüven ve samimiyetin dengeli bir harmonisini bulmuş kişilerin içinde, işte bunları düşündüm. Hikayelerinde bahsi geçen kişilerin de hep yüksek kişilikli insanlar olduğu anlaşılıyordu. Abartmaları için hiçbir neden yoktu.O kişileri tanımıyorduk ve rastlaşma olasılığımız yoktu. Bunları her zaman yaşamak için; içimden denizci olmak, yat sporu yapmak arzusu geçti.! Ertesi gün sabah 06:00 da adadan ayrıldık. Sabah güneşi adanın üzerinden doğup, gözlerimizi ağrıttı.Çanakkale boğazına doğru 252 derece istikamet verdik.Bugün sürat göstergesi çalışıyordu, hızımız 8,2 mil ve motor 2300 devirdeydi.Gittiğimiz yönde sis vardı.Birkaç mil sonra deniz kabardı. Bu dalgalar başka denizlerin dalgasıydı, çünkü bulunduğumuz nokta, rüzgarsız ve sisliydi. Aynı zamanda dalgaların genliği öyle bir ölçüdeydi ki; oto pilot gerekli düzeltmeleri yapamaz oldu. Biz bunu fark ettiğimiz anda; telsiz ile öndeki tekneden uyarı geldi, <çok yalpalıyorsunuz,oto-pilot ayarınız nedir ?> diye soruldu. Bunun üzerine trim ayarını; onarlı skaladan, birerli seviyeye düşürdük. Oto-pilot , açık deniz yatçılığında çok faydalı bir seyir aracıydı.Dümeni belirlediğiniz bir pusula istikametinde sabitledikten sonra, oto-pilotu engage ediyor; böylece dümenin esiri olmaktan kurtuluyordunuz.Ancak bu demek değildi ki siz uzanıp kestirebilirsiniz; gözünüz yine pruvada olmak zorundaydı.Aksi takdirde, önünüze kesik bir balık ağı çıkıp, uskuru sarabilir veya işlek denizde büyük bir şilebin yoluna düşebilirdiniz.Bunun yanı sıra akıntı rüzgar ve büyük genlikli dalgalar usul usul sizi rotanızdan saptırabileceği için küpeşte ile sırtınızın arasına bir minder koyduktan sonra gözünüz kah pusulada, kah denizde; gerektikçe, uzaktan kumanda ile trim ederek, seyir sürdürüyordunuz. Dümenin başında ayakta dikilmenin de bir gereği yoktu. Öğle saatlerinde deniz trafiği iyice artmıştı. Çanakkale boğazına girdiğimizi anlamakla birlikte, sis yüzünden, ’kara’ ancak Gelibolu hizasında görüldü.Sonra yavaştan rüzgar çıktı, sis tümden kayboldu. Fırsat diyerek hemen cenova yelkeni açtık. Ancak kısa süre sonra Eceabat’a doğru, rüzgar pruva yönüne dirse ettiğinden; zahmetle, yelkeni toplamak zorunda kaldık. Önce su geçirmezlerden başlayarak,teker teker üzerimizdeki giysileri çıkarmaya başlamıştık sıcaktan.Sanki aniden kış ikliminden, yaz iklimine geçilmişti! Anıtı ve Seddül-bahiri sağımızda gördükten sonra, Ege denizine kavuştuk. İlerledikçe, denizin renginin griden, laciverde dönüşümünü keyifle izledik. 17:00 de Samba önden biz arkadan Bozcaada mendireğine girmiştik.Diğer teknenin demir atmasını beklemeye başladık. Onlar bizden daha usta ya, bekliyoruz önce onlar bağlansın; sonra biz onların yanına bağlanalım. Bu iş, yani her bir limanda bağlanma işi denizciliğin en zor ve stresli yanıydı.! Sancakta sahil kahvelerinin önünde, bir Alman bayraklı tekne, burundan demir salmış kıçtan uzun halatlarla kenara bağlanmıştı. Niye onun paraleline geçmiyoruz demeye kalmadan, ne düşündüğümüzü anlamış gibi, telsizden Tansel Kaptanın sesi geliyor, ikaz eder bir ses tonunda: < İçerisi çok sığ yavrum!! > diyordu. Teknesini limanın ortalarına doğru getirmesini izledik. Çıpayı saldıktan sonra, mendireğin giriş ağzına yakın bir yerde; geri geri giderek, çapraz halatla kayalara bağlandılar. Biraz demir toplayıp halatları sağlamladılar. Sonra, bizde onların elli metre iç tarafında, aynı işlemi yaparak bağlandık. Mustafa ile birlikte adaya çıktık. Ali: <ben biraz rakı içeceğim> diyerek,teknede kalmayı tercih etti. Limanın en iç kısmında, mendireğin içindeki balıkçılar hazırlık içindeydi. Kasaba iğde çiçeği kokuyordu. Kasabayı çevreleyen tepeleri, yöresel mimariye tezat beş-altı katlı ucuz kooperatif evleri benzeri lojmanlarla doldurmuşlar ama hiç ağaçlandırma yapmamışlardı.Yeşilliksiz,kıraç görünüm hiç bu adaya yakışmıyordu. Kaleye tırmanıp, burçlardan aşağıya baktık. Limanda, Samba tekrar demir tazeliyordu. Sonra kale dibindeki çayhaneye oturduk. Köşede televizyon başında maç izleyen üç gençten başka kimse yoktu,kafa tembeli bir garson: <Burası aileye ayrılmış yer > dedi.Tövbe tövbe! Mustafa: <Biz yoksa aile insanına benzemiyor muyuz?> deyince sesini kesti. Adaçayı ısmarladık. Teknelerin bağlı olduğu yerde iki kişi görüyorduk. Yaşlı,yabancı olanı; hararetli el hareketleri ile bizim teknelerin, kayalara bağlı olan halatlarını işaret ediyordu.Bu bağlama yöntemini eleştirdiği belliydi.Doğrusuya, dışı yumuşacık pamuk örgülü halatın kayaya bağlanıp hırpalanması ve sıyrılıp gevşemesi ihtimali vardı, yaptıkları iş bana da ters geliyordu.Ama burada acemi olan bizdik. Her ne kadar sağduyumuz farklı söylese de, bize susmak düşerdi! Toplanan yağmur bulutları akşamı erken getirdi.Bir süre güvertede oturduk,geceyi dinledik. Uykuya ineceğimiz zaman, hava yükselmiş gibiydi, yıldızlar görülüyordu. Uykumdan, şap şap su sesi ve rüzgar ıslığı ile uyandım.Güvertede koşuşturma sesleri vardı.Sonradan öğrendiğim,vakit geceyarısıydı. Dışarı çıkmamla birlikte, fırtına ile yüz yüze geldim.Ani bir hava kaçağı ile karşılaşmıştık. Yüksek dalgalar, mendireğin açık ağzından doğru, bordadan geliyordu. Arka ipleri çözüp serbest bıraktık, motor çalıştırıp demir topladık.Gemi iskelesinin önlerine doğru gelip, kendimizi güvene aldık. Bu esnada Samba ‘nın, mendirek kayalarının dibine sürüklenmiş olduğunu görüyorduk. Durumu anlamak için, zodyak botu indirdik. Ali kaptan. geri geldiğinde anlattı: <Daha ilk kabaran dalga ile birlikte kayalara oturmuştu komşu tekne.Hiçbir hareket yapacak zamanları olamamıştı!> Sonra bizim tekne ile onlara doğru gittik yardım etmek için. Halat verdik,tekneyi çekmeye çalıştık ama faydası yoktu. Kayalara patlayan dalganın içindeki Samba, kayalara doğru iniyor çıkıyor; her seferinde bize, sanki tekne parçalanacakmış gibi geliyordu. Değişik yönlerden çekmeye çalıştık, sonuç alamadık. Üzerine üstlük; bir anda halat, havada kamçı çınlaması sesi çıkararak boşaldı. Kopan bir halat tehlikeliydi, keskin bir kılıç gibi çarptığı her şeyi keserdi. Ama ucuz atlatmıştık, yaralanma ve hasar yoktu! Halat bocurgattan boşanmıştı.. Güçlü bir balıkçı teknesi yardıma gelince, biz oradan ayrılıp feribot iskelesine döndük. Bordadan feribot iskelesine bağlandık.Liman reisi bize doğru gelerek, <bir balıkçı teknesi daha gönderdiğini> söyledi.Sabah feribot gelmeden iskeleden ayrılmamız gerekiyordu. Açık deniz yönüne doğru iki güçlü tekne tarafından çekilerek, uzun uğraşıdan sonra kurtarılan Samba; nihayet yanımıza geldi. Fırtına da yavaşça sona erdi. < Teknenin gövdesinde vuruk, delik olmadığını,yelkenlilere has bir yapı olan salmanın üzerine oturduğunu> söylüyordu Tansel kaptan. Zor bir gece sona ermişti. Ertesi sabah deniz gözlüğü takılarak, tekne su altından dikkatlice gözden geçirildi. Metal takviyeli kevlar malzemeden yapıldığını söylenen salma üzerinde önemsiz birkaç çizik dışında, hasar görünmüyordu. Ayrıca akşam işaretlenen sintine suyu seviyesine göre, tekne hiç su almamıştı. Kısaca hasarlarımızı konuştuk.Bizde, bir seyir lambası kırığı vardı. Zodyak botumuzsa, kenara bağlanınca batmıştı dün gece. Ama hayret; tatlı su ile yıkayıp kuruttuğumuz dıştan takma motor hala çalışıyordu!. Diğer teknede ise o telaş sırasında, açık bir ‘hatch’ kapağından içeri düşme hadisesi olmuştu, ama düşen kişide kırık çıkık yoktu. Neyse,ucuz atlatmıştı herkes. Yolculuk ta devam edecekti demek ki.! Tansel kaptan, gece fırtına esnasında: <Tamir için en az iki ay bu adadayım >diye düşündüğünü söylüyordu sevinerek.. <Bu bir mucize!>diye ekledi, o tekneden birisi. Önceki gün, Tansel’ in Alman denizcinin ikazlarına burun kıvırışını hatırladım.Onca titizlenmesine karşın, tekneyi bağlamasında yanlışlık olduğunu biz bile hissetmiştik. Ama şimdi bunu başkalarına söylemenin bir faydası yoktu. Bununla birlikte, sağduyumu keşfetmenin mutluluğu ile, kendi kendime gülümsedim. Yine yollardaydık. Güney’ e, Baba Burnu’na doğru rota tutturmuştuk. Rüzgar lodostu, pruvadan alıyorduk.Dalgalar büyüdükçe,soğuk soğuk ıslanmaya başladık. Tulum giymek için aşağı kamaraya daha inmemle birlikte, beni deniz tuttu. Şöyle dar kamaranın içinde iki yalpalama yetmişti bunun için. Dışarı zor yetiştim, küpeşteden öyle uzanmışım, denize kusuyorum.Düşmeyeyim diye ayaklarımdan tuttuklarını hissediyordum. Cesaretle şunu söylemeliyim; deniz tutması en kötü hislerden birisiydi ve çoğu babayiğit, bunu tattıktan sonra bir daha denize çıkmaya tövbe ederdi. Tek çaresi açık hava ve rüzgar olduğu için; tulumun içindeki kıyafetimin terden su gibi ıslak olmasına aldırmadan, sert tahta üzerinde - deniz suyu geldiğinden ıslanmasın diye minderler kaldırılmıştı.- bir güzel uyku çektim.Baba Burnuna gelirken uyandım.Hiç rahatsızlık kalmamıştı..Tatlı su hortumunu bularak yüzümü ve tuz ile kaplanmış gözlüklerimi yıkadım, keyfim yerine geldi. Artık hava yükselmiş,güneş de çıkmıştı. Karada dik yamaçlarda, sert rüzgarlar yüzünden, rüzgar yönünde yatay büyümüş ağaçlar görülüyordu. Baba Burnunu döndükten sonra Midilli’yi teğet geçecek bir rota izledik.Hava ve deniz duruldu,sonra yakıcı bir sıcağa dönüştü adanın Kuzey sahillerinde. Üstümüzü soyunup, kıyafetlerimizi kuruması için kenarlara astık.Teknelerimiz Çinli göçmenlerin teknesine benzemişti.! Hava nasıl bu kadar değişken olabilirdi? Sabah ki soğuğa tezat,şimdi açık denizde bunaltıcı sıcak vardı!. Müsellim kayalıkları yakınlarında, diğer tekne bir süredir hareketsiz durmaktaydı. Yanlarından geçerken baktık ki, mürettebat denize girmiş. Telsizin çağrı bandı olan 16. kanalında genç bir kadın Yunan’ca konuştu,melodik bir sesle telefon sohbeti yapar gibi,uzun uzun. Sanki aşığıyla konuşuyordu!. Grek fantazilerelere daldım, Rembetiko müzikler duyuyorum kulağımda. Kafamda daha önce varlığından haberdar olmadığım Rumca kelimeler uçuşmaya başlamıştı!. İkindi zamanı, dar bir kanaldan Ayvalığa doğru yönelmiştik. Karşı yönden, bütün yelkenlerini şişirmiş bir tekne hızla üzerimize doğru geldi. Amerikan bayrağı taşıyordu. Rüzgar tekneyi iyice yatırmıştı. Şamandıraların dışındaki sığ suda seyir edecek kadar gözü kara olan bu ekibe, sancak tarafımızdan geçerlerken merakla baktık ve el salladık.Beklenenin aksine, 65-70 yaşlarında, güneşten tenleri kararmış bir çift !. Kadın enerjik ve genç bir tavırla teknenin burnuna doğru yürüyordu, biz yanından geçerken. Yıllar sonra Kızıldeniz’de çöl fırtınası yüzünden macera yaşamış,kendilerinden 10 günden fazla haber alınamamış yaşlı denizci çiftin hikayesini okumuştum.İşte o teknenin bizim yanımızdan hışımla geçip giden bu tekne olduğunu düşünmüşümdür. Ayvalık körfezine girerken, Cunda adasından gelen çiçek kokuları karşıladı bizi.Sağ tarafımızdaki adacığın üzerinde küçük bir kilise kalıntısı görülüyordu.Karşımızda ise Ayvalık muhteşem bir panaromik görüntü oluşturmakta idi. Ama ah birde estetik özürlüler karşı tepenin en üzerine, hastaneye benzer dev bir yapı kondurmasalarmış!! Yakıt ve su ikmali yaptıktan sonra, Alibey adasına yöneldik. İskelede önceden haberli tanış balıkçılar, acemi işi geniş yer açmışlardı.Grup maç seyretmek için kahvelerden birine girdi.Ben sahil boyu, lokantaların önünden yürüdüm. Ada yaşamlarına özel, tatlı titreşimlerle dolu bir akşamdı. İnsanlar akşam yürüyüşüne çıkmışlardı, yerli halk ayaküstü durup sohbet ediyordu. Sokak içlerine doğru yürüdüm, ilk kez geldiğim 70 li yıllara nazaran, evler daha bakımlı idi. O gece her iki teknenin mürettebatını bir balıkçı lokantasında ağırladı balıkçılar.Ben Ege mutfağının özelliği,haşlanmış ve zeytinyağı ile marine edilmiş sübye kalamar ve ahtapot yedim.Yine zeytinyağlı deniz börülcesiyle,deniz kestanesi havyarı tattım. Ertesi gün güneşin doğuşunu yine denizde gördük. Çıplak ada fenerinden Midilli Akra burnuna doğru 170’ S rota belirledik haritadan. Açık bir havada seyir yapıyorduk. Midilli önlerinde, karaya yarım mil kadar sokulduk. 1960 lı yılların henüz çirkin yapılaşmaya ve aşırı nüfus artışına uğramamış Kartal veya Pendik’ ini andırıyordu. Adanın Akra burnuna doğru dev rüzgar türbinleri vardı. Gün boyu, mutedil bir lodosa karşı yol aldık. Sırasıyla Karaburun feneri, Eğrilman ve Çeşme Boğaz’ larını geçtik,yarımadanın Güney sahiline dolandık.Akşam saatlerine doğru, geceleyeceğimiz isimsiz bir halice ulaştık.Nehir gibi dar, ama derin bir suda, bir mil kadar içerilere doğru 10 metre derinlik görünceye kadar ilerledik. Sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesi misali, Tansel Kaptanın abartılı bir tedbirlilikle, tekneleri bağlamasına yardım ettik. . Sonra Mustafa ile birlikte Zodyak botla, kaşık sallayarak balık avına çıktık. Rölanti devrinde ağır ağır seyrettik. Halicin ağzına yaklaşırken iri bir barrüküda aldık. İnce uzun, sivri dişli yırtıcı bir balıktı bu.Aslında sıcak denizlerin balığı olmasına rağmen; artık Çanakkale boğazına kadar olan denizlerde rastlanabiliyordu, global ısınmadan dolayı!. Gece indiğinden, balık avına son vermek zorunda kaldık. Bu gizli koyda, gecenin farklı bir büyüsü vardı.Çevrede gökyüzüne ışıklarını yansıtacak herhangi bir yerleşim olmadığından, gökyüzünde samanyolu ve yıldızlar başka yerlerde görülemeyecek kadar parlak görünüyordu. Neredeyse gözlerimiz kamaşıyordu abartısız. Toplam iki saat uykudan sonra, gece yarısı saat üçte, tekrar ‘ aganta burina burinata’. Biraz daha geç kalırsak, gün doğuşu ile şiddetlenecek olan fırtınaya; körfezin açık sularında yakalanmak istemiyorduk. Gece karanlığında, Doğu sahilinde Kuşadası, şıkır şıkır görünüyordu uzaklardan. Güneşin doğması ile birlikte, hava her zamanki gibi pruvadan bastırdı. Korunmak için Sisam adasının sahiline kadar sokulduk. Rüzgar o kadar sertti ki, bağlamaya çalışırken, Yunan bayrağını elden kaçırdık. Bir balıkçıya, yanından geçerken <kalimera > diye seslendim. Karşılık verdi. Böylece arkadaşlarımı biraz şaşırtmış oldum.! Dilek Boğazı’ndan çıktıktan sonra, rüzgarla birlikte, dalgaların boyu da büyüdü.Bir ara göstergede 30 knot okuduk, rüzgarın hızını.Bu kaba denizlerde seyrederken,bu tür yelkenlilerin ne kadar denizci olduğunu görüyorduk böylece.Sallantıdan, kamaralarda bağlanmamış hiçbir şey yerinde duramıyordu.Bizse oraya buraya savrulurken,eğer sıkıca tutunamadığımız takdirde sağa sola çarparak vücudumuzu çürütüyorduk. Telsiz bağlantısı kapatılmış,herkes kendi içine kapanmıştı. Önceki günlerde olduğu gibi birbirlerine takılan, şakalaşan yoktu. Son günümüz işte böyle; rüzgar,deniz suyu ve sallantı ile geçti. Sonunda yorgun argın Bodrum’un kuzeyindeki Güvercinlik civarında korunaklı bir koya ulaşıp, yolculuğumuzu tamamladığımızda, baktık ki; gönderdeki bayrak bile rüzgardan tiftik tiftik yıpranmıştı! Bizim yorgunluk ve uykusuzluğumuz ise telafi edilebilirdi. Böyle yolculukları tekrar arzu etmemize engel olacak türden değildi!... 1997
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cengiz Özder, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |