Yalnızlık güzel birşey, ama birilerinin yanınıza gelip yalnızlığın güzel birşey olduğunu söylemesi gerekir. -Balzac |
|
||||||||||
|
YENİ ÇAĞ Koşarken ağlamak zordur. Simmu bunu yeni anlıyordu. Arkasına bakmadan, yanan kaslarının ağrılarına aldırmadan kaçıyordu. Yüreğine henüz çökmüş derin üzüntünün matemini tutmaya vakit bulamamıştı. Çaresiz kalmış aklı, ona oradan uzaklaşmasını emretmişti. Şimdi hem koşuyor, hem de sızlayan kalbinin buz tutmuş acısı yüzünden ağlıyordu. Bir süre sonra –ki çok uzun bir vakit geçmemişti- hızla yaklaşan tehlikenin ne kadar da yakınına sokulduğunu korku içinde hissetti. Kurak arazide bir başına dolanan netameli rüzgâr kulaklarından uğuldarken, hızla yaklaşan toynak gürültüleri kahkahalara ve haykırışlara karışıyordu. Simmu bu hedefsiz kaçışın er geç sonlanacağı anı hayal etti. Zira birazdan ricatının nihai noktasına ulaşacak ve aslında amaçsız olduğu en başından belli olan koşuşunun bitişinde, belirsiz bir geleceğin koynuna yuvarlanacaktı. Bu sebeple Simmu, gözünün önünde sürekli yinelenen sahneyi hatırlayarak son adımlarını harcıyor ve daha çok taze olan bu kahrolası anı sebebiyle ağlıyordu. Toynakların kuru toprak üzerinde uyandırdığı sarsıntı ve yerin teninden dirilttikleri tozun yoğun bulutu artık Simmu’nun eline ayağına dolanmıştı. Atların körük gibi bıraktıkları nefesler ensesini uyuşturdu. Sürücülerin mayhoş kahkahaları, böğürtüleri ve bir zincirin ucunda salladıkları silahlarının havayı yırtarak çıkardığı vınlama, zaten kararmış olan ümitlerini un ufak etti. Yaklaşıyorlardı… Alabildiğine düz ve ölü olan bu topraklarda ne saklanabilir ne de ardındakileri atlatabilirdi. Birazdan üç toplu kıskaç ayaklarına dolandığında yere kapaklanacak ve meçhul sonunun ailesininki kadar feci olmaması için Kaholi Tanrılarına yalvaracaktı. Havada savrulan iplerin vınlaması birden bire yükselip, son bir tiz cıyaklama koyuverdi. Aynı ip anında Simmu’nun bileklerinin çevresine ulaştı; hızlı turlar atarak iki ayak bileğini birbirine yanaştırdı ve onları sıkıca bitiştirdi. Simmu son adımını atamadığı zaman, üç toplu ipin ayaklarını iyice sarmaladığını biliyordu. ‘Artık önemli olan koşmak değil’ diye haykırıyordu şaşkın aklı ‘ artık yaralanmadan yerde yuvarlanmanın önlemlerini almalısın!’ Yüzüstü yuvarlanmıştı. Göğsü şiddetle inip kalktı. Atların canları çıkmışçasına kişnediklerini duydu. Bazı kaba seslerin onları durdurmak için böğürdüklerini işitti. Hayvanların sırtından atlayanların hırıltılı ve kalın nefeslerinden, daha önce hiçbir şeyden korkmadığı kadar korktu. Yüzü hala yere dönüktü ve suratı etrafında uçuşan tozlar gözyaşlarının üzerine yapışıp kalıyordu. Rüzgâr tenine sımsıkı sarılıyor ve çocuğu bir büyük edasıyla himayesine almaktan vazgeçmiyordu ki bu cansiperane hareketinin azılı haydutlar üzerinde hiçbir hükmü olmayacağının farkında değildi. Simmu’nun küçük bedeni masum ve çaresiz sarsılışlara teslim olmuştu. Kıvranıyordu. Bir ses işitti; apaçık insan lehçesiyle konuşuyor ve lisanı katlediyordu. Simmu ‘eyvah’ dedi içinden. Aklına ansızın ağılların ve adakların kanlı imgeleri doluştu.. Bunlar O’dorklardı… -- … Günlerle sayılabilecek bir zaman önceydi. Yerleşim iyice ıssızlaşmış, en son Rez’as Ailesi, çadırlarını yirmi küsur şafak evvel toparlayıp doğuya göç etmişti. Atalarının mirasına saygısızlık etmeden yüzyıllardır yaşadıkları bu çorak topraklara veda etmek hepsine kahır dolu acılar veriyordu. Fakat yaşama dört elle sarılmak ta atalardan kalan bir dürtüydü. Çorak Topraklar’ a karşı direndikleri yıllar boyunca yaptıkları aslında buydu. Yine bu dürtü sebebiyle doğuya, yerleşik halkların arasına karışmaya gidiyorlardı. Simmu’nun amcası Yâkud çadırdan içeriye girince, babası Simmu’ya çadırın dışında oynamasını salık vermişti. Babası ona karşı hep sevecen davranırdı. Amcası içeriye çarpılmış bir suratla girince de öyle davranmaya çalıştı. Yâkud kan ter içerisinde kalmıştı. Yanık ve uzun suratı pırıldıyordu. Sivri çenesi gerginleşmiş, uzun ve siyah saçları kirle dağlanmıştı. Gözlem devriyesinden iyi haberler getirmediği belliydi. Simmu, çadır bezi yırtılarak açılmış girişin önünde çömelmiş oynarken içerisini duyabilmeyi denedi. Arazinin üzerinde kızgın rüzgârlar sürünüyordu. Amcasının sesinde kötü bir şeyler vardı: “Rez’as lar son yerleşime ulaşamamışlar. Hektun Kabilesi’nin obasından on gün evvel ayrılmışlar. Buna rağmen Vurak’ların bölgesine gelmediklerinin haberini aldık.” Kısa bir sessizlik rüzgârın kıvrımları arasına yayıldı. “Yolu mu kestiler dersin?” babasının sesi kırgınlık ve yıkılmışlığını ele veriyordu. “Hektun’dan Vurak’a kadar yolda bir şey yoktu…” amcası sözünü bitirmedi. “Ama?” dedi babası, ‘kötü haber ne kadar ‘kötü’ acaba?’ mı demek istemişti.. “Meçhul Geçit’ te hiç koruma göremedik.” “Kaçmışlar mı!” babası rüzgârı boğan bir gürlemeyle haykırdı. “Emin değilim kandaşım. Fakat daha vahim haberlerim var sana.” “Nedir onlar?” “Meçhul Geçit’ten batıya kadar kuzey göçebelerinin hiç biri yerinde değil. İzlerine hiçbir yerde rastlamadık. Korkarım… Korkarım saldırıya uğradılar.” Amcasının söylediği son sözlerde korkunç bir gerçeğin kaçılamaz sonucu sönüyordu. “Nasıl olur?” dedi Simmu’nun babası Urkud, çaresizliğini açıkça göstererek, “orada en az kırk göçebe kabile yaşar. Hepsine birden nasıl saldırmış olabilirler? Doğuya doğru kaçmadıklarına emin misin?” Amcasından ses çıkmadı, muhtemelen sadece başını evet anlamında sallamakla yetinmişti. Zira babası “Yazlık Kuytular’ dadırlar belki…” diye devam etti. “İlkbahar’ da mı kandaşım?” “Bilmiyorum… Bilmiyorum!” diyerek patladı Urkud. Aldığı gürültülü nefesi duyan Simmu çadırdan bir miktar geriye çekildi. Tedirginlik çadırdan ılık ılık yayılıyordu. Simmu yeniden babasının sesini duydu: “Meçhul Geçit’ten aşağıya inmelerini engellemeliyiz Yakud... Sence bunu yapabilir miyiz?” “İçinde bulunduğumuz durum göz önüne alınırsa bunun imkânı yok. Kuzeydeki, Meçhul Geçit’teki göçebelerin mukavemet kabiliyetlerinin üstünlüğünü sen de bilirsin. O’dorkların kuzeyden inmeye başladıkları zamandan beri onlara karşı kahramanca durmuşlardı.” Yakud’un sıkıntılı nefesini duyan Simmu’nun içine bir kurt düştü. Amcası devam edince haklı olduğunu gördü. “Lakin görünen o ki, bu sefer tüm deneyim ve yiğitlikleri O’dorklar karşısında yitip gitmiş ve kırk senedir korunan mevziiler, geçitler yerleşimler… Hepsi… Hepsi önlerinde kırılıp mahvolmuş...” amcası esefle suskunlaştı. Simmu kafasını çadırdan içeriye uzatmaya cesaret edebilmişti. Amcası babasının karşısında bağdaş kurmuş oturuyordu. Fakat hali kasvetli ve bitkindi. Kafasını sıkıntıyla sallayarak devam etti, “Sungr Yerleşimi alev alevdi. Gördüğüm en gaddarca işlerden biriydi kandaşım. Muazzam bir katliam yapmışlardı. Kadınlar, yaşlılar, çocuklar… Bebekler.” Yakud’un gözleri öfkeyle puslanıyordu. “Ne diyorsun!” diyen babasının beti benzi atmıştı. Gözleri fal taşı gibi açılmış, amcasının anlattığı vahşeti hayal ediyormuşçasına infiale düşmüştü. Amcası sıkılarak gözlerinde pırıldayan yaşları sildi. Sert mizacının keskin kıvrımları hüznü yansıtmayabilirdi ama duruşundaki garip mahcubiyet ve isyan onu ele veriyordu. “Bütün kabileler mi?” diye sordu babası. Amcası omuz silkti, “Sanmıyorum. Bazı göçebeler yerlerini terk etmişti. Umalım ki batıya gitmek gibi bir çılgınlığa düşmüş olmasınlar. Zira içlerine düşen ümitsizliği hayal edebiliyorum…” Yakud içindeki sıkıntıyı sindirmeye çalışarak bir süre sustu. Bu çadırın bu denli kasvetle yüklenmesine ilk kez şahit olan Simmu şaşkındı. Amcasının biçare bir yiğidi andıran suratını izlemeye devam etti. Yakud hafifçe silkinip derin bir nefes aldı, çadırın içindeki hava kupkuruydu, genizde yanmaya sebep oluyordu. Raporunu vermeye devam etmeyi denedi, “…Bir kısmının çadırları oradaydı ama.. Kendileri yoktu.” Simmu ses çıkarmadan çadırın içine sızdı ve gölgelerle sarmalanmış bir kenara sindi. Çadırın tepesindeki boşluktan giren ışıkla yarı yarıya aydınlanan babasının suratına bakıyordu. Gergin ve asık sıfatında binlerce yıl sürmüş savaşların kerametsizliğini taşıyordu sanki babası. Çökmüştü. Sıkıntısı tarafından köşeye sıkıştırılmıştı. Mağlubiyetin ıstırabını soluyarak mahva doğru düşüyordu. Urkud gözlerini kapayıp çenesini sıvazladı. “Söylenenler doğru mu dersin Yakud? Bu barbarlar gerçekten…” babası hafifçe kıvrandı, doğru ve daha az vurucu kelimeyi aradı… Bulamadı. “Yamyamlık mı?” dedi amcası; çekinmeden söyleyivermişti. Çekinecek ne kalmıştı ki, “Söylenceler durduk yere çıkmaz kandaşım. Çocukları beslemek için ağılları olduğu da söylenceler arasında. O zavallıların hepsini yemiyorlar, bazılarını iblislerine adıyorlarmış.” Amcasının buruşan suratını midesi kasılarak izlemişti Simmu. Babası sebatla sükûta bürünmüştü. Amcası bağdaş kurduğu yerden kalkıp, halı kaplı zeminde bir ileri bir geri yürüdü. Çadırın loş ışıkları, yorgun bir post kokusuyla harmanlanıyordu. Simmu saklandığı gölgelerin daha da içine geriledi. Gizlice dinlediğinin anlaşılması, böyle bir anda hoş karşılanmayabilirdi. Babası hala konuşmuyor, hatta kıpırdamıyordu. Gözleri parmakları arasında çevirdiği boncuklu ipteydi. Amcası yeniden çömelip bağdaş kurdu, bu sefer Simmu’nun babasına daha yakın oturmuştu. Ellerini babasının dizleri üzerine saygıyla koydu: “Ne yapmalıyız kandaşım?” diye sordu, “Kabilemizi burada daha fazla tutamayız.. Ve diğerlerini…” Yakud çaresizliğinden güç alarak sesini yükseltti, “Ama sen gitmeden buralardan ayrılmayacaklarını da biliyorsun. Lakin kendi yerleşimimiz içinden giden beş aileyi suçlayabilir misin? Onlar bizim kadar dirayetli değil diye sövebilir miyiz onlara? Bu lanet olasıca kuraklık bize şimdiye değin ne verdi ki ona hayatımızla minnet gösterelim. Atalar daha doğuya gitmeye gönülsüzdüler diye, sırf onlar adetlerine sıkıca bağlıydılar diye daha ne kadar ölüme yaklaşmalıyız?” amcasının sesi derinlerden gelen bir sarsıntı gibi yükseldi, “Kuzeyden ölüm iniyor işte! Bir an önce gitmezsek bizi de lanetleyeceği kesin bir ölüm hem de…” Yakud’un elleri titriyordu. Ağabeyi Urkud karşısında hiddetlendiği için soluyarak ve utançla sakinleşiyordu. Urkud bir müddet daha sükûnetini muhafaza etti. Kardeşi yere bakıyordu ve verilecek her cezaya razı görünüyordu. Urkud kendine yakışan bir ağırlıkla kıpırdandı ve sağ elini kardeşinin omzuna getirdi: “Gideceğiz kandaşım, gideceğiz” dedi Urkud kafasındaki muhakemeyi tamamlayınca. “Zaten kala kala kaç aile kaldık ki?” kafasını çevirip çadırın girişini üzgün bir bakışla seyretti, “bu topraklar yeni sahiplerine yer açmamızı istiyor. Daha fazla inat etmemizin ne manası olur?” Sonraki günler sıkıntı ve telaşla geçmişti. Komşu göçebelerin reislerine haberler salınmış ve göçün haberi verilmişti. Bu yapılması gereken bir işti çünkü Simmu’nun kabilesi Çorak Topraklar’ın diğer göçebelerini tabiiyeti altında toplamıştı. Bunlar hala haber bekleyerek yerlerini koruyor ve sık sık gönderdikleri ulaklarla durumdan haberdar kalıyorlardı. Şimdi bekledikleri haber gönderilmiş olacaktı. Dönen habercilerin bazıları göçebelerin yerlerinde yeller estiğinden dem vurdular. Bazı haberciler ise hiç dönmediler. Simmu’nun babası tavrını sertleştirip kendi göçebelerini en son yola çıkmak konusunda şartlandırdı. Böylece göç planı tamamlandı ve kararlaştırılan günde ilk göçebe kabilesi, yanlarına verilen muhafızlar eşliğinde doğuya doğru yola çıktı. Ta ki en doğudaki ve son kalan kabile olan Vurakların Çorak Toprakları terkiyle, Simmu’nun babası kendi göçebelerine hazırlık emrini verdi. Aslında günlerdir hazır olan tebaası ise diğer gün yola çıkmak için Reis’i bekler oldu. Lakin kuzeyden sel gibi akan kara toz bulutları arasından fışkıran barbarlar, Vurakları Sert Rüzgâr Geçitleri’nde katlettikleri gün ki gibi üzerlerine abandılar ve kılıçları kana doyana değin kaslarının yangınına aldırmadılar. -- Simmu ailesinin yok edilmesine üzüldüğü kadar kendi hayatı adına da endişe duyduğundan delicesine koşmuştu. Belki biraz ileride bir kurtuluş, bir yarık ya da bir karanlık vardır diye… Onu içine çekip barbarların zulmünden kurtulmasına yarayacak soğuk bir karanlık, bir kuyu… Onu hissettirmeden alacak bir mezar… …“Şu besili yavruyu çevirin de yüzünü görelim.” Simmu bir odunun konuştuğu izlenimine kapılıyordu. Ses boru gibi ve kalındı. İçi ürperdi. Birazdan o sesin sahibiyle yüz yüze gelip, onun barbar bakışları altında ezilirken asıl ürpertiyi yaşayacağını çok iyi biliyordu. Bu adam derin acısının mimarı, bu vahşi yaratık geri kalan hayatının mahvoluş tanrısıydı. Simmu’nun yazgısını avuçları içinde eğip bükmüş ve tamamen bir muammaya dönüştürmüştü. Simmu kahroluyor ve içine düştüğü dehşetten kurtulamıyordu. Az önce bu adam, ailesini hunharca katletmiş, anne babasının cesetleri üzerinde çarpık bir eğlenti yaratıp kanları içinde zıplayıp durmuştu. Her şey Simmu’nun gözleri önünde gerçekleşmişti. Masumiyet kılıfından henüz sıyrılmamış yaşamı pek çok yerinden yara almış, çocukluk hevesleri ve heyecanları solmaya yüz tutmuştu. Şimdi küçük kalbinin üstlenemeyeceği bir dirayet gerekliydi ona; ama Simmu sadece ağlayabiliyordu, o kadar. Şiddetle omzundan tutulup yüzükoyun çevrilince bir inilti koyuverdi Simmu. Bu çevresindeki haydutları keyiflendirdi. Pis ve gaddar kahkahaları Simmu’nun üzerine boşaldı. Simmu tedirginliğinden medet umarak ısrarla yere bakıyor ve minik hıçkırıklarla ağlıyordu. Haydutlar etrafında bir çember oluşturdular. Konuşmaları –özellikle Simmu’nun anlayıp korkması için insan lehçesinde konuşmaları- Simmu’yu dehşet içinde bırakıyordu. “O’nu bu akşam kızartalım. Bir kısmını da güneşe sereriz. Eh, yolumuz uzun.” Sağır eden bir kahkaha gümbürtüsü. “Bana kalırsa ilk önce annesini yiyelim. Babasını köpeklere atarız. Ama bunu- burnuyla Simmu’yu işaret etmişti- Reis’e götürelim. Ziyafette çevirme yemiş oluruz!” dedi yanındakilerle itişip kakışarak gülüşen ve anlaşılan ufak bir çocuğu ölesiye korkutmaktan büyük bir zevk alan haydut. İçlerinden birisi, hıçkırıkları giderek daha da şiddetlenen Simmu’nun yanına eğilip çürük yumurta gibi kokan nefesini çocuğun üzerine saldı ve horuldayarak yüzüne karşı, “Sence seni ne yapalım?” diye sordu. Ardından saçlarından tutarak kafasını geriye çekip Simmu’nun yüzüne tükürdü ve aynı şiddetle çocuğun saçlarını öne doğru kopartırcasına savurdu. Küçük çocuk zıvanadan çıkmış gibi ağlıyor, çevresine toplanmış çapulcu sürüsü iğrenç eğlencelerine devam ediyorlardı. “Yüzüme bak insan yavrusu” dedi ilk başta duyduğu kalın ve kaypak ses. Simmu söyleneni yapamayacak derecede korkuyordu. Gözünün önünde hala, akıl almayacak şekilde öldürülen annesi ve onu kurtarmaya giderken gırtlağına bir kılıç sokulan babasının can çekişen halleri vardı. Korku üzerini bir küre misali örtmüşken yalnızca olanlardan ürküyor ve eylemden garip bir şekilde kaçınıyordu. Omzunu kopartmaya hevesli bir el onu tutup yüz üstü başka bir yere savurunca ince bir çığlık atıp bağırarak ağlamaya devam etti. Düştüğü anda hem sızlayan omzu hem de tozlu toprak üzerinde sürtünen bacakları ve kalçası acımıştı. Onların suratlarına bakmaktan kaçınmaya daha fazla devam edemezdi artık. Kıçının üzerinde, ellerinden destek alarak geri geri kaçılmayı denedi. Çabası artık hiçbir işe yaramıyordu. Sarı bir yangın topu misali kavuran güneşin önünde kara bir suret belirdi; yüzü görünmüyordu. Sıfatı adeta kapkara bir çukur gibi görünüyordu bu durumda. Berisinden güneşin kudretli sarı ışıkları taşıp Simmu’nun gözlerini sulandırıyordu. Yüz daha da yaklaşınca karartı yerini kıvrımlara ve koyu bir ten rengine bırakmaya koyuldu. Simmu suratın burnuna değin yaklaşmasıyla berbat bir kokunun ciğerlerini doldurduğunu hissetti; günlerdir temizlenmemiş bir lağım çukurunun bet esansıydı adeta.. Simmu derhal kafasını önüne eğip bekledi. Önünde beliren irade fazlasıyla baskındı. Çocuk ondan sadece korkabiliyordu. Bir elin çenesini kavradığını acı içinde fark edince korkusu kabardı ve gözlerinden bir perde yaş aktı. Uzun ve güçlü parmaklar tarafından bir sıkıca kavranmış çenesi yanıyordu; genizden gelen iniltisi haydutları epeyce eğlendiriyor gibiydi. Gözüne dikilmiş bir çift göz bebeksiz, sadece ak bir perde olan gözlere bakarken kalbinde bir fidan öldü. “Bu koku…” dedi bembeyaz gözlere sahip haydut “ … et kokusudur. Kuzeydeki göçebe bir ailenin küçük bebeğinin körpe eti…” kaba gülüşmeler göğe doğru yayıldı. Haydudun kılçıklı sesi bir müddet durulup, kahkahaların etrafında iyice olgunlaşması bekledi. “Körpe et!” diye uludu barbar güruhundan biri. “Ağıldaki en lezzetli etti!” dedi ince sesli ama gaddarlığı incelikle örtülmeyen biri. Simmu’yla konuşan adam bir süre çocuğun suratını inceledi. Çocuğa sirayet eden dehşetin derecesini anlamaya çalışıyordu. Çenesindeki elini daha da sıktı. Şimdi Simmu dişlerinin sızlamasına dayanamayıp kafasını o kuvvetli elden kurtarmaya çalıştı. Adam bunu görünce oldukça eğlendi. Çocuğu biraz daha korkutabilirdi: “Bunu sana neden söylüyorum biliyor musun? Çünkü sen şanslı sayılırsın…” diğer eliyle Simmu’nun kaburgalarının altını sıktı “Urkud’un semiz oğlunu yemek bize düşmez. –barbarların hayal kırıklığı nidaları- bir reisin oğlu, diğer reisin ganimetidir.” O anda tüm O’dorklar hep beraber bağırdılar; bu toplu uluma, yüz tane ağza bastırılmış yüz tane yastığın içinde boğulan bir ses gibiydi: “Reisin ganimetidir!!” Simmu’nun kaburgalarını morartan adam kafasıyla arkadaşlarını onaylayarak devam etti: “… ve muhtemelen O’da seni yemeyecektir. Tabii ki ne isterse onu yapar; o bu yüzden reistir zaten. Fakat yenilecek daha değersiz ganimetler varken seni ziyan etmez. “İşte bu yüzden bu kokuyu hayatın boyunca unutma. –adam ağzının derinliklerinde bir fare ölmüş kadar berbat olan nefesini bir daha bıraktı- çünkü dört senedir kimse senin kadar şanslı olmadı.” O’dorklar Çorak Topraklar’da, yaşanılabilir tüm araziyi insanlardan temizlemişlerdi. Göçebelerin çok azı kaçabildi. Öldürülenler leş yiyicilerin ve kurtçukların ziyafeti olarak bırakıldı. Düşmandan kimse ne yakıldı ne gömüldü. Çocuklar ağıllara kapatılıp semirildi. Esir alınan kadınlar ve erkekler –çünkü yaşlı kimseyi sağ koymamışlardı- zafiyetten ölecekleri gün gelene kadar çalıştırılıp eziyet gördüler. Vakit Çorak Topraklar’da O’dorkların vaktiydi. Doğu ve Batı arasındaki bu kötürüm ülkede, Yedi Mor Ay’ın sahiplerince yazılmış yepyeni bir çağ başlıyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak 'Finrod' Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |