Ben bir öğretmen değil, bir uyandırıcıyım. -Robert Frost |
|
||||||||||
|
Maide Sûresi 27-32 *** Bir süredir yeniden hissediyordu onları. Tüm azametleri ve görkemleriyle, olanca güçleri, itibarları, yalnızlıkları ve iradeleriyle geri gelmişlerdi işte! Bunu kayıp sandığı ruhundaki yangından anlamış, hem ölesiye dehşete düşüp hem de çıldırtan bir iştahla ihyâ olmuştu. İnsansı değildi duyumsadıkları… İki gündür ve iki gecedir buradaydılar. Adına kasaba denen ve kendisine hapishane olan bu küçük insan topluluğu üzerinde bekliyorlardı. Demek yeni biri vardı; o zaman vah ki vah aklına mukayyet olması gerekenin haline. Kimdi acaba? Karşılaşmış mıydı? Konuşmuş muydu O’da? Ona da sıradan ve gereksiz mi gelmişti? Hissediyordu onları, damarlarındaki kanı yavaşlatmışlardı adeta, zamanı ayakları altına almış ulviyet ne de yakışıyor onlara. Aklını kaçırıp bu karanlık yere kapatılmasına sebebiyet vermişlerdi fakat o bunu severek kabulleniyordu; Onlardan ne gelirse güzel gelirdi. Varsın aklı onlara feda olsun. Koca semayı avuçlarında tutmuyorlar mıydı, kendisine muhabbet göstermişlerdi… Ne büyük lütuftu ama… Sadece o melun hayvanları kabullenemiyordu bir türlü. Ne işleri vardı onlarla; kapkara, meyus ve sinsi şeyler! Sinsi gagalar… günahkar çığlıkları ve delirten bakışları… Hatırladıkça içi daralıyor, yerinde duramayıp sinirli sinirli sağı solu adımlıyordu kapkaranlık olan bu yerde, bağlandığı zincirler müsaade ettiğince. Ne de umursamazdı zifiri kanatları suratına çarparken ve ne çoktular Yarabbi! Öyle bir eşikten geçerdi ki bu anımsama vaktinde, o an boğulur gibi hisseder, kafası yarılıyor gibi ağrır, elleri kolları uyuşur ve gözleri başka bir hatırayı yeniden yaşamaya başlardı. İşte o esnada ipler kopar, zincirlerini çekiştire çekiştire karanlıkta deli danalar gibi koşturur, çılgınlığının gem vurulmamış çığlıkları boğazından fışkırır ve kendini duvardan duvara atıp yara bere içinde kalırdı. İşte öyle gelirlerdi onlar geldiklerinde. Karanlıkta lüzumsuz bir yaratık gibi beklerken, onunla ilgilenmiyorlarken dahi onu ruhundan sıkı sıkı kavrar, göz göze geldikleri anın yüce ve nefes tüketen cinnetini kafasının içine dağlarlardı. Ne demişlerdi ona da zavallı aklı onu bırakıp gitmişti? Ne de güzel ne de ulaşılmazdı aksülamelleri. Çıldırmaya değmez miydi ya? Değerdi elbet, değerdi. Fakat o iblis kara yaratıklar neden beklerdi etraflarında, hangi kabiliyetleri onları vazgeçilmez kılmıştı? O hayvanlarda gelmişti, biliyordu. Bekliyorlardı mezarlıkta, ağaçların tepesinde. Ah o geberesice kargalar! Ah kargalar! Kargalar!! Seslerini duyuyordu kargaların, uzaklardan ama merhametsiz bir kudretle ulaşıyordu işitme sınırına. Deli ettikleri yetmemişti, şimdi de bundan zevk alıyorlardı sanki. Bırakmıyorlardı onu, karanlıkta kafasını elleri arasına alıp duymamaya çalışsa da nafileydi. Onunla konuştukları zaman kargalarda vardı; melodiye hunharlık katıyorlardı: “Bileceksin… Öyle ve ya böyle” evet böyle demişlerdi karşısında durduklarında. Benliğini çökerten sesleri beyninde bir anlam kazanır kazanmaz aklı eriyip gitmişti ama daimi memnuniyeti ona yeterde artardı. Ne birinin yüzüne bakma cesareti gösterebildi, ne de yeknesak bir cümle kurarak onları memnun etmeyi becerebildi. Yalnızca çığlık atmıştı kontrolsüzce… Mutluluktandı belki ya da kendisine bahşedilmemiş ihsanları gerektiren şahadeti yüzündendi. Anımsamıyordu… O kutlu ve çılgınlık dolu an, ölene dek ona yetecekti. Ne zaman kargalar aklına gelse kuduracak, onunla konuştuklarını düşününce de kendini cennette bilecekti. Buradaydılar yine. Uykusuz saatlerini şereflendirip dolanıyorlardı kasabanın üzerinde. Kafasının içinde enfes bir melodi vardı sanki, dinlemekten hiç bıkmıyor, dinlerken sonsuz hayatına yolculuk ediyordu. Bitmesindi bu melodi… Heyhat! Keşke kapı açılmasaydı, keşke karanlığa boğulmuş bu yer bir lambayla aydınlanmasaydı da biteviye hâzzı kesilmesiydi. Babası iniyordu merdivenlerden… Dehşete düşmüş, canı çekilir gibi suratı bembeyaz olmuş ve kendisine doğru koştururken bile dirayetinden zerre kalmadığı anlaşılan iniltili nefeslerle konuşuyordu karşısında. Babasına karşı kayıtsız ve sorumsuz şekilde gülümsemişti. Buradaydılar.. bu kasaba da. Ve babası da görmüştü onları demek ki… Adamın gözlerindeki taşkın sinir kırılmaları başka neyin alameti olabilirdi ki? Yeniden gülümsedi… delice.. o’na en çok yakışan şekilde. *** *** Mezarlığın bekçisi, o günün tek cenazesini bir sıkıntıyla seyretmişti. Neredeyse, her yeni mezara gidip bir Fatiha okuma alışkanlığını bile göz ardı edecekti. İmam dualarını bitirene kadar beklemeye karar verdi. Kulübesinin kapısından baktığı zaman, rahmetlinin fazla tanıdığı olmadığına ikna olmuştu. Tazeyi çukura indirip üzerine kalasları çatan görevliler, biraz sonra işleri bitince, oradaki dört kişiye başsağlığı dileyip uzaklaştılar. Kalın ve siyah paltolarıyla kışa karşı zırha bürünmüş dört adam, zaman üzerlerinden çekilmiş gibi kıpırtısız duruyorlardı. Rüzgârın salvolarıyla sallanmayacak kertede ağır, üstlerine eza gelmiş gibi hissiz, havayı çürüten görünüşleri tehditkâr, yüzleri kasvetli, uğursuz, meçhul ve abisler içinde bir gruptular. Ya da bekçi, onları kulübenin önünden seyrederken bunları hissetmişti. İçinden ‘Destur’ demeyi ihmal etmedi. Ne tuhaf adamlardı bunlar. Öyle garip ve mayhoş bir halleri vardı ki, mezara kürek kürek toprak atarken eğilip kalkmaları dahi kıpırtısızlıklarına sekte vurmuyora benziyordu. Bekçi, içine düşen ürpertiyi ruhundan uzak tutamıyor, bir an önce gitmelerini ve vesvesenin de onların peşinden sırra kadem basmasını umuyordu. Solgun ve çatlak dudaklarını endişeyle dişlerken ne kadar zaman geçtiğini bilemedi. Bu iç sıkıntısını, dün gece fazla kaçırmasına da yoruyordu aslında; içeri girip kapıyı kapattı. Buzdolabındaki kekik suyu geldi aklına; mide bulantısına karşı ailevi mirası… Mezarları sulayıp harçlık alan çocukların sesini duyunca, yıpranmış plastik kola şişesinin kapağını kapatıp kekik kokusunu uzaklaştırdı. Hiç alışamamıştı şunun tadına yahu… Kapının yanındaki pencereye yanaşıp dışarıya baktı. O dört uğursuz adam uzaklaşıyordu. Sırtları dönük ve gidiyorken çok da tehditkâr değillerdi. Kış güneşinin çiğ ışıkları onları parlak nurlara gömüyor, gereksiz ürpertisi de sönüp gidiyordu. Geğirince ağzına kekik tadı doldu, damağı yandı ve genzi midesinden yollanan bir şeylerle tıkandı. Yok yok… Yaşlanmıştı artık, bu kadar içmemeliydi. Hırpani ceketini giyip kapıdan çıktı. Çocukların, bidonlarındaki suyu aceleyle dökmelerini seyrederken bir sigara yaktı. İçlerinden birinin telaşı görülmeye değerdi. Mevtanın yakınları gidiyordu ve bahşiş alacaklarsa bir an önce şu suları bitirmek zorundaydılar. Çocuk daha fazla dayanamadı, bidonu hırsla yukarı aşağı sallayarak tüm suyu boşaltmaya çalıştı ama zamanında yetişemeyecekti. Masum suratına saf bir endişe yayıldı ve dört adamın uzaklaştığı yana doğru koşturmaya başladı. Onu gören arkadaşları tereddüt bile etmeden, ondan daha çabuk oraya gitmek için varlarını yoklarını ortaya koydular. Aynı anda ince seslerinin bağırtıları mezarlığı doldurmuştu. ‘Hay sıpalar’ diye geçirdi içinden bekçi; ılık ve güzel bir kış günüydü. Bekçi derin bir nefes çekti sigarasından. Halinden memnun, yeni mezara doğru yürüdü. Bir iki kere geviş getirerek bir Fatiha okudu; boş boş mezar taşına baktı. ‘Çok da gençmiş… Yazık.’ Ardından, Allah’tan bu taze ölü için kendince affedilme dileyerek sağdan soldan kulağına çalınan duaları okudu. Ellerini yüzüne sürdüğünde mezarın ayakucunda incecik siyah ceketli bir adamın dikildiğini gördü. Sanki birdenbire bitivermişti orada. Kapıda üşüşen hislerin kaba bir özeti kalbinde dirildi. Lakin adam oralı bile değildi, yazlık ceketinin içinde titriyor gibiydi: “Tanıyor muydun?” diye sordu durağan bir ses tonuyla, gözleri yeni örtülmüş mezarın üstünde dolaşıyordu. “Yok tanımam. Benimkisi eski bir alışkanlık işte. Eğer bir Fatiha okumazsam kendimi kötü hissediyorum. Borcumu ödüyormuşum gibi bir şey işte…” Bekçi, adamın soğuktan solan haline, onu önemsemiyormuş gibi baktı. Uzun ve genç yüzünde güzel bir hal vardı. Bekçi buna bir ad bulamadı; insanın güvenini kazanabilecek bir sıfata sahipti; düz bir burun, çıkıntısız elmacık kemikleri, yüz hattını bozmadan yükselen alnının sınırını kaim bir çizgiyle çeken, soğuğun sertleştirdiği gür, siyah saçlar. Bekçi konuştuktan sonra, ince dudakları bir miktar yukarı seğirtti. Bu cevabı beğenen bir halle: “İyi de, tanımadığın birine ne gibi bir borcun olabilir ki?” dedi. “Öyle deme Beyim. Kimin, ne zaman kul hakkı yediği belli mi olur?” O zaman adam kodamanca güldü. Sanki bekçinin söylediğinde çocuksu bir yan vardı. Yaşlı adam saflığı yüzüne vurulmuş gibi bir acizle kıvrandı. Gücenişi yüzünün her kıvrımında bir ifade buldu. Omuzlarını indirip kaldırdı ve yeni bir sigara yaktı. Kulübesinden mezara gelirken yaktığı sigarayı yarısında atmıştı. Zaten soğuk havada insan içtiği sigaradan da bir şey anlamıyordu ya, bir de şu ukala adamla karşılaşmıştı. Güneşin olanca çabasına rağmen soğuk bir öğlen vaktiydi. Kar yağmadan evvel toprağı yoklayan acı bir ayaz yayılıyordu mezarlığın çevresine. Göğe parça parça, bembeyaz bulutlar asılmış, masmavi teni sevinç veriyordu. Mezar taşları ıslanmış, bütün serviler çıplak ve endişeyle soğuğa karşı bekler olmuştu. Kışla beraber dirildiklerini anlatır gibi ötüyordu kargalar… Bekçi onları önemsemedi; biraz fazla çıkıyordu sesleri, o kadar. “Bak,” dedi adam. Sükunet suratında ne de güzel biçimleniyordu, “mevtanın cenazesine gelenleri görüyor musun?” Soğuktan bembeyaz kesmiş ellerini pantolonunun ceplerine soktu ve düz burnuyla mezarlığın ortasından geçen yoldaki arabaların olduğu tarafı işaret etti. Kalın ve gösterişli paltolarına sarınmış dört adam, dört ayrı lüks ve iri arabaya bindi ve şoförleri onların kapılarını kapayıp direksiyon başına koşturdular. Çocuklar gitmişti. Bekçi soğuktan yanan gözleri yana yana o tarafa baktı: “Evet. Bayağı zengin adamlara benziyorlar.” Arabalar aynı anda çalıştı ve bir konvoy nizamıyla mezarlıktan ayrıldılar. Bu ölüler misafirhanesinden kaçarcasına gitmişlerdi. Adam burnunu çekip gerindi: “Zenginler” dedi, “hem de en zenginleri.” Söyledikleriyle ima ettiklerinin ayrı olduğu izlenimi veriyordu. Özellikle ‘zengin’ lafını öyle ilginç bir vurguyla ayırmıştı ki diğer kelimelerinden, zengin lafı zengin olmaktan çıkmıştı. Yine de bunu sadece kendisi fark etmiş gibiydi. Yaşlı bekçi taze mevtanın mezar taşına yeniden boş boş bakıp ellerini ovuşturdu: “Bana ne bundan beyim? Zengin adammış diye bir Fatiha’yı mı esirgeyeceğim?” “Tabii ki” diye cevapladı adam içten görünmeye çalışarak. “Yine de, bu adamın zengin olduğu fikrine nasıl kapıldın?” diye sordu. Şüpheci değil de, bir gerçeği açığa çıkaracak hakiki soruya cevap arayan bir beklenti içerisindeydi. Bekçi bir iki saniye durup, az önce arabaların arka arkaya dizildiği bakımsız yola baktı; başka ne olabilirdi ki? Zaten mide bulantısı geçmek bilmemişti. Gidip ekmek peynir bir şeyler atıştırayım, diye düşünüyordu bir yandan: “Eh, yakın dostları paralı adamlar değil mi? Böyle kalın enseli herifler, senin benim gibi sıradan insanların cenazesine gelmeye tenezzül etmezler herhalde.” Adam yine gülünce, bekçi içten içe kendisini alaya aldığını düşündü. Buna rağmen gamsız gözüktü ve omuzlarını silkip geriye döndü. Üçüncü adımını attığında adamın hala onunla konuştuğunu duydu: “Dur… Özür dilerim arkadaş… Biraz sinirlerim bozuk… Gitme Allah aşkına. Bak sana neler anlatacağım; Sana o dördünün bu soğuk günde bu ücra mezarlığa neden geldiklerini söyleyeyim istersen ya da mezardaki adamın kim olduğunu. Hatta sana o adamların kim olduğunu bile söylerim.” Bekçi, adamın sesini bir korkunun, dahası bir yalnız kalma sıkıntısının boğduğunu duyumsadı. Kaşlarını kaldırıp ona doğru baktı. İtimat yayan yüzünü endişe gölgeleyince, birden yıkılmış birine dönmüştü adam. İçi sızladı ama midesi de bulanmadan durmuyordu ki… “Bana ne Beyim. Kimseler kimler” dedi başından savar gibi. Yeniden kulübeye doğru döndü. Adam üstelemeye devam ediyordu: “Gitme be bekçi kardeş. Biraz daha kal. Konuşuruz.” Bekçi afalladı. Ne garip adammış yahu bu… Ne derdi vardı ki? “İşim gücüm var Beyim. Zaman öldürmeye vaktim yok –ekmekle peynir aklını kurcaladı- Eğer istersen sen benim fakirhaneye gel –bekçi kolunu kaldırarak kulübeyi gösterdi- Sıcak birer çay içeriz.” “Gelemem. Henüz buradan ayrılamam” dedi adam. Halinde hüzün vardı ama o bundan çekinmiyor, doğrudan bekçiye bakıyordu. Ellerini pantolon ceplerinden çıkarmış, kollarını göğsünde düğümlemişti. Bekçinin içinden ‘neden gelemezsin?’ diye sormak geldi fakat vazgeçti. Sıkılmıştı bu adamdan. ‘Sen bilirsin’ gibisinden bir şeyler mırıldandı ve dönüp gitti. Kapıdan içeri girerken o tuhaf adam aklından çıkmıştı bile… Peynir de azdı ama… Hay şu uğursuz kargalar! Susmak bilmeyecekler herhalde bugün! *** Bekçi bütün gündüz vaktini uyuyarak geçirdi. Ara ara bedenini sarsan öğürtüler ve yattığı yerde sağa sola fosurtulu dönüşleri dışında hiç ayılmadı. Seyrederken rüyaya daldığı televizyon cızırdayarak çalışıyor, bazen yayın gidip geliyordu. Kuşlar ne zaman antene konmaya yeltense böyle olurdu. Akşam ezanı okunurken oflaya puflaya, homurdanarak kalktı ve etrafına çapaklı gözleriyle baktı. Tek gözlü bekçi kulübesi yavan ve yankılıydı; çok da geniş değildi hani. Girişteki kapının tam karşısında bekleyen duvara eski, elli beş ekran bir televizyon ve sehpası yaslanmıştı, ki karşı karşıya duran iki çek-yatı mühimce ortalıyordu. Ayrıca ortalık yerde tahta bir masa ve üç beş kuruşa alınmış iki adet plastik sandalye duruyordu. Bunlara ilaveten kısa bir mutfak tezgâhı, tezgâhın altında gıcırtılı üç çekmece ve çek-yatlardan birinin yanına sığınmış gibi duran partal ve kabarık bir tekli koltuk vardı. Sıvaları çatlak, köşeleri rutubetten kararmış ve kireç badanalı tavandan yalnızca tek bir altmış mumluk ampul, pencerenin önünden yıllardır ahşap doğraması içinde eskiyip sararan camları gözden ırak eden soluk pembe renkli perdeler salınmıştı. Yerde bir halı bile yoktu, muşambadan kahverengi geometrik desenli buruşuk bir kaplama köşe bucak dolaşıyordu. Gecelerinin çoğunu meyhanelerde kafa çekmekle harcayan bir bekçi müsfettesi için yeter de artardı doğrusu. Göbeğini kaşıyarak geğirdi yaşlı adam; kendisiyle ilgili her şeyi onamak ister gibiydi. Tezgahtaki eviyede yüzünü yıkayıp rafta duran ekmeğin kurumuş kenarından bir parça kopardı. Haberleri sunan kadının gereğinden fazla ciddi sesi odanın boşluğunda haykırıp duruyordu. Bekçi damağını şaklatarak buzdolabının önüne gitti ve kapağını açtı; iki gün önce yaptığı pırasa yemeği duruyordu. Bir iki saniye kendini yoklayarak bekledi. Yok, canı pırasa istemiyordu. Tencereyi çıkarıp pırasayı çöpe boşalttı. Çarşıda yiyecekti yemeğini. Hem oradan da Mahmut’lara uğrar, bir iki tek atardı. Televizyonu kapattı. Kumandayı çek-yatın üzerine attı. Ceketini giyip kaşkolünü boğazına sardı. Rüzgârın dimdik ve sıyırtma estiği uğultusundan belliydi. Çıkarken sobaya iki odun daha sapıttı. Gelince kulübenin içi biraz sıcak olsun istiyordu. Kapıyı açıp karanlığa adımını atınca afalladı ve kafasını omuzlarının arasına saklayarak sindi. Gözleri fal taşı gibi açılıp canlandı; sarhoşluğun miskinliği kurumuştu anında. Herhalde binlerce karga aynı anda usanmadan, bıkmadan ve yaptıkları şeyi hınçla, zevkle ve hunharca eda ederek, çığlık çığlığa ötüyordu. ‘Selamın kavlen’ dedi fısıltıyla. Gürültüleri o kadar güçlüydü ki, nereye tüneyip öttükleri anlaşılmıyordu. Dört bir yandan ablukaya almışlardı mezarlığı sanki. Bekçi doğrulup mezarlığın her yanını görmeye çalıştı. Sokaktaki lambanın cılız ışığıyla loş gölgelerin zapt ettiği bir vadiyi andıran mezarlık, servilerin çıplak dallarıyla daha da çekilmez ve müphem bir yer halini almıştı. Bekçi faydasız da olsa bir müddet daha baktı ama nafile. Mezarlığın üzeri gölgeler ve karanlık ittifakının uğursuz hendekleri misali derin ve anlaşılmazdı. Baktıkça daha da kayboluyordu insan... Bekçi içinden söylenerek, ceketinin yakalarını kaldırıp mezarlıktan çıktı. Kargalar tünedikleri karanlıktan ona doğru bağırıyorlardı. Gece geç bir vakit, iki tekten fazlasını atmış bir halde mezarlığa geri döndü bekçi. Her sabah ‘bir daha içmeyeceğim’ diyor, her akşam ‘başka ne eğlencem var ki?’ diyerek kendini haklı çıkarma uğraşına girişiyordu. Yolda gelirken, iki kere kusmuştu şimdiden. Kim bilir evine varınca hali nice olacaktı? Mezarlık sessizdi. Ara sıra uzaklarda bir köpek havlıyor, bazen de ağaç tepelerindeki kuşların ısınma kımıltıları duyuluyordu. Bekçi yalpalayarak kapıya ulaştı ve herhangi bir cebinde olabilecek anahtarlarını aramaya koyuldu. Kış gecesinin rüzgârı onu sırtından dürtüklüyor, düşürmeye çalışıyordu. Ceketi ve kazağının altında soğuk terler boşaldı bedeninden, sarhoşluğun hoş sıcaklığı tenini koruyordu hala. Kulübenin arka tarafında kalan eski kabristandan bir takım gürültüler ilişti kulaklarına. ‘Ulan ayyaşlar! İçecek yer mi bulamadınız!’ diye kükredi yarı baygın sesiyle karanlık geceye, daha çok sesin geldiğini tahmin ettiği yöne doğru. Buna rağmen eski kabristandaki dağdağa kesilmedi, ki anahtarı bir türlü kilide sokamamış bekçinin sinirleri zaten allak bullaktı. Kapıyı açmaktan cayıp sese doğru seğirtti. Kulübe duvarı boyunca dolaşıp, aşağıya doğru hafifçe meyletmiş sırta ulaştı. Burada, eski kabristana inen çamurlu bir patika vardı. Bekçi söylenerek, çamurun üstünde ayaklarına hâkim olma gayretiyle yürüdü. Sokaktan gelen ışık burayı daha iyi aydınlatıyordu. Kesif gölgelerin arasına sızmış parça parça sarı ışıklar, pastel bir gerçeklik yaratmıştı. Bekçi kâh öne kâh arkaya doğru yalpalayıp hızını kesemez bir halde eski kabristanın girişine ulaştı. Eski kabristanın sınırında, pas kusan demir korkuluklar ve onları boğarcasına sarmalamış yabani otlarla yan yana duruyordu. Gözlerini kısıp, bu köhnemiş ve canlılar dünyasından vahşice arınmış yerde sarhoşları aradı. Gölgeler, mezar taşları, mağrur ama çıplak serviler… Başka bir şey seçilmiyordu o ayyaş gözlerle. Hiç vakit kaybetmeden ileriye atıldı ve mezar taşlarının arasındaki bir hayalet gibi sağı solu araştırmaya koyuldu. Hain ve sinsi kargalar ağaçların yükseklerine kurulmuş, O’nu ve dirilme ümitleri canlarıyla beraber çekilmiş mezarların çürük makyajını seyrettiler. Birkaçı uğursuz gagalarını açarak bekçiye doğru öttü, onlara hunharlık ne de çok yakışıyordu! Burada birbirine girmiş sayısız eski, karamış ve ya kırılmış mezar taşı vardı. Gecenin gözlerinden dökülen puslu yaşlarla ıslanmış gibi parlıyor, onları durmadan kolaçan eden rüzgarın refakatinden zevk alıyormuşçasına kıpırtısız birbirlerini seyrediyorlardı. Aralarında adım atmak bile neredeyse imkansız, çoğu yana yatmış, tepelerindeki kavuklar uçurulmuş ya da kırılmış, mat bir nemrutluk içerisinde, meçhul bir vaktin dolmasını bekliyorlardı. Evvelin kabristanlarında hep bir gerçek dışılık, umutsuz ve zayıf bir ürperti, aşınmış mezarlara pek yakışan meçhul bir öç alma hırsı dolanır. Çoğunun kavukları haşin, uğursuz ve düşünceye ıraktır. Kucaklarında yatan ölüler adına yas tutar, hayatta olanlara tahmin edilemez bir öfke duyarlar. Çözülüp rahat bırakmayı istemez, yaşam sonrasının sırlarına vakıf olarak akla ziyan vermeyi uygun görürler. Böylesi yerler seçilir genellikle hayırsız işler için… Bekçi hiç sevmezdi eski kabristanı. Hissettirdikleri ölümden de beter değil miydi? Temkinle yürürken, mermerden bir kavuklar tarlasında gibiydi. Ne bir düzen, ne bir sıra, ne de huzur vardı burada. Gecenin eliyle ve servilerin hayırsız ‘hu’ larıyla çürümeye terk edilen, lanet üzerine lanet yemiş, minicik bir Babil’di burası. Keşke mahşere değin kulübenin arkasında kalıp unutulsaydı. Ölüleri uyandırmamaya çalışır gibi toprağı fazla ezmeden yürümekle meşgulken, illa ötesinden berisinden sürtündüğü mezarlar dürtüyorlardı sanki. Uğuldayıp, betini benzini attırmaya çalışıyorlardı. Adımlarını hızlandırdı, bir müddet kavuklar arasında inceleyerek dolaştı. Mezar taşlarına yaklaşıyor, ötesine berisini kaçamak bakışlarla süzüp hemen yanından ayrılıyordu. Doğaçlama yapıyordu sanki; hiçbir planı yok gibiydi. Eski kabristanın orta kısımlarına denk gelen bir yerde, dört mezarın bir halka gibi sardığı başka bir mezar vardı. Etrafı mermerle çevrilmiş ve iki ucuna da mezar taşı dikilmişti. Bekçi önce yanlış gördüğünü sandı, gözlerini elleriyle ovuşturup başını salladı. Hayır hayır, yanlış görmüyordu. Mezar açılmış, dışarıya çıkan toprak ta yanına atılmıştı. Kargalar yeni uyanmışlar gibi teker teker ötmeye başladılar; ezgileri kalbi donduruyordu. Gagalarından dökülen kötürüm seda gitgide çoğaldı ve içe oturan bir ağıta benzeyerek serpildi, korkunçlaştı. Sanki bekçiye haykırışlarıyla saldırıyor, beynini çökertip çıldırmasını istiyorlardı. Hepsinin tutumu hasmaneydi, karanlıkta seçilemeyen varlıkları ise garazla yüklüydü. Gecenin hayırsız işleri gibi çınlıyorlardı durmadan. Bekçinin kalbi bir hezeyanla sıkıştı, inleye çığıra salavat getirdi ve bir nöbet geçiriyor gibi titredi. Apansız ayıldı ve gayet temiz bir görüşle, açık mezarın köşesindeki bir delikten bir kişinin, kocaman bir çıyan gibi içeriye süründüğünü seyretti. *** Kulübeye değin kendinden geçerek, büyük bir dehşetin kollarından sıyrılmaya çalışarak koştu. Kargalar yorulmadan, uçrak ağıtlarını geceye hitap ederek ötüyorlardı hala. Meşum yankıları boşluğu ve ruhunu çepeçevre kuşatmıştı. Bekçi bir bir sarf ediyordu salavatlarını. Ölüp ölüp dirilmişti az önce. Yaşam şarabına susamış, kanı damarlarından çekilerek gözleri önünde bir kabusla kalakalmıştı. Biteviye koşmaktan başka çaresi var mıydı sanki? Çamurların içine düştü, doğrulmaya çalıştı, dengesiz bir çırpınışla iki üç adım attı ama yeniden yüzüstü pisliğin içine yuvarlandı. Nihayet kulübesinin kapısına vardığında anahtarını büyük bir beceri ve diri bir tavırla kilide sokup kapıyı açtı ve kendini kulübenin ılık karanlığı içerisine attı. O gece canı çekiliyormuş gibi olmuştu; üzerine gelen üşümeyi bir türlü defedemedi. Kışın üfürdüğü soğuktan daha diplere hitap eden ve havsalasını buz parçacıkları gibi saydam ve kırılgan eden bir ürperti, bir esriklikti bu. Benliğinde bent çekilmez bir kargaşa alevlenmiş, aklındaki bütün duaları sarf ederek şeytani varlıkların fiiliyatından azat olmak için debelenmişti. O esnada, deliliğe refakat etmiş birinin nahoş duyguları ve o duyguları kabaran bir kibirle kabul edebileceğini varsayan bir delinin mağrurluğuyla kalakalmıştı. Hanesinin kurtarılmış alanında yeniden yalnız kalmak ruhunda onulmaz bir azap peyda ediyordu; lambasını yaktı ve televizyonu açarak sesini, kargaları bastıracak nispette yükseltti. O gece bitmek bilmedi. Uykuyla geçiştirilmediği zaman, gecenin miskin saatleri yavaş ve vesveseyle geçiyordu. Münasebetsiz tıkırtılar ve durduk yere ortaya çıkıveren meçhul seslere dayanmak için televizyona daha da ısrarla sarıldı; yıkılmış dirayeti yerine onun cızırtılı sesi boğuşuyordu bilinmeyen düşmanlarıyla. Ne uzun bir geceydi! *** Ne zaman uykuya yenik düştüğünü anlamamıştı fakat sabah başını hummayla saran zonklama yüzünden ayılınca, tam karşısındaki televizyon ekranına baktı: sabah haberleri. Ekranın sağ alt köşesindeki saate bakarak yüzünü ovuşturdu; Dokuz olmuştu. Midesi hala çalkalanıyordu. İstemeye istemeye kalktı ve buzdolabına doğru ayaklarını sürüyerek gitti. Raftan kekik suyuyla yarısına kadar dolu olan şişesini aldı ve bir yudum içti. Yemyeşil ve bulanık bir tat ağzını doldurdu ve iğrentiyle yüzünü buruşturdu. Tezgahtaki sürahiden bir bardak su içip damağını temizledi. Üstüne başına baktı; kurumuş çamurla kaplanmış ceketi ve pantolonuyla uyumuştu dün gece. Üzeri alkol ve sigara kokuyordu. Derin bir of çekti; alkolü bırakmaktan başka çaresi var mıydı? Dün gece ne acayip şeyler görmüştü rüyasında. Olmayan bir şey yüzünden kendini heba etmiş, aklı resmen sarhoşluğa teslim olmuştu. Allah şu zıkkımın belasını versindi! Doğruca banyo niyetine kullandığı minik odaya geçti ve üzerindekileri çıkardı. Önce ısıttığı bir kazan suyla yıkanıp paklandı ve lavabosunun üstündeki aynada kendi, yıpranmış suratına bir göz gezdirdi: Kurak bir toprak deseni gibi çatlaklarla doluydu yüzü. Eskiden yuvarlak, hatta tombul sayılabilecek suratı yaşlandıkça aşağıya doğru sarkmış, çehresinde asık bir ifade yaratmıştı. Kalın ve iri burnu itici, dudağının üzerinde bir sigara süzgeci gibi sararmış çalı bıyığı kabaydı. Memeleri sarkmış kulaklarından kıllar taşarken, kafasının tepesindeki saçlar seyrelerek azalmıştı. Aynada gördüğü surattan hoşnut kalmayarak yüzünü ekşitti. İki ya da daha fazla gündür kesmediği sakallarını kesip kesmemek konusunda bir saniye düşündü ve vazgeçerek içeriye döndü. Temiz çamaşırlar giyindi, kapıyı açıp önünde duraladı. Güneş yoktu, bulutların hakim olduğu gök karamsar, yorucu ve sıkıntı doluydu. Mezarlık sessiz rüzgarın esintilerine emanet bir güne başlamıştı. Kendini tutamadı ve iki adımda kulübenin arkasına geçip eski kabristana şöyle bir baktı; özellikle tek bir yere. İşte, mezar kapalıydı, her şey yerli yerindeydi. Hay Allah’ım, sen bilirsin… Karısı yıllar önce terk etmemiş miydi onu bu alkol belası yüzünden. Ya çocukları? Hiç biri onun suratını bile görmek istemiyorlardı. Neden sanki bu izbe kulübede tek başınaydı. Eden bulur, diye şakıdı içindeki vicdan çeşmesi. Artık çok geç olsa da… *** *** Yatsıyı kıldırdıktan sonra eve gelirken üzerinde bir kırıklık hissediyordu mahalle camisinin imamı. Burnu akıyor, genzi yanıyordu. Ayrıca sanki kafasını müthiş bir ateş basmıştı. Sonunda şifayı kaptım, diye söylendi kendi kendine. Eve gidince hanıma bir nane limon yaptırtacaktı. Üç katlı eski bir Rum evinde yaşıyordu ailesiyle birlikte. İki kızı, bir hanımı, bir kendisi. Bir de… Kapıyı küçük kızı Emine açtı, babasını buyur etti. Kapı kare şeklinde bir boşluğa açılıyordu ve burası her zaman yoğun biçimde gül kolonyası kokardı. Boşluğun bir yanında iki kapı, diğer yanında ise misafir ağırlanan yer vardı. Kapının karşısına denk gelen yerde bir merdiven yukarıya çıkıyor, hemen yanından dar bir koridorla arkadaki mutfağa ulaşılıyordu. Merdivenin altında asma kilitle kilitlenmiş bir kapı daha vardı. Bodrum kata inen merdivenler bu kapının arkasına saklanmıştı. Bütün duvarlarda Kur’an’dan hadislerin işlendiği yazmalar, hac figürlü resimler asılıydı. Yerde kaba iplerden yapılmış motifli halılar ve yolluklar seriliydi. “Annen mutfakta mı kızım?” “Evet baba. Ablamla yemek hazırlıyorlar.” “İyi. Ben bir bodruma ineyim.” “Annem bugün inmişti baba. Ama sen bilirsin.” “Ben yine de bir bakayım güzel kızım.” *** Herkes yattıktan sonra hoca efendi, zemin kattaki çalışma odasına geçip camide yapacağı vaazları gözden geçirdi. Ara sıra oturduğu sandalyede işine kendini kaptırmışken duruyor, gözlerini kağıttan ayırıp boşluğa bakarak dinliyordu. Daha doğrusu, bir şey duyup duymadığından emin olmak istiyordu. Sonra, endişeyle tuttuğu nefesini bırakıp yeniden kağıda doğru eğiliyor, yazma, okuma ve düzeltme işine devam ediyordu. Eğer o akşam birden çok kere bir ses duyduğu hissine kapılıp yanılırsa ayağa kalkar, önce masasındaki lambayı kapatır ardından tüm odayı ışığa boğan yüz mumluk ampulü yakardı. Vesvese kötü şeydi vesselam, gel gör ki bundan ancak aydınlık ve dudaklara mıhlanan dualarla kurtulamıyordu insan her zaman. Adem Hoca genelde çok uyumazdı. Yatsıdan gelince bir iki bardak çay içer, herkes yatmaya hazırlanırken banyoya çıkıp abdestini tazeler, sonra da çalışma odasına giderken, girişteki abajur hariç bütün ışıkları kapatarak çalışma odasına çekilir ve sabah namazına üç saat kala yatardı. İki saat uyku ve öğlenleri camide yarım saat kadar kestirmek ona yetiyordu. Uyumayı pek sevdiği söylenemez değildi; o sadece ‘uyumamayı’ tercih ediyordu. Gece saat bir buçuğa doğru evin kapısı aceleyle çalınmaya başladı. Adem Hoca oturduğu sandalyede hafifçe zıpladı ve sonrasında derhal saatine baktı. Bu saatte.. Hayırdır inşallah… Yerinden kalkarak girişteki boşluğa geldi ve merdivenin yukarı ucundan bakan kızlarıyla hanımına ‘siz gidin yatın’ der gibi bir hareket yaptı. Hulasa her saniye kapıya inen darbeler güçlenip şiddetlenmeye, kapının menteşeleri ve kilit aksamı gıcırdayıp oynamaya başladı. Adem Hoca’nın aklına, bu saatte kapısı ya da telefonu çalan her insanın aklına üşüşen felaket haberleri geldi. “Geliyorum… geliyorum!” diye bağırdı kapıya doğru yaklaşırken. “Kim o?” “Ben Salih Hoca Efendi! Mezarlığın Bekçisi Salih!” Adem Hoca kapıyı azıcık aralayarak dışarıya baktı. Salih sarhoş ve uyuşuk görünüyordu, soğuk hava burnunu kızartmış, ciğerlerine çökmüştü sanki, ama en önemlisi kanlı gözlerini çılgına çevirmiş ve betini benzini attırmış önlenemez korkusuydu. Koşmaktan ciğerleri iflas etmiş, damağı kurumuştu. Bu yaştaki bir adamın hem bu kadar sarhoş olup hem de böyle tedbirsizce koşuşturması yanlıştı. Adem Hoca, Salih’in kalbini söküp alacak bu korkudan önce, onun bu bedbaht hali karşısında içinin acıdığını hissetti. Altmışına yaklaşmış ve ailesinin reddettiği, zavallı, kendine alkolde avuntu bulan bir kayıp ruhtu Salih. Peki ya bu manasız paniğin sebebi neydi? “Ne oluyorsun Salih? Gecenin bu saatinde ne derdin var?” Adem Hoca bir sarhoşla konuştuğunu aklından çıkarmadan sesleniyordu bekçiye. İnatlaşmaya ve aptalca şeyler yapmaya meyilli olurdu alkollü kişiler. Çoğunlukla sularına gitmek gerekirdi. Adem Hoca sakin olmaya çalışıyordu. “Söylesene be güzel kardeşim.” Bekçi Salih ağlayacak bir çocuk gibi buruşturdu suratını. Bir yandan burnunu çekiyor, bir yandan da konuşmak için varını yoğunu ortaya döküyordu. Önce sadece iç çekip manasız heceler çıktı ağzından. Derken aniden çözüldü ve tüm sokağı ayağa diken bir patlamayla haykırdı: “Aklıma mukayyet ol Allah’ım. Adem Abi yardım et bana! Adem Abi… Hocam! Okuyup üfle beni hocam! Aklımı kaybedeceğim yoksa!” “Bekle” dedi Adem Hoca. İçeriye girip paltosunu aldı ve merdivenin başına gelip yukarıya doğru bağırdı: “Hanım merak etmeyin. Ben şununla gideyim de ne derdi varmış bir bakayım!” Dışarı çıktı, Salih’in koluna girdi ve gecenin en uyanık, tehlikeli ve bilinmez olduğu vakitlerde mezarlığa doğru yürüdüler. *** *** “Allah-ü Ekber! Allah-ü Ekber!” Bunlar Adem Hoca’nın çıldırmışçasına oradan uzaklaşırken yankılanan son bağırışlarıydı. Salih Adem Hoca’ya oğlunun haklı olduğunu, aslında delirmediğini ve yıllarca ona haksızlık ettiklerini söyleyerek bu devasa şaşkınlık ve cinneti paylaşabilmek istemişti aslında. Bu acayip ötesi sırla yalnız kalmama ve korkusuna teselli bulmayı arzulamıştı. Oysaki kaçıyordu işte Adem Hoca! Bekçi Salih’ten, mezarlıktan ve görülmemesi uygun bulunmuş bu tanıklıktan kaçarsa gizlenebileceğini varsayarak karanlığa karışıyordu. Yaşlı Salih anlayabiliyordu İmam efendiyi. Canhıraş oğluna koşuyordu; genç yaşında deli yaftası yiyen oğlunu kapattığı evinin bodrum katına bir an önce, zamandan da hızlı koşarak, bu kerteden sonra yitirilen her saniyeyi ölüme denk bir azapla ruhuna karalayarak varmak istiyordu oraya. Kasabanın dar kafalı ve muhafazakar insanlarının etkisinde kalarak nasıl da kıymıştı oğluna! Pişmanlıkla anıyordu herhalde geçmişi koşarken; herkesin önünde ‘rezil ettin beni!’ diye azarlayarak kasaba meydanından sürükleye pataklaya eve getirip bodruma kilitlediği çocuğa hınçla tekmeler atmış, bileklerini zincirlemiş, gören gözlerine dünyayı yasak etmişti. Ne büyük bir vicdan azabı kıyıyordu kalbini kim bilir? Hele de şahit oldukları hesaba katılırsa… “Bunlar onlar” demişti demesine ya, simsiyah gecenin içinden çıkıp gelince haşmetleri korkunçlaşanları karşısında teklifsizce görüşü, dizlerini boşaltmış, kanını canından çekip almıştı. Diz üstü toprağa kapaklandığında ‘Bu dördü…’ diyebilmiş, sonra ağlayarak bu bitmemiş cümleyi tekrarlamıştı, ‘Bu dördü…’ Ve sonunda, ettiği haksızlıkların ceremesiyle yanar halde, ağzında tekbirlerle evine koşturmuştu… Oğluna… Karanlıklar içindeki bodruma. Nihayet onda da, aklı semavi bilgilere vakıf olanların akıbeti sökün ediyordu. Delirmek, anlı şanlı bu ayrıcalığın mükâfatıydı –ki dünyayı bir daha aynı gözlerle göremesinler diye- Bekçi Salih, Âdem Hoca misali iradesi serbest bırakılmadığından, boynu bükük, sinir nöbetleri kapıda, içinde korkuyu aşan duygu patlamaları olsa da göz bebekleri yalnızca titreşen bir kurbana benzer bir duruşla almıştı geceyi karşısına. Orada, eski kabristanın müphem gölgeleri arasında belirdiler ilkin… Karanlığın bir öğesi misali ancak çizgileri uzak bir ışıkla pırıldayan dört siluettiler. Varlıklarıyla geceyi yoğunlaştıran, gözükmeseler de seyrettiklerini hissettiren kargalardan önce bir iki tanesi, diğerlerini haberdar edercesine tiz çığlıklarını geceye doğru uçurdular. Zulmet acılara dökülen tuza benziyordu sesleri… Derken, giderek yükselip kabaran bir dalga misali kudrete bürünüp yankılarıyla gök kubbeyi kuşatarak boğdular. Sahne hazırdı nihayet! Simsiyah dörtlü öne doğru çıktılar ve Salih’in açık gördüğü mezarın yanına sıralandılar. Karaydılar kara olmasına ya, Salih onların şiddetli aydınlığıyla boy ölçüşemeyen kendi algısına veriyordu bunu. Zira çok yüceydiler; kötülüğün ezildiği, hak-hukuk ve düzenle kuşandıklarını ‘ancak’ hissedebiliyordu. ‘Peki’ diye soruyordu dibe doğru çekilen mantığı son bir gayretle, ‘tüm bunlar ne için?’ ‘Peki’lere yer yok artık. Her şeyi bilecek, yine de çoğuyla yüzleşemeyeceksin. Sana gelecek deliliğin sebebi ne sanıyorsun?’ ‘Ben istemedim bilmeyi. Ben sevmedim bu kaderi, bu bitişi.’ ‘Senin üzerine düşen sevmek değil gayrı… Bileceksin. Öyle ve ya böyle!’ Ve bildi Salih… O dördünü bildi… Bu mezarlığın insanlığın ve belki de daha öncesinin ilk kabristanı olarak seçildiğini; Başında toplanıp gömdüklerinin kim olduğunu, gömülenin mezarı başında Salih’le neden konuşmak istediğini ve eski kabristandaki açık mezara her gece girip Kabil’in yanına inerek lanetini onunla paylaştığını bildi… ‘Buydu Kabil’in laneti. Ve bil ki, zulümle öldürülmüş hiç kimse yoktur ki, onun kanında Âdem’in ilk oğluna pay düşmesin… Hakkaniyetle dağıtılır onların cezaları. Yeminle cezaları böyle yıkıcı olacaktır onların… Bilir misin Kabil’i ne ile lanetledik? Ne ki diğer cehennemlikleri de bulacak odur. Onların mahvını okutmak sadece bize nasip olacak. Bizim hışmımız akıl karı değildir… Behemehal en fasık sayılanlara çatarız biz; en günahkâr olup ta, en pişman görünenlerle bizim işimiz. ‘Bak! Kabil abisini sırtında taşıdı da ne oldu? Biz buna kandık mı? Kin ve kıskançlıkla dolan yürekte vicdan yeşerir mi? Dahi ikiyüzlü olan bizden saklanır mı? Yapmacık kederini ne de çabuk vurduk suratına! Yazıklar olsun O’na! Ve yemin olsun olanlar insanların bildiği gibi değil… Acıdığımızdan, adağını samimi bulduğumuzdan aldık Habil’i yanımıza; sanıldığı gibi değil, nasıl bırakırdık Habil’i karanlık bir çukura? Ya Kabil? Kargalar bir çukur açtılar gagalarıyla… ‘ Salih’in yumuşak bir geçişle normal renkleri terk ederek uçuk ve sıra dışı tonlara bulanan aklında, deliliğin ateşi yanarken, cılız bir hayret nidası yükseldi, ihtiraza yenilen mantığından: ‘Buraya… Buraya…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak 'Finrod' Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |