Sevgi en azgın yüreği uysallaştırır, en uysal yüreği azdırır. -Alexis Delp |
|
||||||||||
|
“Çünkü çok azdır insanın bilerek bir geçidi adımlaması. Korkunç bir deneyimdir bu, ruh paramparça olup yırtılır ve kimse aksini iddia edemediğinden değil de, bu her zaman böyle oluğu için söylenir ki, insanın damarlarında akan kana misafir bir musibet göç eder bir yerlerden. Siz oraya cehennem dersiniz...” --------------------------------------------------------------------- Ali bir iki aydır garip davranıyordu. Kendi başına sokaklarda dolaşıyor, tanıdıklarıyla çok az konuşuyordu. Hatta yakınlarının çekingen bir yaklaşım takınmalarını gerektiren kibirli ve soğuk bakışları, çoğu zaman artık onun ergenlik ile yetişkinlik arasında bir noktada kıvrandığına yoruluyordu. Böylece, elbet bir gün hissedilen sıkıntıların geride kalacağı ve hep beraber oturulup gülüneceğine büyük bir istekle inanılıyordu. Bu, Ali’ye belirsiz bir esneklik sınırı sağlamıştı. Düzelmesi umulan halini devam ettirirken, tedirgin bekleyişin şişirilmiş yüzeyine yaslanıyordu. Eve gelip doğrudan odasına gittiğinde, ‘kendi haline bırakın, düzelir bir gün. Bizimkine de bir haller oldu bugünlerde...’ diye anlatılan laflara dalan ve inanmayı dört gözle bekleyen ebeveynlerinin boş vermişliğini bir güzel sömürüyordu. Çünkü eve her gelişinde, paltosunun içinde, gazete kağıtlarıyla sarmalayıp sakladığı şeyi annesi görse, bir çıldırma buhranına kapılacağını kötücül bir zevkle fark ediyordu. Ama ifşa edilmesi ve edilmemesi gereken şeyler vardır, belki de hangi ifşanın hangi zamanda yapılacağını bilmek gerekir. Açıklanması gereken hususlardan biri de, Ali’nin bu hale nasıl geldiğidir. Ali günahkarlığa kendi isteğiyle bürünmedi hiçbir zaman; ilk olarak bu bilinmeli. Öte yandan, yaratılış gereği doğru yolu kendi yolu sanan sayısız faninin iflah olmaz tutkularının bile çok azını barındırırdı. Kimsenin kötülüğünü istemeyi beceremezdi. Hatta kişisel çıkarları, başkalarının haklarını belirleyen alana dalınca bir adım geri çekilir ve fedakarlığı sürekli benliğinde feryat eden nefsinden verirdi. Herhalde toplum içinde silik ama iradesinin kuvvetli olmasını böyle açıklamak yetecektir. Yine de iradeyi veya soğukkanlılığı önemsemeyen ufacık bir bölge bulunur insanın ruhunda. O bölgeyi ne kabullenebilir, ne de ayırt edebilirsiniz kendinizden. İçinde küçücük bir tohum vardır mutlaka, ve insanoğlu o yüzden dünyanın zamana bağımlı topraklarında sürünür gider, der bilenler. Bilenleri dinleyenler, ismine şeytanın işi derler bazen. İnkar edenler de çıkar şüphesiz... onlar inkara devam edebilirler. Bir gün bir geçit onları da bulur muhakkak. İşte o tohum bıkmaksızın deliğinde uygun zamanı bekler; olasılıkları ve mesajı. Doğru an olunca bir ürperti olur derideki tüylerde. Büyük ihtimalle yakınlarda bir geçit yoktur ve ürperdiğinizle kalırsınız. Ve tasvirsiz, mekansız yankıların ortasında bekleyen ise, umduğunu yutar bir kere daha. Doğru ânı bilir misiniz? Çok basit ve çok can sıkıcıdır. Şimdi, bilmek istemeyenlerin masadan kalkma vaktidir. Meraklı ve hayret etmeyi sevenler ise beklesinler biraz daha... Bakalım Ali ne yapmış ta geçit ve tohum, akıl almaz olasılıkta bir araya gelmiş: Ali, öğlenin o bezdiren sıcağında, bir Tanrıça’nın parmağındaki yüzüğün tek taşı misali yükselen Valide Camii’nin mağrurca dikildiği köşeden dönerek Yusuf Paşa’ ya doğru yürümeye devam etti. Ter içindeydi; o kadar sıcak bir günde ne diye dışarı çıktığını düşünüp hayıflanıyordu. Eve gidip soğuk bir duş almayı ve ardından boğazından akıtacağı, bardağın dışını ıslatan buz gibi kolanın hayaliyle ruhunu serinletmeye çalışıyordu. Yaz mevsiminin lapa kıvamında, stajın bitmesinden bir gün sonra hevesle, özgürlük gibi göründüğünden, kendini hemen dışarıya atmış ve işte, pişmanlık içinde geriye dönüyordu. Aklı kesinlikle, içsel bir havalandırma etkisi gösteren duş ve kolanın imgeleriyle üflenip duruyordu. Valide Camii’nin gösterişli girişinin önünde biraz yavaşladı. Vücudu öylesine çok su kaybederken, avlunun içindeki ağaçların serin gölgeleri ve abdest alan adamların başında toplandığı şadırvan gözüne takılıverdi. İstanbul çöl ise, burası vaha değil de, neydi? Fındıkzade’ ye kadar yürüyecekti daha üstelik; elini yüzünü yıkamayı ve kana kana su içmeyi arzuladı anında. Hayal ettiği şey, duşu da kolayı da elinin tersiyle bir kenara fırlattı. Ve evet, yüzünü o hafif kararmış mermerden ve aşırı süslü avlu girişine yöneltti; su istiyordu, su... Avlu girişine bir iki adım kala, camiinden çıkan kalın, göbekli, muhakkak vıcık vıcık terli, göz kapakları yarı kapalı ve gözleri de biraz kanlı, bıyıklı bir herifle omuz omuza çarpıştı. Adam adeta herkesle omuzlarını çarpıştırmaya hazır bir asker gibi taşlaşmış omzunu hiç sarsmadı bile, olan Ali’ye oldu tabii ki. Ali, hala insanın insanı fark ettiği, saygın bir İstanbul düşünmekte ısrar edenlerdendi. Hatta bu yüzden o omzunu çarpışmadan evvel yana çekmiş, ama adamın omzu sanki genişleyerek gelip Ali’nin omzunu buluvermişti. Ali dönüp, yürümesine şaşılacak bir kayıtsızlıkla devam eden adama bakacaktı, vazgeçti. Yoluna devam etti; ama her gün binlerce kez başına geldiği için artık onun bir uzvunu andıran ‘çarpışma öfkesi’ ortaya çıkmıştı. İnsanları düşünüyordu şimdi, kayıtsızlıklarını ve saygısızlıklarını. Burnundan soludu bir iki adım atarken. Böyle adamlar hep ‘kendim’ diyen, ‘şanım yürüsün’cüler ve erkekliklerini müsamaha göstermemekle yaşatabilen çarpık tiplerdi. Düşünceleri öfkesini körükledi, körükledi, körükledi... Tüyleri ürperiyordu; belki öfkeden, belki de o minicik tohumdan. Zaten tohumu sulayan öfkeydi. Böylece ikisi bir oldu ve Ali’nin aklına, minicik, önemsenmeyecek, hatta bir adımı ardından daha diğerini atmaya başlamadan ‘o adamı evirip çevirip, omuz attığına pişman edecek kadar dövmek’ fikri yerleşti. Şüphesiz bu şiddet dürtüsü Ali’nin değildi. Tohum, günler, yada yıllar evvel –zamanın etkisi yok denecek kadar azdır çünkü- bir çağrı almıştı. Günlerdir genç adam her öfkelendiğinde harekete geçiyor, tüylerini dikiyor, lakin geçitle buluşamadığından sönüyordu. Beklenmedik bir olasılık sağlanmak üzereydi. Ali avlunun girişine bir adım daha yaklaştı. Öfkesi kuvvetlendikçe, bağlantı daha da kudretli olacaktı;tohum –ki artık kapkaranlık bir orman fışkırmıştı Ali’nin ruhunda- bunun için uğraşıyordu. Ali suya doğru ilerledi... Ali avlu girişinin eşiğine adım attı... Ve yine umulmadık miktarda az bir vakitte, Ali zamansızlık ve ışıksızlık içinde, en metruk ateşlerin içinde yanarcasına kavruldu. Tam da o heybetli mermer girişin eşiğindeydi. Her yönden çekiştirildiğini hissetti, pek çok noktada acı çekerek koptu ve ıstırap çığlıklarını can evinde atarken, tam avlu girişinin eşiğinde diz üstü kaldı. Avlunun giriş kapısındaki sayısız oyma ve işleme, genç adamın nefeslerine dadanan dikenler gibi üşüşüyorlardı üzerine, ve kimse bunun farkında değildi. Akıp giden binlerce imge ruhunu sıyırıp geçiyordu. Betimsiz yokluklardan bir şey, Ona yaklaşıyordu. Ali dizleri üstünde inledi... Çok uzaklardan, hatta uzaklığın da uzağından içine çekilen ağrıya odaklanıyordu durmadan. Çünkü bunu hissetmesi emrediliyordu. Ali’nin gözleri kocaman açıldı ve son kez ‘hayır!!’ diye irkilten bir çığlık attı. Yeniden gözlerini açtığında kendini mutlu hissetti elinde olmadan. Ama kim bilir, belki de o mutluluk o kadar sapkın olmasaydı, onu Ali’nin sayabilirdik doğruca. Lakin mutluluk, yeni canlar alacak akılsız ama görkemli ‘Bedensiz’indi. Ayrıca Ali, nereden hortladığı belirsiz bir kuvvetle sarmalandı. Çevresine toplanan kalabalığın meraklı ve şaşkın bakışlarını üstünden püskürterek, geldiği tarafa döndü. Şimdi Fındıkzade’ye değil, Beyazıt yönüne yürüyordu. Aklını sıcak yada bunalmışlık kurcalamıyordu. Kafasının içinde bir ses vardı. Kendini zorla kabul ettiriyordu, kavgayı hep o kazanıyordu. Kıyıma ve dünyaya doyamayan bir sesti o. Ali o gün Beyazıt Meydanı civarından aşağıya, Kumkapı’ya doğru indi ve Sarayburnu’nu kendine hedef belirledi. Orada bir mahzen vardı: geçitler, eğer uğursuz bir örümcek ağının ilmekleriyse, mahzen o ağın merkezinde, örümceğin sabırla kurbanını beklediği yerdi. Ses Ali’ yi mahzene götürdü, fiziksel olmayan bir kapıdan içeriye girdi, ki sur kalıntılarının üzerindeydi. Islak ve karanlık koridorları adımlarken, meçhul olan yere yaklaştıkça, benliğinin ilk defa tanık olduğu kudurgan bir tutkuya kapılıyordu. Ve bunu sevmeye teşvik ediliyordu; daha evvel düşüncesinin sınırına dahi gelse kendinden utandığı, dahası insanlığından şüphe ettiği, apaçık bir günahkarlık, vahşet ve cinnet buhranının, ruhundan kalanlar etrafında doyumsuzca birikmesini şevkle hissediyordu artık. Kapısız bir mahzene ulaştı dehlizleri aştıktan sonra. Kapısızlık şüphesiz oraya girmeye mani olmazdı. Yıllar, hatta asırlar boyunca mahzenin tek kapısı, mahzenin var olduğu bilgisiydi. Mahzeni bilen, kapıyı bulurdu. İçeride buldu kendini, eski ahşap bir masaya oturdu. Duvarlarda zayıf zayıf yanıp duran mumlar vardı. Bu kadim şeytan icatları hiç tükenmezdi. Hatta enerjiyi hissedince, onu, enerjinin aşağılık sahibini karşılamak için kendi kendilerine alev alırlardı. çirkin ve oynaşan gölgelerle doldururlardı mahzeni… habisliği uyandırırlardı. Mat duvarların etrafında, nereden geldiği belirsiz bir şıpırtı sesi hakimdi. İnsanı ince bir üşümüşlük alıyordu ister istemez. Ve masada açılan kitap çok kötü kokuyordu. En zifiri karanlıkların çöreklendiği derin ve çürümüş diyarlardan çıkarılmıştı sanki. Buna rağmen Ali, sayfalar kendi kendilerine açılırlarken sessizce ve merakla seyretti. Keskin bulantısını umursamadı. Kusmuş ta olsa, teninden boşalan soğuk teri değil, içindeki sesin aradığı sayfaya odaklanmıştı. Sayfalar büyük bir hızla ardı ardına çevrilirken, birbirine karışan hışırtılar, Ali’nin beyninde vızıldayan güveler gibiydiler. Çok şey gizliydi bu kitabın içinde. Fani beyinlerin bilmemesi öngörülmüş, insansı özler saklıydı lanetli satırları arasında. Anlamsız görünen sayısız duygunun, hareketin, isteğin, hırsın, acının, öfkenin anahtarları ve asılları anlatılıyordu içinde. Bana kulak verin! Çünkü size hikaye anlatmıyorum… Bunları kavrayabilen akıllar, kendileri dahil herkese zarar getirir. Kıyım arayanların iksiridir sayfaları –ki onlar ölümlülerden Ammansızca nefret eden, ölüm ve günah sunan, tapınılan ve tapan, hem göğün her katından, hem de yerin her kat dibinden hortlayan, adı olmayan, çoğunlukla imgelerin vücut verdiği çaresizlerdir… En son açılan sayfa, Ali’nin kulaklarında acı bir basınç yaratan sapkın bir huşu ile karşılandı. Loş mahzende kötücül böğürtüler ve tüyler ürperten çığlıklar patladı; Ali’nin bedenine geçitte hakim olan Bedensiz, o anda dünyanın maddi topraklarına tüm tırnaklarıyla yapışıyor olmanın sevincini yaşıyordu. Kim bilir, belki de binlerce yıldır bekliyordu mesajla ile geçidin çakışmasını. Dikkatli olun! Geçit yan yana duran iki ağacın arası olabilir, aynen iki insanın arasındaki boşluğun da bir geçit olabileceği gibi. Bir kapı yada bir su yolunu taşıyan ve artık altından araçlar geçen kemerlerden biri de olabilir. Geçitler değişkendir; sayıları sabit, yerleri hareketlidir. Böyle yaratılmışlardır, çünkü insanların arzuları bellidir. Şeytana tapar, şeytandan bile korkunç olurlar bazen. Bunu Oda bilir, ki geçitleri insanların eline bırakmamıştır. Lakin bedensizlere güveni sonsuzdur; onları geçitte bekletir sürekli. İnsanları saptırmak için kullanır onları-yani Bedensizleri, güç ve ihtişam verir ellerine; bazen de iğrenç bir kudret, canilik ve kan arzusu… Çünkü bir anlaşması vardır ezelden ebede dek süren ve inanın hiçbir şeyden kaçınmaz çoğu zaman. Anlayan anlar kimden söz ettiğimi… ben sevmem onun ismini… Ali aradığını bulunca çok beklemedi mahzende. Ne yapması gerektiğini bildiği an surların dibinde yoktan var oldu. Evine gidip dinlendi. Çünkü hayatının son ayları, akıl almaz rezilliklere sahne olacaktı. Buna hazırlanmak için yatağına uzandı ve iki gün boyunca gözlerini hiç açmadı. Bedensiz’le bütünleşiyorlardı sonunda; onun garezi Ali’nin deliliği, ahlaksızlığı Ali’nin coşkusu, önemsemeden canlara kıyması ise genç adamın tükenişi olacaktı. Yeni bir başlangıç noktasıydı gelmesini bekledikleri. Katılanları çekip çevirecek ve her saniye karanlığı ilmek ilmek köreltecek. Ali bunu hayal edip, öyle bir haz alıyordu ki, dinlencesinde inlemeden edemiyordu bazen. Yada bedensizdi inleyen, genç adam son kez vah ediyordu kaybolan ruhuna. Sabırsızlığı almış başını giderken, uğursuz bir gece yarısı, en kesif hinlik hezeyanları büyük büyük karanlıklar halini almışken gözlerini sessizce açtı. Sanki bir şeyleri dinliyor gibiydi, hiçbir heceyi kaçırmak istemiyordu adeta. O artık zincirlenmesi zor bir vahşetin açlığı içinde sızlanıyordu. Elleri terliyor, vücudu titriyordu. Gözlerinde sabit bir bakış kalmıştı ve göz bebeklerindeki fer çoktan sönmüştü. Teni ayın gümüş ışığı kadar solgun, mat ve soğuktu. Kalkıp daha fazla zaman kaybetmeden işe koyulmalıydı. Evden sessizce sıvışmak sorun değildi. Genç adam gitmesi gereken yere o gece yarısında nasıl gideceğini düşünüyordu. Zira Heybeliada’ya eğer şimdi gitmek istiyorsa ancak yüzmesi gerekecekti. Fakat o denli gözü dönmüştü ki, akıl almaz bir çılgınlıkla yanıp sönen beyni bunu yapmayı sorun olarak kabul etmiyordu. lakin siz bilmeseniz de, genç adamın yüzmesine gerek kalmadı. İşte o gece yedi hafta süren sona yaklaşma başlamış oldu. Şimdi ise, yedinci haftanın son gecesi, Ali gerçekten yanımda… yerin dibinde, telaş ve korku içinde saatlerdir toprağı kazıyor. Düşünmeden, düşünecek aklı zaten yenmişken, tırnaklarına bulaşan çamuru umursamadan, nefes nefese iniyor dipsiz karanlıklara. Onu bulacak: Bedensizin asırlar evvel kullandığı vücudu. Çünkü Ali artık içi boşalmış bir meyve kadar zayıf ve bedensizin gücünü, zalimliğini ve hatta olası insanlığını taşıyabilecek denli kuvvetli değil. O asırlık çürük kemik ve et yığınıyla yer değiştirerek onun mezarına sığışacak ve talihsiz ömrü gayesiz ve bir boşluk parçası misali son bulacak. Tam yedi kişiyi, gözlerindeki ilkel ve duygusuz bakışlarda en ufak bir değişiklik olmadan öldürdü. Hepsinin gözlerinin ta içine baktı, ama içlerinde alevlenen ölüm korkusuna kanmadı. Eli hiç titremedi, kuvveti bir nebze de olsa kesilmedi. Bir an dahi, yaptığı caniliğin korkunçluğunu düşünmedi. Hepsinin canını acelesi varmışçasına aldı. Ve yedisine de aynı çileden çıkarıcı zulmü ve gaddarlığı uyguladı; beşikteki zavallı bebekten, adadaki konağında yalnız başına ölümü bekleyen bunak ihtiyar kadına kadar. Yedisini de öldürürken aynı şeyi hırıldadı suratlarına: ‘Senin yüzünden…’ Tuhaf değil mi? Ama işlediği betimlenemez katliamın yanında, yalnızca sönük bir merak yaratıyor hepinizin içinizde, eminim. Çünkü ben Kabirci’yim. Bilmediğiniz sizi bilirim. Fani hayatınıza dört elle sarılmanızı gülerek seyrederim. Ve en önemli görevim, size Kabrin kapılarını açar ve içeriye kadar eşlik ederim. ‘GERÇEK’ benim gizim ve ancak kapının ardında size gösteririm… Ali daha ölmedi. Çünkü Bedensiz’ in onunla işi daha bitmedi. Eski, kuvvetli ve Ali’den çok daha derin bir günahkar olan faninin cesedini bulana dek sürecek bu işkence. Sonra Ali, bu türbe mezarlığında, kendi kazdığı kuyunun içinde can verecek. Yanında getirdiği ve kurbanlarından kopardığı yedi uzvu cesede sunacak. En acınası da, öldüğünü, daha doğrusu ölüyor olduğunu asla anlamayacak. Sizler gibi, ölür ölmez fani hayatına ağıtlar yakıp, yeniden nefes almaya özlem duymayacak. Benimle doğrudan karşılaşacak ve sonsuzluk içinde zamansızlığı tadacak…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |