Her gün yeniden doğmalı. -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
İşte orada duruyordu. Zaferle, tozlanmış suratını elinin tersiyle sildi ve kuvvetli bir nefes verdi. Çantasını yere bıraktı ve pelerinini omuzlarından sıyırdı. Mutluydu. Altı... Hayır, yedi aylık yolculuğu sonunda, onu toprağın üstünde bekler gibi duran harabeye ulaşmıştı. Şimdi yapması gereken harabeyi didik didik etmek, o kadim defteri bulmaktı. Ve bunu başaracağına emin olarak gözlüyordu harabeyi. “Yüceler adına! Ne kadar büyük!” diye mırıldandı önünde uzanan yıkıntı halindeki şehre bakarken. Ama sesini rüzgârdan başka işiten yoktu. Tamamen olasılıklarla buraya kadar gelebildiğine inanamıyordu. Elindeki belirsiz yönlendirmeleri çözmesi aylarını almıştı; eski çağlardan kalma ve şimdilerde deli olarak adlandırılan bir efsuncunun, çevirinin çevirisinin çevirisi bir kitabı ve ipe sapa gelmez sayısız söylenti, korku hikâyeleri ve türevleri... Haritaları incelemiş, farazi bir koordinat ortaya çıkarmıştı. Faraziydi, çünkü kimse bundan emin olamıyordu. Emin olmak için kesin bilgiler gerekirdi ama Nu’karh bir söylencenin fazlası gibi görünmüyordu. Gerçek olduğuna inanabilmek için ne yapmaları gerektiğini ürpererek hatırlıyordu; az kalsın tam bir felaket meydana gelecekti. Porald’ da kimse, yapabilecek başka bir şey kalmayıncaya kadar onun söylediklerine yüz vermemiş, dinleme gereği duymamıştı… Eline bir tutam sarı toz dökerken bunu hatırladı... “ Sen...” diyordu tehdit edercesine Eldali; Kral, “ sen umutlarımızın korlarını kurcalıyorsun. Eğer bizi boş yere ümitlendirmiş olduğunu düşünürsen buraya hiç dönme; o çorak topraklarda ölene kadar yaşa. Zira batıya ümitsiz bir haber yayarsan, üzerimize en acı felaket bile çökse... Seni bulurum.”... O’delh ‘hıh’ dedi hor görerek, “ işte şimdi ümidi gönderiyorum...” Avucuna döktüğü tozlara doğru fısıldayarak konuştu ve sarı bir ışık elini sardı. Işığın içinden bir hava kabarcığına benzer, yuvarlak ama kıvranıp duran sarı bir küre çıktı. Küre rüzgâra kapılmadan, temkinle iki avucu arasına aldı ve üzerine mesajı fısıldadı; Eldali’ ye ulaşacak güzel mesajı. Bunu yolculuğu boyunca belirli aralıklarla yapmıştı. Öncekileri Fenoli’ ye gönderiyordu; eşine. İyi olduğunu haber veriyordu. Kralda yolculuğun sürdüğünü biliyordu bu sayede. Fenoli, Kralın kızıydı. Ve küreyi salıverdi. O yolunu bulacaktı. Terkedilmiş toprakların üzerinden süzülerek, doğu ülkelerini ardında bırakacaktı. Uçsuz bucaksız Çorak Toprakları inat edip geçecek, Porald’a hayırlı haberi bildirecekti: ‘ Nu’karh’ı buldum.’ Yükselen sarı nesnenin havada süzülüşünü seyredip, elleri belinde, yeniden muzaffer bir komutan edasıyla harabeye baktı. Doğrusu deli efsuncunun defterini bulmak zor olacaktı. Lakin vazgeçmek için artık hem çok geçti, hem de azminin ateşi buna izin vermezdi. Harabeye doğru ilk adımını attı. Aşağıya hafif bir eğimle alçalan tepenin üzerindeki yol, bir iki adım sonra aniden bitti. Hala etrafına bakınmakla meşgul O’delh boş bulundu ve tökezledi. Bu verimsiz topraklarda, harabeye ulaşan bir yol yoktu ya da zamanla beraber derinlere gömülmüştü. Binlerce yıl boyunca misafir ağırlamaktan yoksun kalmış arazi, vurdumduymaz bir rüzgâra ev sahipliği yapıyordu sadece. Etrafta, sayısız fersah boyunca en ufak bir canlı belirtisi yoktu. Toprak toza dönüşmüş savruluyordu. Kuru araziye yapışıp kalmış kara gövdeli, içi boşalmış eğri büğrü ağaçlar ve onların kömürleşmiş ince dallarına çarpan toz bulutları harabeyi sarmalamış bölgeye ölgün bir hava veriyordu. Konakladığı yerlerde de öyle demişlerdi: ‘orada bir ağaç bile yoktur.’ Ona söylenenleri hatırlayıp başıyla onayladı. Her şey büyük bir yıkıma uğramış izlenimi içindeydi. O’delh’ te buna güveniyordu; burada akıl almaz bir dehşet yaşanmış olmalıydı. Buraya gelene değin –Çorak Topraklar üzerindeki yolda yaşayan şüpheci ve az konuşan insanların yerleşimlerini saymazsa- uğradığı kırka yakın irili ufaklı şehir ya da köyde ona anlatılanlar gerçek tarihten ziyade, kocakarı masallarına benziyordu. Dinlediklerine bakılırsa, asırlardır kimseler buralara yaklaşmamıştı bile. Doğu halkı terkedilmiş sekiz kentten bahsettiler sürekli. Zamandan Azade Kumandan’ın barbarlardan geri aldığı ve ölümsüz lanetini üzerlerine serptiği sekiz kent beyliği. Oraya kimseyi yaklaştırmadığını, yaklaşanı kendi ölü ordusuna kattığını anlattılar O’delh’e. Bazen ordusuyla Nu’karh’tan çıktığını ve batı kıyılarından uzak kıtalara, barbarların eski ülkelerine saldırdığını tembih edercesine söylediler. Lanetten korkuyorlardı. Uğursuzluğun toprağı sahiplendiğinden bahsetmişlerdi. İlerledikçe, solgun harabenin ne denli geniş olduğunu daha iyi kavradı. O bir adım yaklaşıyorsa, yıkıntı büyük açıklıklarla sağa sola yayılıyor, mislice gökyüzüne uzanıyordu. ‘ Şehrin surları’ diye mırıldandı uzun ve yüksek, ama çoğunlukla kırık ve yarık olan sarı duvarların önünde. Yoğun bir damar ağı gibi yayılmış sayısız çatlak vardı taşın yüzeyinde. Haşmetli zamanları olduğunu idrak ettirecek kadar çok moloz yığını peydahlamış sur duvarlarından geriye, en fazla dört adam boyu sağlam yükselti kalmıştı; yarısı yıkılmış gözetleme boşlukları, acayip bir eğimle öne yatmış ve üst kısımları kemirilmiş gibi duran sur kuleleri, eksilmiş mazgallar ve paslanmış, eskinin nişanlarını taşımış bayrak direkleri… Surlar sivri ya da çürük dişleri andırarak yükselip alçalıyordu. Moloz yığınları duvarların dibinde toplanmıştı. Surların tepesinden O’delh’ in ayaklarına doğru alçalarak, surlara dayanmış taştan bir tepe gibi uzanıyordu. Koca koca taşlarda vardı aralarında, un ufak olduğu belli kayalarda. Asırlar, yıkımdan geriye kalanları kemiriyordu. O’delh sağına soluna baktı, sur duvarları üzerinde giriş mahiyetinde bir yarık yoktu. Yıkıntının büyüklüğü aramamak istemesine neden oldu. Sabah güneşi yükselirken, moloz yığınlarının üzerine tırmandı; surların sağlam kısmına çıkıp içeriye baktı. Nutku tutulmuştu... Her şey griydi... Her şey gri olabilir miydi? Yükselen güneşin oyunuydu belki. Elini gözlerine siper etti, ama hayır. Gri, gri, gri... Mahvolmuş şehrin büyüklüğü hayret uyandırıcıydı. Gözün görme sınırı boyunca –ki şehir hepsini kapsayacak denli büyüktü- dört yana uzanan metruk taş yığınlarını ürpermeden seyretmek olanaksızdı. Hepsi, eskinin saygı ve korku veren bu yerleşiminde en gaddar katliamlarını tamamlayıp, kurbanlarından geriye kalanların üzerine tünemiş çarpık şekilli iblisleri andırıyorlardı. Ve irili ufaklı sayısız taş birikintilerinin hepsi, puslu bir tarlanın üzerinde yükseliyordu. Üzerini kaplamış sisten dolayı kendisi görünmeyen bir denizin, içinden fırlamış taştan gri adalara benziyorlardı. Sayıları kesinlikle bini aşıyordu ve form fakiriydiler. Yamru yumru, eğri büğrü, ince uzun ya da kırılıp bükülen kütlelerdi. Aralarında fazla mesafe yoktu ve eğer sağlam kalmış yapıların sisten başını uzatan kısımları vardıysa bile, O’delh’ in baktığı yerden onları görmek veya seçebilmek imkânsızdı. Zaten her şey birbirine benziyordu: Soğuk, ruhsuz ve gri... O’delh içeriye doğru alçalan moloz yığınlarından seke zıplaya aşağıya indi. Kaya kütleleri arasında alçaldıkça yeni doğan güneşin ışıkları silikleşti, toz zerreleri kadar inceldi ve aniden yerini soğuk ve mat bir ışığın yayılmışlığına bıraktı. Şehre inince birden sisler arasında kaldı. Nefes alırken zorlanmaya başladığını hissetti. O anda tüm benliği bir boşluğa düştü. Sisler içinde kalmıştı; soğuktu! İki adım ötesini bile zor görüyordu. Surlardan şehrin yıkıntılarını seyrederken içine üşüşen genişlik hissiyatı artık yerini sisten duvarları olan dar bir odada bulunma sıkıntısına bırakmıştı. Çevresine bakındı. Daha iyi görmek için bir dizinin üzerine çöktü ve yeri inceledi. Anlayabildiği kadarıyla, sura paralel ilerleyen genişçe bir yolun üstündeydi. Her yana saçılmış kayaların arasında, hala bütünlüğünü koruyan yol döşemesini seçebiliyordu. Birkaç adım yola dik bir güzergâh izledi. Yolun ilerisinde ve gerisinde, şehrin görünmeyen bölgelerine uzanan başka yollar filizleniyordu. Sağına dönüp bunlardan birine yaklaştı; pusun arasından dahi şehrin mahvı ve sonrasında surların içine nüfuz etmiş sessiz cansızlık anlaşılabiliyordu. İnsanın burada derin ve acı bir yalnızlık duygusuna kapılmaması olanaksızdı. Çevresinde yoğunlaşan sis, kafasını hafif çekingen ama çokça meraklı bir tutumla sınamaya başlamıştı. O’delh şehre girdiği ilk andan itibaren, yapması gereken aramaya özen göstermekte zorlanıyordu. Üstünde yürüdüğü caddeye bağlanan herhangi bir yola yöneldi. Bazen üst üste yığılmış molozların üstünden geçmesi, bazen de zig zaglar çizmesi gerekti. Ara sıra sağında ve solunda, sağlam bir yapıya benzer, çoğunlukla daire formlu binalar yükseliyordu; ama sisler onları da yutunca, tamamıyla sağlam mı anlamak tahminlere kalıyordu. Uzun saatler boyunca, sislerin sistematik bir artışla musallat olduğu aklının kasvete tutulmasını umursamadan, fena bir mide kasılmasıyla dolaştı. İşi amaçsız bir gezintiye dönüşüyordu. Bir labirentin içinde körebe oynuyor gibiydi. Ne herhangi bir yer tanıdık geliyordu, ne de işaret olabilecek bir şey bulabiliyordu. Sisler giderek yoğunlaşarak ve acayip bir kuşkuyu aklına sokarak, ilk ciddi saldırılarını gerçekleştirdiler: acaba şehirden çıkabilecek miydi? Telaşlanmaya başlamıştı. Soğuk terler dökerken, yeniden yere eğilip daha dikkatli bakmasına sebep olan küçük kalıntılar çıkıyordu önüne. İlk seferinde özenle işlenmiş mermer parçaları olduğunu düşünmüştü, ama eline alıp burnunun dibine kadar yaklaştırdığında, inleyerek elindeki şeyi yere attı ve beklenmedik korkunun şaşkınlığıyla nefeslerini düzene sokmakta zorlandı. Daha önce bir insanın kaval kemiğini tutmamıştı. Ne yapacağını bilemedi, etrafına bakındı. Daha fazla kemik yığınları ve sanki öldüğü gibi kalmış iskeletler gördü. Sisler aklındaki kötü imgeleri körüklüyordu:…Sokakları öyle bir lanet vurmuştu ki, herkesi umulmadık anında yakalamış, saniyeler içinde yere sermiş ve oldukları gibi bırakmıştı. Şimdi de üzerlerine çöreklenmiş, belirsiz bir dehşeti bekliyorlardı… Sisler nihayet daha pervasız davranmaya başladılar, ruhunu çökertmek için ardı ardına hücumlar gerçekleştiriyorlardı. Her yerdeydiler, her şeyin içindeydiler. O’delh’in damarlarına sızıp, kalbine akıyorlardı. Beynine perdeler indirip, dirayeti öldürüyorlardı. Böylece O’delh sadece korkudan dolayı amansızca ve amaçsızca koşmaya başladı. Nereye gittiğini görmeden, taşlara takıla takıla koşuyordu. Bir zamanlar sokak olduklarını ağlarken anladığı aralıklardan, yüksek ve alçak binaların kalıntısı oldukları belli kaya birikintilerinin arasından; yarısı hala havada duran ya da şans eseri yıkılmamış kemerlerin altından, eski pırıltılı ve su şakımalarıyla dolu günlerini özlemle anan virane havuzların içinden ve nereden düştüklerini asla tahmin edemediği yekpare kubbelerin yanından geçti - belki de toprağın yuttuğu azametli bir yapının yüzeyde kalan tek kısmıydı. Bir yerinden çökmüş köprülerin üzerinden atladı, yokuşlar tırmandı, bayırlar indi; ayakta kalmış serin gri duvarlara çarptı, burnu yola çarptığında kanını kaldırım taşlarının üzerine akıttı. Çılgına dönmüştü. Kafasında ölüler, lanet ve cinnetin resimleri canlanıyordu. Bu sis onu esir almıştı, dahası boğuluyordu. En sonunda, şehrin neresinde olduğunu tahmin edemeden yere çöktü. Kesif sessizliğin içinde yalnızca kendi şiddetli nefesini duyuyordu. Damağı kurumuştu, dili şişip yutkunmasını engelliyordu. Kafasını kaldırıp yukarıya baktı. Mat ve müphem bir aydınlık pusun üstünde asılı duruyordu; gün henüz bitmemişti. Nefeslerini düzeltmeye başladı... O’delh, beklenmedik anda bir kıvılcım gibi kalbine düşen kıpırtıyı sahiplendi. Benliğinde sakin kalabilmiş dalgasız bir yer, ona ismini hatırlattı. Genç ama kudrete yakın bir büyü ustasıydı. Sıkı bir şekilde kendini azarladı. Bunu nasıl görmezden gelmişti? Aslında bu çileyi hiç çekmeyebilirdi. İşkence dolu vakitleri kabul edecek denli delice koşturmuştu. Sakin olup kafasını toplasa her şeyi yoluna sokabileceğini fark etti. Şimdi nefesleri durgundu ve ümitlenmişti. İlk olarak, her yeri kaplamış olan bu sisten kurtulmalıydı. Ama tüm şehrin görüntüsünü görünebilir kılmak cesaret isterdi. Omzunu silkti ve sağ koluyla bir daire çizip mırıldandı... Bu daha iyiydi. Etrafında üç adımlık bir algılanabilirlik yaratınca, oturduğu yerden bir kapı gördü; sırtını verdiği duvarın içine açılmış, az ötesinde kara bir ağız gibi bekleyen bir kapı. Üst kısmı pusun içinde kaybolmuştu ama bu haliyle dahi gerekli açıklık ve yüksekliği sağlıyordu. Kapıdan içeriye girdi. Karanlıktı ve çevresinde yarattığı açıklığa vahşi sisler saldırıyordu. Nemli nefesler çekmeye başladı; hava damla damlaydı. Kapının yanından duvarlara yakın yürümeye başladı. Nedense geniş bir mekânda olduğunu düşünüyordu. Yüksek bir tavanı ve birbirinden oldukça uzak duvarları olmalıydı. İnsana kendisini önemsiz ve basit hissettiren salonlar aklına geldi. Pus sadece hayal etmesine ve dokunduğu kadarını anlamasına izin veriyordu. İçeriye sızmayı başaran donuk ışıkta görebildiği kadarıyla somurtkan duvarlar, büyük köşeli taşlarla inşa edilmişti. Üzerinde herhangi bir kabartma ya da duvar süsü yoktu. Eliyle duvarı izledikçe, duvarın köşe yapmadığını fark etti; bu da daire formlu bir yapı olmalıydı. Parmaklarının ucuyla dokundukça, ıslanan parmaklarını yukarı aşağı oynattı. Acaba ne kadar yüksek bir binaydı? Kafasını kaldırıp pusların üstünde ne olabileceğini tahmin etmeye çalıştı. Hayali ışıklar görünüyordu ve süzülen puslar. Ayağı takılınca yere düştü. Bir merdivenin ilk basamağı ona çelme takmıştı. Yanında yürüdüğü duvara bir kenarlarını vermiş pek çok basamak döne döne yukarıya çıktı. Uzun bir süre temkinli adımlarla, her basamağı kontrol ede ede tırmandı. Tam yirmi iki kat saydı; merdiven her yeni kata ulaştığında, bir tarafı boşluk olan ve kemerler ve ince sütunlarca bölünerek giriş salonuna bakan koridorları seyretti. Yalın işçilikleri olsa da, sağlamdılar. Her şey taştan yapılmıştı, kapılar bile. O’delh bu viranede taş ocakları olup olmadığını merak ederek koridorları geçip, basamakları aştı. Dönerek yükselen merdivenin sağında, boşluğa bakan tarafında korkuluk yoktu ve O’delh ara sıra aşağıya baktığında içi gıdıklanıyordu. Kötü bir duyguydu, yükseğin tek iyi yanı sisten kurtulmuş olmaktı. Merdiven, yüzeyi sıkı sıkıya tutmuş sislerin üzerine çıkınca yukarıya baktı; açık seçik görülene göre ve O’delh’ in tahmin ettiği gibi, daire formlu bir yapıydı. Her katın galeriye bakan yanı kemerli sütunlar ve korkuluklarla kapatılmıştı. Kendi tırmandığı merdivenin tam karşısında, dairenin karşı ucunda başka bir merdiven vardı. O’delh merdivenden çıkıyor, koridoru geçiyor, diğer merdivenden bir üst kata ulaşıyordu. Zahmetli ama etkileyici diye düşündü genç efsuncu: Diğer merdivene doğru yürürken kemerlerin arasından, karşı duvardaki uzun ince pencerelerden sızan ışıkların yere düşüşünü seyredebiliyordu; batı güneşi suratına vurmuştu bir an. Öbür merdivenden çıkınca da, karşıdaki kata ulaşıyordu; katlar karşılıklıydı. Porald’da böyle bir binanın nasılda süslenebileceğini hayal etti. Altın sarısı şeritler, kemer ortalarında kartal kelleleri, kemerleri tutan sütun başlarında asık suratlı kahraman figürleri, şahane oymalar ve duvar boyunca ilerleyen kabartmalar. Işığın evine döndürülebilirdi. Boydan boya camlı pencereler; ışığı hem yansıtan hem de yüzeye durgun bir hava veren cilalı siyah mermer döşemeler. Uyumla boyanan duvarlar, enfes resimler ve belki de – şu anda sislerin içinde bekleyen- giriş boşluğuna sade bir havuz ve melek heykelleri. Sisten kurtulmuş olmak O’delh’e iyi gelmişti. Özlemini duyduğu ve kurtarmak için buralara kadar geldiği Porald’ı düşler buldu kendini. O bunları düşünerek hayaller arasında dikilen heybetli bir bina inşa ederken, aniden kuvvetli esintiler suratına çarptı. Ve gökyüzünün maviliğini başının üstünde buldu. Çatısı olmayan bir kata ulaşmıştı; çok büyük, daire şekilli bir kat. Rüzgâr sarsıcı bir kükremeyle dolanıyordu. En başta, yeterince yüksek görünen bu katın son kat olabileceğini kabul etti. Çevresine bakınınca, çıktığı merdivenin karşı tarafında bir iki harabe basamak olduğunu gördü. Eskiden üstteki kata ulaşan bu merdiven, artık iki basamaktan ibaret bir taş yığınına dönüşmüştü; her şey paramparçaydı. Etrafı taşa dumana bulanmıştı. Görmeye alıştığını dehşete düşerek fark ettiği kemik yığınları ve iskelet kalıntılarını imledi. Duvarlar kırık kırık kalmıştı. Bu biçare yıkıntıda içinin sıkılmaması mümkün değildi. Yapması gerekene odaklandı ve yıkıntı halindeki duvarlara yöneldi. “Yüceler adına! Çok yüksek!” O’delh rüzgâra karşı inledi; tüm şehri görebiliyordu. Üzerinde dikildiği binadan daha yüksek binalar olduğuna şahitlik etti. En az onlar kadar haşmetli moloz yığınları ve pusun tam üst sınırından görülen kubbeler gördü. Çevrelerinde sisler yüzüyordu. Nerede olduğunu anlayabilmek için güneşe baktı. Şehrin ortalarında, biraz kuzeye yönelmişti. Doğu göğü alaca bir rengin duvarı olmuş, gök kubbeye doğru sürünüyordu. Batıda ise, ona karşılık veremeyecek kadar şeffaflaşmış kızıl kıpırtılar asılıydı; sonlarını bile bile bekliyorlardı. O’delh öyle bir yerden bakıyordu ve şehir o kadar genişti ki, şehri çevreleyen kurak toprakları göremiyordu. Her daim uğuldayan ve kuzguni uzun saçlarını savuran esintilerin içinde aval aval bu manzarayı seyretti. Aniden aklında aradığı şeyin imgeleri çaktı. Ve mahvoluşun şehrinde bakışlarını gezdirdi, “sarayın mahzenlerinde mahkûm etmiş olmalılar...” diyerek mantık yürüttü, “ o zaman bir saray bulmalıyım. Sarayda, en görkemli yıkıntı olmalı.” Şehri terk eden gün ışığının son demlerini kullanarak harabeleri sınıflandırdı. Sonunda, sisin üzerinde duran minik kubbe öbeklerinin aralarından yükselen dört yarım kubbenin üstünde, akşamüstü ışığını yansıtan devasa gri bir kubbe gördü. Arka planında, küçüklü büyüklü kuleler, kuleler arasındaysa kemerler silik bir iz gibi beliriveriyordu. Onların ardında, uzayıp giden hayalvari taş yığınları, yüksek binaların kalıntıları ve her şeyi yutan sis, bu kadim manzarayı dolduruyordu. Harabeler şehri Nu’karh’taki tek kayda değer ve en çok ayakta kalmışa benzer yapı grubu karşısında duruyordu. “Saray...” dedi umutla. Geriye hızla dönerek, akşamın ilk karaltıları molozların dokularına sızarken merdivenlere yöneldi. Aklına bir şey takılınca katlardan birinde dondu kaldı. Sislerin arasına dalınca orayı bulmasına imkân yoktu. Güney doğuda olduğunu çözmüş olsa da, sislerin uyuşturmakta usta oldukları yön duygusunu kullanamayacağını biliyordu. Pusların arasına yeniden dalmadan evvel, iyice hazırlanmalı ve dahi üstünlüğü belki de eline almalıydı. Metruk dumanlarla bir düşmanmış gibi savaşmalıydı. Bekledi. Yetenekleri doğrultusunda hangi efsunu kullanabileceğini düşündü. Binanın içi iyiden iyiye kararmıştı; soğuk bir loşluk gölgeler eşliğinde vakarla yayılıyordu. O sırada, gölgesini yitirmekte olan uzun ince bir kemik parçası gördü. Eğilip kemiği aldı ve yeniden göğe açılan kata çıktı. Kemikleri amacına ulaşmak için kullanmanın sarsıntısı gelip geçti içinden. Onları alelade bir taş taşırcasına rahatlıkla tutuyordu. ‘eğer gerekirse insan, yılanla aynı deliğe girer…’ Açıklığa çıktığında sarayı gördüğü tarafa seğirtip, elinde tuttuğu kemik parçasının sivri tarafını saraya çevirdi. “ Kal!” diye bağırdı. Aynı anda elini kemiğin altından çekti. Şimdi kemik, sivri tarafı sisler sarayını işaret ederken havada asılı duruyordu. O’delh aceleyle bir şeyler mırıldandı. Zor bir dilin içinden çıkan sert sözcüklerdi bunlar. Ne Tanrıların kutsal lisanıydı, ne de büyücülerin mistik güçlerini somut kılan engin bir kelimeler bütünü. Bu O’delh’in lisanıydı. Büyü yeteneğini kavrayan her kişi, benliğindeki öz lisanı ortaya çıkarırdı. Her efsuncunun lisanı farklıydı, bu yüzden uygulamalar hep farklı olurdu. Öz lisanı bulmak, doğa güçlerini anlamak demekti; çünkü herkesin lisanını doğa yaratırdı. Tanrılar doğayı, insandan sorumlu kılmıştı. Ardından O’delh, havada bekleyen kemiği aldı ve bir deneme yapmak için, molozlarla dolu boşlukta mutat bir yere gidip durdu ve ‘kal!’ diye bağırdı yeniden kemiği havaya bırakırken. Evet, kemiğin sivri ucu ağır ağır saraya dönüyordu. Şehrin uğursuz havasını solumaktan bezginliğe teslim olan ruhu böylece dirildi ve yeniden işe koyulmanın şevkini damarlarına zerk etti. Adeta hoplaya zıplaya, elinde ince uzun kemik parçasıyla aşağıya, sislerin arasına doğru indi. Yeniden etrafını dumandan arıtan büyüyü yaptı. Ama sislerin topunu önemsiz kılan yeni bir sorun vardı: karanlık. Önünü kaplayan dumanları dahi göremiyordu. Heyecanla sık ve rutubetli havayı çekti ciğerlerine. Üç büyü uygulamasını –üç önemsiz büyü uygulamasını- idare etmek zor olacaktı; ama yürüdüğü yeri görmek zorundaydı. Görmeyen gözlerle belindeki sicime asılı keseden bir tutam toz aldı ve öz lisansıyla toza konuşup üfledi... Olmadı. Bir kıvılcımın çakıp sönmesine benzer bir ışıltı yayılıp kayboldu. Kendinden utandığı halde, tüm duygularının yoğunlaşmasına engel olamadığını bildiğinden, yeni bir büyüyü kaldıramayacağından emindi. Duyularına hâkim olamaması da ayrı bir can sıkıcı durumdu. Yükselen morali inanılmaz bir hızla yerin dibine yaklaşmakta bir sorun görmüyordu. O’delh üstünlüğü sislere kaptırmaktan çekinerek serinkanlı bir karar aldı: Bekleyecekti. Sabahın kuşkulu aydınlığında devam edecekti. Giriş salonundaki merdivenin kıyısına büzüştü ve sırtını duvara verip oturdu. İlk başta anlamsız bulsa da, gözlerini kapadı. Zira göz kapaklarının perdelediği karanlıktan çok daha aydınlık hayalleri vardı. Her şeyin tepesinde ve düşüncesine dolan her şeyin içinde Fenoli vardı. Ona mutlu olması için ilham ve şevk veriyordu. Karanlıkla dağlanmış zihnini aydınlatıyor, aylardır körelen ruhunu tazeliyordu. Yedi aydır her akşam yaptığı gibi, Fenoli’nin yüzünü ve sesini düşleyerek, belirsiz bir eşiğe sahip rüyalar bahçesine girdiğini fark etmeden uyuyakaldı. ----------------------------------------------------------------- Etrafına meraklı canlılar gibi toplanmış sisleri dağıtarak uzandığı yerden fırladı ve sisler hiç utanmadan, yeniden tüm ağırlıklarıyla tenine dokunmak için bir araya geldi. Yüzündeki boncuk boncuk ıslaklık, sisin nemimden değildi; ter gibi sıcaktı ve tuzluydu. Tatlı rayihalı düşlerine bir karabasan dadanmıştı. En başında, berrak düş göğünün altında baş başa dolaşan O’delh ve Fenoli vardı. Sükûnet ve huzur esintileri baygın mutluluk şarkıları söylüyorlardı. Bu lanetli harabeden çok uzaklarda, kutsanmış bahçeler içerisindeydiler. Derken kara deliği gördüler, her şeyi içine çekip, boşluğu ve O’delh’i tek başına bıraktı. Fenoli’ de gitmişti. Korku düşen kalbi zayıfladı ve ürpererek ağlamaya başladı. İşkence çekmeye benzer bir ağlama, haykırış ve isyan; ruhu çürüyordu. Rüya olduğunu unutup yitmeyi kabullenirken nefes nefese uyandı. Sakinleşince sisle karşılaştı, sabah olmuştu demek. Kahrolası mezbelelikten bir an önce ayrılmak için can atmaya başlamıştı. Sıkıntı ve huzursuzluk benliğine egemen olmaya adaydı. Avucunda sıkı sıkıya tuttuğu kemiği, aynı ritüelle havaya bırakıp, önünde ilerlemesi için uyardı. Yalnızca bir gündür lanetlenmiş Nu’karh’ın havasını içine çekse de, eğer biri karşısına çıkıp, yıllardır bu taş labirentinde kısıla kalmış olduğunu söyleseydi şaşırmazdı. Gençlik enerjisine ve yirmili yaşlarının tez canlılığına kalın karlar yağmıştı. Kral evliliklerine izin vermediğinde, Fenoli ile kuzeyin aman vermez ikliminde kralın askerlerinden saklanırken ve delirtici soğukla sinir bozucu açlık ve çaresizlik karşısında dikilirken bile bu denli yıpranmamış, koşullar onu bu derece sarsmamıştı. Adımlarını zorlukla atarken, önünde yaylanan taşın sivri ucunu seyre dalmış gözlerinde anlamsız bir yanma ve acı hissi vardı. Nereye gittiği hakkında en ufak bir fikri dahi yoktu. Gözleri yalnızca, ayağının altındaki yolun muntazam izlerini ve hatasız taş döşemeyi seçebiliyordu. Puslar sinsice onu ele geçirmiş, aklını uyuşturmuş, ona görünmeden ruhuna yapışıyorlardı. Yanıldığını sandığı bazı zamanlarda, sağında ve solunda –yaklaşık yirmi ayaklık mesafeler olarak algılıyordu- sislerin gerisinde, yıkıntılar arasında bekleyen, ama yine de iri ve yüksek olan binalar görüyordu. Ara sıra, bulanık görünen kemerler üzerinden akıyordu. Bir ara, gri binaların arasından akan sis nehrinde akıntıya kapılmış gibi hissetti. Dumanlarla bir olmuş, incelikleri ve hafifliklerini benimsemiş gidiyordu. Belki de onlar gibi sarmallar çizip, eğilip kırılarak ve incelip uzayarak aralarında dolaştığını hayal ediyor, hayalden de beter gerçek gibi kanıksıyordu. Bilmediği ve müphem olan yolları takip ederek, taşın gösterdiği yeri bulmak ne de usandırıcıydı! Taşın ucu bazen tamamıyla O’delh’in karnını işaret edince geriye dönüyor, taşın yöneldiği tarafa en olası yaklaşan sokaklardan birine saparak, sabrına dört elle sarılıyordu. Devasa şehrin tüm kayalarını eliyle un ufak edecek denli öfkelenmeye başlamıştı. Panikle beraber bu öfke daha da fena harlanıyordu: ya yanlış iz üzerindeyse? Bildiği ve inandığı her şey yalan olmaya yüz tutuyordu. İçinde büyük bir savaş başladı; kendi iblisine karşı mücadele veriyordu. Fakat hangi taraf iblisti, bu kesinlikle muğlâktı: burası Nu’karh’mı değil mi? Benliğinde ateşlenen kızıl cepheler içinde umarsız saldırılar devam ederken, O’delh şuursuzca taşın arkasından bir yokuşu tırmandı. Taşın nereyi gösterdiğine bakmıyordu bile. O ilerledikçe taşta ilerliyordu ve çoktan O’delh’in yanlış yol üzerinde olduğunu belirtiyordu. Efsuncu sadece yürümek için adımlıyordu yokuşu; nereye gittiğini unutmuş gibiydi. Geçmişe dönüyor, buraya neden geldiğine dair hatırladığı anıları bir araya topluyordu... …Kaholi Orduları boşlukta süzülüyor; akın akın Messa Masana göğüne yaklaşıyordu. Batının tek gücü asırlardır Messa Masana’ydı; buradaki –doğudaki- parça parça ülkeler gibi ayrık yaşamıyorlardı. Ama Kaholi Orduları batıya iniyordu. Çünkü… çünküsü yoktu. Yabancı bir kadın, kralın huzurunda konuşmuş, peşinden gökyüzü mora boyanmış, ardından kadın sonlarının geldiğinin söyleyip bayılmıştı. Mor ayların kudretli orduları, telkinlerden kurtulmuş, semada inleyen rüzgârlarıyla geliyordu. Çok büyük bir ordu lazımdı; çok kudretli bir ordu. Kral derhal hâkimiyetleri altındaki on altı ülkenin ordularını Porald’a çağırmıştı. Gelmekten başka çareleri de yoktu üstelik. Zira tanrılar tüm batıyı yutmaya hazırlanıyorlardı. Peki, bu yeterli olacak mıydı? Tanrıların ordularından bahsedilirken, dünyanın bütün kılıçları bir araya toplansa kar eder miydi? Bu noktada O’delh, aynı ismini hatırladığında duyduğu kudret misali başka birini anımsadı. Deli efsuncu –batıdan doğuya gidip, doğudan batıya büyü yoluyla dönmeyi başarmış ikinci efsuncu, binlerce yıl evvel elinde bir gizemle Porald’a dönmüştü. Ölü bir kumandandan, onun ölülerden kurulu ordusundan ve görkemli bir kuvveti olan bir tılsımdan bahsetmişti. Ama kimse onu dinlemeyip diri diri yakıldığında, sırrı da yaşamıyla beraber kaybolmuştu. Yine de azimle aklına koyduğunu uygulamaya geçiren O’delh, loncasının da desteğiyle kurtuluşa ulaşılacak yolda ilerlemiş, deliliğe çok yaklaştığı zamanların dışında ümidini asla yitirmeden buraya kadar gelmişti. O defteri bulacağına olan inancını asla yitirmeyecek oranda gözü pek ve azimliydi… …Genç efsuncu yeniden deliliğe yaklaştığını görüyordu. Kafasını ağrıtan ve midesini kasıp duran içsel kavgası onu ter içerisinde bırakmıştı. Kafasını sinirle sallamaya başladı. Ve aniden, dik ve geniş merdivenlere doğru boş bir adım attığında, kesinlikle başaracağını haykırıyordu içinden. Öyle bir dengesi bozuldu ki, kendini yeniden toparlayamadan yuvarlanmaya başladı. Çığlıkları sayısız kez, uğursuz şehir tarafından yutuldu ve sayısız basamaktan yuvarlandı. Kendini durdurmayı başardığında, tüm uzuvlarında engellenemez bir zonklama başladı. Her yeri sızlıyordu. Durduğu uzun basamağın üzerinde bir süre yattı kaldı. Ağlıyordu. Gözyaşları canı yandığı için değildi. Bu muhteşem düşüş, sanki yenilgisinin nişanı olmuştu. Büyüsü hala aktifti, takipçisi olduğu kemik tepesinde asılı duruyordu. Barbar sislerin anlayışsız ve eklemsiz kolları, efsuncunun görünürlük küresinin etrafında süzülüyorlardı. Basamağa oturdu ve ilk önce sislerin perde çektiği göğe baktı; güneşin ancak bir nebze görünen aydınlığı silikleşmeye başlamıştı bile. Işık, onu terk eden umudu misali kayboluyordu. Yeni gözyaşlarına yol açmak için, koluyla gözlerini sildi. Sakinleşmek ile kendini bırakmak arasında bir karar vermesi gerekiyordu. Zor bir seçimdi. İki durumda da hiç karı olmadığını biliyordu; ya da O’delh öyle sanıyordu. Eğer, kaçıp gitmek için yalvaran aklını serbest bırakırsa, son nefesin yakıcılığını hissedene dek, deliler misali bağıra çağıra sislerle dans edecek, sokakları amaçsızca arşınlayacaktı. Bunun sonunda ise, puslar arasında sararacak kemiklerini hayal etti; tek iyi yanı bilinçsiz olmak olacaktı. Artık yabancılık çekmediği kemikten yığınlara katılmak aklındaki kadar fırtınalı olamazdı. O’delh, yargı yürütemeyen benliğiyle, ölüme bile eğlenceli bir şaşkınlıkla yaklaşacaktı. Aklı solmaya başlıyordu... Ya sakinleşirse? Aklı ileride bir yerde beklemeye koyuldu. Bu vicdan muhasebesi ardından kaçmayı umuyordu. Sakinleşirse, böylesi daha çok ıstırap ve sebat demekti. Çünkü yıprandığını fısıldayan ruhu ve yorulduğunu söyleyen aklına sürekli hâkim olması gerekecekti. Ve bunu, o lanet olasıca defteri bulmak adına sürdürmesinin lazım geldiğini kendine hatırlattıkça, muhtemelen dermansız ayakları bir kat daha ağrıyacaktı. Fakat yaptığı fikir muhasebesinde çok çabuk sonuca ulaştığını düşündü, yine aynı soru kafasında karıncalanma yarattı: ya burası Nu’karh değilse? Sürekli aynı yere döndüğünü gördü. Halsiz beyni ona, aklının uzaklaşmaya devam ettiğini haykırdı. Her nedense, buna izin veremiyordu. Aklına sahip çıkmakla yolunu da seçmiş oldu. Sakince nefesler alacak, kararlı ve tehditkâr bakışlarla çevresini dolduran sislere korkmadığını gösterecekti; kemik parçasını yeniden önüne katacak, hem sarayı, hem de mahzenleri bulacaktı. Lanetli defter onun ellerine geçecek ve yeniden Porald’a dönecekti. İşte buydu ayaklarını sağlamca yere basmasını sağlayan; mezbelelik arasında dirilmesini, özsüzlük diyarında yaşamın sıcaklığını hatırlamasını haykıran... Fenoli... “Fenoli” diye mırıldandı sessizce, şehirden utanır gibi... Kadında gelmek için ısrar etmişti. Yalvarmış, eline ayağına kapanmıştı; ‘her nereye gidiyorsan beraber gidelim. Bilinmezi de, ölümü de birlikte arayalım’ demişti. Farklı düşünmek konusunda eşsiz yaratıklar olan erkek ve kadın, ayrı fedakârlıklar peşindeydiler. O’delh, Fenoli’ nin başına bir kötülük gelmesini istemediğini söylüyordu. Fenoli bunu anlamıyordu ve haklıydı. Anlaşılmaz olan, her şey paylaşılmadıktan sonra, duyguların ne önemi olduğu idi. Hayat gerçekten, bulunmuş ama sonrasında acımadan kaybedilmiş mutluluktan sonra ne kadar içten olurdu. Fenoli O’delh’e ‘Hiç’ demişti. Efsuncu bunu şimdi anlıyor ve ahmaklığına lanet okuyordu. Beraber atlattıkları onca güçlükten sonra, O’delh bencilliğin dik alasını yaptığını şimdi kabul ediyordu; çok geç olsa da... ... Eşine yeniden dönmek için, ruhunda aniden bir yangın büyüdü. Telaşla, zamanın her anını karnına saplanan ağrılarla karşılıyor ve aciliyetin zaruret kabul ettiği heyecanla, aradığı umudun yeniden uyandığını anlıyordu. Dalgasız bir denize dönen aklında, şimdi o kadar çok olasılık ve kurtulma ihtimali akıntılar oluşturuyordu ki, beklenmedik coşkusuyla ayaklandı, yeniden kemik parçasına baktı: sivri uç sağ çaprazını işaret ediyordu. O’delh yeniden yanlış istikametteydi, ama o bunu umursamıyordu şimdi. Umulmadık çocuksu sevinciyle kemiğe doğru ‘hadi!’ dedi. Az önce daralma krizleriyle çürüyen ruhu, artık rakibi olan sisleri daha uzakta ve daha seyrelmiş algılıyordu. Derinlerde bulup çıkardığı umudu hayretle seyretti; kemiğin sivri ucundan uzayıp gidiyordu adeta... O bir devdi ve bu mekruh kent, ayakları altında ezilmeye mahkûmdu. Kendini ne kadar büyük ve kararlı hissettiğine efsuncu bile şaşırmadan edemedi. Ümit etmek böyle bir şey, diye düşündü; bir rüzgâra tutunup fırtınadan kurtulmak... Sisler kentinin asla bilemeyeceği bir köşesinde, uzun basamaklardan birinde ayakta dikilmiş O’delh, artık duygularına bağımlı bir konumdaydı. Mantığına – o disiplin timsali tapınağına- başvurduğunu sandıkça, küflenen umuduna sarıldığını bilemezdi. Saf nefeslerini ardı ardına tüketirken, aslında sislerin dikenli dumanlarının vücuduna yayıldığını ve sersemlerken, kentin yalancıktan önünde eğildiğinin ayırtına varamazdı. Artık genç ve zavallı efsuncu için çok geçti. Kadim zamanlarda Nu’karh’ın felaketini önceden gören ve halkını uyaran büyücü kadar görkemli bir kabiliyeti yoktu; ya da henüz oluşmamıştı. Ve Nu’karh’a girmek beklediği oranda kolay değildi. Zamandan azade kumandanı bulabileceğini sanarak ne denli aptalca davranmış olduğunu hissetmiyordu, çünkü o, istenildiği zaman bulunmazdı. Ancak Zamandan azade Kumandan, kendi dilerse ortaya çıkardı; aynı O’delh’in karşısına aniden çıktığı gibi... Genç efsuncu, geniş bir gülümsemeyle boş boş kemiğe bakıyordu. Sarhoş gibi anlamsız şeyler mırıldanıyor, istemsizce salınıyordu. Zamandan Azade Kumandan belinden kesesini aldığında aklı çoktan erimişti. Şehrin kadim sahibi silik avucuna bir tutam toz serpti ve O’delh’in lisanıyla konuştu. Eğer genç efsuncu, karşısındakinin kendi öz lisanıyla konuştuğunu duysaydı, hayretten donakalırdı; lakin O’delh çoktan ölmüştü. Suratında ebleh bir sırıtışla, bilinmeyen sırların salonlarına gidiyordu. ... Ve sarı bir küre sislerin arasından geçerek, masmavi gökyüzüne yükseldi; gitmesi gereken yere doğru uçmaya başladı. İki hafta sonra, Batının görkemli hükümdarı Eldali’ye gönderilmiş sarı mesaj küresini, sarayın efsuncular loncasının başı itinayla taşıyarak, pırıldayan hanedan salonuna getirdi. Porald sessizce sonunu bekliyordu, ama sarı kürenin varış haberi, yeniden tüm şehri saran bir uğultu silsilesine yol açtı. Eldali’nin yanında Fenoli’de bekliyordu. Bir gün arayla iki mesaj gönderilmişti; umut yeniden icat edildikten bir gün sonra teklemiş miydi? O’delh’ in iyi haberleri bu kadar kısa ömürlü mü olacaktı? Dün başlayan plansız kutlamalar birden bire bitiverdi. Tüm halk ve sarayın içine engellenemez bir çöküntünün ağırlığı tünemişti. Eldali heyecanla küreyi avuçları arasına aldı, mesajın ikinci kez kızına değil de kendisine gönderilmesi ne menem bir gelişmeydi; neredeyse krallık bunca seneden sonra ona fazla gelecekti. Yüzünde bastıramadığı bir endişenin kıvrımları oluştu. Küreye ‘çözül!’ dedi ve suratı endişeden cinnete doğru koyulaştı, gözleri aniden soldu... Kızı dehşet dolu bir çığlık atmış, yankısı tüm salonda cehennemi bir soğukluk oluşturmuştu. Sonra gürültüyle, yanında oturduğu koltuğundan yere düşüp bayılmıştı. Kralında eli seğiriyordu ve küreden tıslayan ses, hala beyninin içinde gidip geliyordu: “ Genç efsuncunuz öldü!”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |