Dengeli bir rejimde yemeğin yeri çok önemli. -Fran Lebowitz |
|
||||||||||
|
Ses, sınıfta kaynayan meraklı ve heyecanlı uğultunun bir perde üzerine ve bir kalem daha kalınına karşılık geldiği için rahatlıkla duyuluyordu. Sesi sadece karnesini hala almamış ve kıvrandıran bir kıskançlıkla, yanlarındaki arkadaşlarının ‘pekiyi’ dolu karnesine kısık bakışlar atan kalbi ağzında çocuklar dinliyordu. Aslında yoklama sırasını bildiklerinden dolayı da kimden sonra kendilerine kaç kişi kaldığını hemencecik hesaplayıveriyorlardı. Mesela İsmail’den sonra gelen çocuğu önlenemez bir coşkunluk sarmalamıştı. Gözler İsmail’i aradı, başlar İsmail’in oturduğu sıraya yöneldi, karneleri ellerinde olanlar İsmail’in notlarını merak etti, mat ve soğuk renklerle sonbahar’ın suretine bürünmüş öğretmen İsmail’in yanına doğru gelmesini bekledi. İsmail en arkanın bir önündeki sırasından kalktı. Sıraların arasındaki boşluktan geçerken sınıftaki uğultu halen vınlayıp duruyordu. İsmail’in siyah önlüğünün etekleri, o koşarak kürsüye yaklaşırken dalgalandı. İsmail öğretmeninin tam önünde durup aceleyle elini öptü. Öğretmeninin elini saçlarında gezdirmesi için bir iki saniye bekledi, gözleri karnesindeki notlardaydı; eve sevinçten uçarak mı gidecekti?.. ilk iki not ‘galiba diyerek göz kırptı ona : ‘Türkçe: Pekiyi – Matematik: Pekiyi…’ -Demir Nehirköylü! İsmail, mutlu gözleri kör edici aydınlıklar saçarak sırasına doğru geri dönüyorken pek çok arkadaşı tarafından durduruldu ve karnesine göz atıldı. “ Matematik pekiyi oğlum!” “Benim de pekiyi. Peki senin Fen bilgisi ne?” “Oda pekiyi. Senin ki..?” “ … Orta…” İsmail sırasına nihayet döndüğünde karnesini özenle üzerine koydu ve üç senedir yan yana oturduğu arkadaşının karşısında gururla dikildi. Arkadaşı ellerini sıranın üzerinde birleştirmiş, sıkıca kenetlediği parmaklarını anlaşılmaz bir inatla seyrediyordu. İsmail gururunu kaybetmeden yanına oturdu ve karnesine bir daha baktı. Gözlerini arkadaşının suratına bir kere daha çevirmek konusunda tereddüt etmişti az önce; ne İsmail arkadaşının suratındaki ifadenin adını ıstırap olarak koyabilecek denli edebi ve duygusal derinliğe sahipti, ne de arkadaşı ona derdini anlatabilecek kadar yaşlıcaydı. -Nebahat Yeşil! İsmail arkadaşının karnesine bir göz atmak isteme isteğini, sabırsız bir çocuk için oldukça uzun sayılabilecek kısa bir zaman bekledi ve hala kenetli parmaklarını süzmekten vazgeçmeyen arkadaşına doğru karneyi kaydırdı: “ Bak oğlum matematik pekiyi gelmiş!” “…” “Hayat bilgisi’ de pekiyi. Müzikçi pekiyi vermiş bana!” “…” -Erdem Yoklan “sıra sana geliyor!” Anlaşılan oydu ki, İsmail arkadaşından daha da çok heyecanlanıyordu. O tozlu sınıfın cıvıl cıvıl duvarları arasında son günün ve aslında ilk günün sevincini, sabırsızlığını ve hayallerini paylaşan yirmi sekiz öğrenciden biri de İsmail’in sıra arkadaşı değildi şüphesiz. Ne yazık ki o, karnenin getireceği saadetten ve vaatlerden kendini uzak tutacak derecede yıkılmış ve umutsuzdu. Bu sene evde karnesine sevinilmesini beklemiyordu.. -Tugay Erter! “Kalksana Tugay, hoca seni çağırıyor..” İsmail’in dürtmesiyle doğruldu Tugay. Kafasını kaldırıp, sınıfın önündeki öğretmene doğru ılık bir bakış attı. ‘karne falan istemiyorum’ der gibiydi. Öğretmen bir daha seslendi: -Tugay Erter! Gel oğlum karneni al. Öğretmenin neden öfkelenmediği son derece açıktı. O, Tugay’ın başına ne geldiğini biliyordu. Başaramasa da, anlamak adına alttan alıyordu. ‘zavallı çocuk’ diye geçirdi içinden… Tugay’ın isteksizliğini sınıf tam bir kayıtsızlıkla bertaraf ediyordu. Zil çalmak üzereydi ve konuşmalar fısıltıdan bağırtılara dönüşmekteydi. Sıradan sırada haykırışların zinciri boşalmış, hoplayıp zıplama dansları kutusundan çıkarılmıştı. Öğretmen, son dakikalarda oluşan hareketliliği görmezden gelme adetini bozmaktan yana değildi. Tugay zil çalmadan, takribi beş dakika önce karnesini eline aldı ve diğer arkadaşlarının karne ve tatil heyecanını bir nebze dahi olsun paylaşmadan yerine oturdu. Karneyi sıranın üzerine koydu. Hemen meraklı çocuk güruhu karneyi incelemeye başladı. Bir parça yaprağın üstüne çullanan karıncalar gibiydiler. “Ne yazmış öğretmen kanaate..?” “Matematik ne gelmiş Tugay?” “Tugay, bedenci bana İyi vermiş. Senin beden ne gelmiş?” Tugay bilmiyordu. Karneye hiç bakmamıştı ki… Karneyle övünmek, evde karnesini ailesine gösterip ‘aferinlerini’ almak yada gönül rahatlığıyla yaz tatiline girmek bir süredir ilgisini çekmiyordu. Zira evinin kapısına her yaklaştığında ayakları terse gider olmuştu. Yuvada huzur yoktu; annesi suskun, babası dertliydi. Ablası… evet, ablası ile ilgili bir düşüncesi yoktu. Onu en son çığlıklar atarak iki emniyet yetkilisinin kolları arasında evden çıkartılır ve annesini feryat figan duvarları yumruklarken görmüştü; ablasını daha fazla düşünmek daha fazla tedirgin olmak, mislice korkmak demekti. Ablasını uzak bir tepede, bulutların altındaki karanlık yerde bekletiyordu. Okul nihayet dağıldı ve Tugay neşeli haykırışların ortasında mahzun bir kırıklıkla kalakaldı. Hep böyle olurdu zaten. Bütün okullar aynı anda öğrencileri salar, bütün mavi ve siyah önlükler sokakları cıvıltılı ve berhudar kılardı. Tugay’da o önlüklerin arasında solgun aklını adımlarına aksettirdi; ayaklarını sürüyerek yürüyordu. Sokaklar, karneler ve buluşmalar oynanıyordu gözleri önünde: sokaklarda karşılaşan anne-çocuklar beraberce karnelerdeki notlara bakıyor, komşulara nispet yapan anne oğlunu kocaman öpücüklerle beziyordu. Tugay eve gidiyordu; aklının en biat kıvrımında bile oğlunun karnesi olmayan annesinin mutfağına.. Süleymaniye Camii’nin yukarılarına denk gelen bir sokağa sapana kadar otuz dakika boyunca yürüdü. Sokağın ortasındaki evlerden birinin önünde durup, kemik beyazı minik dikdörtgen kutunun sol köşesindeki yuvarlak siyah zile bastı. Sanki hala ablasının sesi, kapının ahşap dokusu içinde capcanlı yaşıyordu ve aklına hep saçı başı dağılmış, gözleri cinnet şuruplarıyla tatlandırılmış, gazaba gelen ruhunu haykırışlarla dile getiren ablasının dehşeti geliyordu. Kapıyı kimse açmadığında, alışkanlığı olmadığı halde çantasını açıp anahtarını çıkardı ve kapıyı kendisi açtı. Eşikten geçti ve salonda buldu kendini. Çekili perdelerin ardında, salon ölgün renkleri ağırlıyordu. Dışarısı ne kadar yaza başlangıcın canlılığındaysa, burası da o kadar zayii olmuş ruhların solgunluğundaydı. İçerisi berbat kokuyordu; annesi neden salonu havalandırmamıştı?.. Salonda bir oturma grubu, karşısında elli beş ekran televizyon, oturma grubunun arkasında yemek masası ve yanında yandaşı vitrin vardı. Kapının tam karşısındaki duvara iki kapı daha açılmıştı; biri doğrudan mutfağa, diğeri bir koridora açılıyordu. İki kapının arasında vakur, meşum ve eski bir sarkaçlı saat kaya gibi bekliyordu. Periyodik tıklamaları kalın ve kesindi. Başlar ve biterdi; ne yankısı ne de yükselip alçalması olurdu. Düzdü ve değişmezdi.. Tugay saate baktı; 16:45. Kavrulmuş soğan kokusunun çoktan salona sinmiş ve eve yayılmaya başlamış olması lazımdı. Annesi bu saatlerde hep yemek yapma derdinde olur, oğluna mutfaktan talimatlar verir, hava kararmadan eve dönmesini bağırarak tembihlerdi. Lakin ablası gittikten sonra, annesi eski huylarını ezerek yok etmişti. Annesiyle babasının yeni alışkanlıkları, ablasını boğulduğu kara bataktan kurtarmaktı. Evvelce emniyete gidip gelmişler, zeval anlatmaya çalışarak günlerini yitirmişlerdi. Ardından ruh ve sinir hastalıkları hastanesini mekan eylediler kendilerine.. Tugay’a yemek yediriliyor, para veriliyor, okula gönderiliyordu. Şu anda hiçbir şey ablasının getirdiği cinnetten daha mühim değildi; olmamalıydı. Anne babasının evde olmayışının tahminiyle bağırdı Tugay, ‘ Anne?!’.. Bu, ‘evde misin?’ demekti. Belki de yukarıda, banyodaydı. Salonu baştan başa geçti, oturma grubunun yanında durup, üçlü koltuğun üzerine atılmış kumandayı aldı ve televizyonu açtı. Televizyon her daim açık durmalıydı. Cızırdayarak açılan televizyon Tugay’ın belleğini çalıştırdı: Annesi eğer dışarıya çıkıyorsa mutlaka tüm fişleri prizlerden çeker, gazı kapatır, pencereleri kontrol ederdi.. Çizgi film kanalında ‘sünger’ vardı. Merdivenlere doğru iyice yaklaştığında bir şey hatırladı –aslında daha çok serbest çağrışımdı. Bir zamanlar, ‘sünger’in çizgi filmini seyrederken bir şey olmuştu.. yani O gün.. .. Sırtı kapıya dönüktü ve televizyon seyrediyordu. Kapı çalındı ama annesinin tüm kendisini duyurma çalışmalarına karşın Tugay yerinden kalkmadı. Annesi mutfakta, babası işte, ablası odasındaydı. Annesi ablasını odaya kilitlemişti. Çünkü ablası etrafta abuk subuk konuşarak ilgiyi ve şüpheyi üzerine çekiyordu. Annesi söylenerek Tugay’ın yanından geçip kapıya doğru yürüdü, ellerini beline astığı önlüğe kuruladı ve kapıyı açtı. Tugay pür dikkat sünger’i seyrediyordu. Dikkati birkaç kez baltalandı ama Tugay sünger’den vazgeçmedi. Bir iki kez kafasını televizyondan ayırmak zorunda kaldı ama sünger’e hala dönme isteği baskındı. Nihayet gömüldüğü koltuğun üzerinden sıçrayarak atlamasına neden olan olaylar ve yürek çökerten çığlıklar silsilesi, evin duvarları arasına zerk olundu ve Tugay anında sünger’i seyrettiğini unuttu.. .. Tugay tam merdivene ulaşacakken geri döndü ve kanalı değiştirdi. Yeniden bağırdı, bu sefer daha kuvvetli, ‘anne!’ Merdivene doğru attığı adımları bir ses bekleyerek yeniliyordu. Evde birilerinin bulunmamasına alışamamıştı bir türlü. Yalnızlık Tugay’ın isimlendiremediği, tuhaf ve soğuk bir oyun arkadaşıydı; çevresinde yalnızlık şekillendiğinde, Tugay daha çok siniyor ve eve birilerinin gelmesini dört gözle, yalnızlık ona hoş olmayan anları hatırlatırken bekliyordu. Merdivenden yukarıya bağırmadan önce, hemen merdiven yanındaki kapıdan kafasını uzatıp mutfağa göz gezdirdi. Annesi sığınağında değildi. Merdivenin korkuluğunu sonlandıran ahşap topuzu iki eliyle kavrayarak üst kata doğru seslendi: ‘Anne!..’ bağırışı merdivenleri anında aşıp yukarıdaki halının içinde söndü. Artık kesinleşmişti. Gerçi bugün ablayı ziyaret yada kurtarma girişimi günlerinden biri değildi ama Tugay bu konuda fazla düşünmedi. Gitmişlerdi işte… Evin içindeki tozlu sessizlik, televizyondan gelen cızırtı ve müzik kanalındaki acayip şarkıyla bile bastırılamıyordu. Işığı yutan gölgeydi yada görüyü katleden karanlık. Herhalde Tugay bu yüzden rahatsızlık duyuyordu. Evde yalnız başına kaldığında hali can sıkıntısını aşıyor, daha karmaşık bir şekil alıyordu. Böyle zamanlarda çocukluğu, çocukluğun getirdiği tez canlılığı ve ölçüp biçmeden davranma alışkanlığı siliniyordu. Evin içinde insanların olması, başkalarının hareketlerinden çıkan gürültüleri duymak, çocuk ruhuna yakışmayan yaraların kaşıntısını görmezden gelmesine olanak sağlıyordu. Kısacası çocuk olma haline geri dönebiliyordu. Şimdi ise televizyon bile işlevsizlik pozisyonunu almıştı. Ve Tugay lanet olasıca bir hatırlama nöbetine tutulmuştu… … Ablasının arkadaşını ilk kez bu merdivende görmüştü. Yine korkuluğun topuzuna iki eliyle tutunmuş, boş boş sağa sola savruluyordu. ‘O’ yukarıdan neşeyle, ansızın inmeye başlamıştı. Basamaklardan sekerek atlayan ayakları hayat doluydu. Çilli yanakları, parlak bir gülümsemeyle oynaşıyordu. Ve elbisesinin kıvrımları havada süzülürken bu durumla ne kadar da uyumluydular! ‘O’ Tugay’ı görünce gülümsemesi candanlığı aşıp harikulade bir mucizeye dönüşmüştü. Tugay’ın ağrıyan karnı ve kuş gibi atan kalbi de bunu onaylıyordu. Merdivenden indi, Tugay’ın yanında durup onu iki yanağından da öptü. Tugay bir garip olmuştu. Acayip hissediyordu kendini. Daha önce hiç olmadığı kadar iyiydi. Peki neden?.. ‘O’ Tugay’ı öptükten sonra doğrulmuş ve sevecen mimikleriyle Tugay’ı nurlara boğmuştu: “Ne haber Tugay? Okul nasıl?” “İyi…” Tugay yere bakıyordu. “Derslerine çalışıyor musun peki?” “H ıhı…” Tugay bir türlü kafasını kaldıramıyordu. “Aferin sana! Oku da büyük adam ol. Ablan gibi manyak olma, e mi?” “Tamam!” .. Tugay o merdivenin başında hala aynı çilek kokusunun ruhuna dokunduğunu hissediyordu. Elbette hatırlanacaklar içinde bu, en müstesna ve en olağanüstü olanıydı. Eğer Tugay daha büyük bir yaşta ve daha karmaşık çözümsüzlükler içinde bir ruha sahiplik etseydi ‘lütfen daha fazlasını hatırlamayayım, buradan ötesini aklımda canlandırmamayım’ diye yalvarırdı aklına.. Maalesef… Ertesi gün koşarak eve gelmiş ve ‘O’nun orada olması ihtimaline dört elle sarılmıştı. Giriş kapısının yanındaki ayakkabılıkta yabancı bir çift ayakkabı gördüğünde karnını bir el gıdıklıyor gibi oldu. Aceleyle ayakkabılarını çıkartıp merdivenin başındaki yerini aldı; korkuluk topuzuna bir anda tutunup, sancılı bakışlarla merdivenin üst kısmını gözlemeye başladı; ‘O’nun geleceği anı kaçırmak istemiyordu. Yarım saat, hevesi odaları dolduran bir çocuğun beklememesi gereken uzun bir süreydi. Sonunda Tugay sıkkınlık hevesini bastırdığında vazgeçip televizyonun başına oturdu. Yine de umudunu yitirmediğini, her zil çalışında ok gibi fırlayıp kapıyı açışından ve ‘O’nun olmadığını anlayıp omuz silkişinden anlayabilirdiniz. Arkadaşlarını bile reddedip dışarıya çıkmadı. Acaba bugün gelir miydi? Annesi onu çağırıncaya değin televizyonun başından kalkmadı. “Tugay! Git ablana söyle insin de bana yardım etsin. Akşama misafirimiz var.” O’mu gelecekti acaba? “Kim geliyor anne?” “Vahit Amcanlar gelecek.” O değildi. Bir çırpıda kapıdan sola dönüp merdivenleri aştı ve ablasının kapısından içeriye daldı. Ablası sandalyesinde çakılmış gibi oturuyor, iki duvarın kesiştiği yere bakıyordu. Odası darmadağınıktı. Yerde Tugay’ın okulda kullandığından çok daha büyük kağıtlar ve tüm arkadaşlarını kıskandırabileceği boyalar saçılıydı. Masanın üzerinde ve çevresinde bir sürü resim bulunuyordu. Duvarlar kara çizgilerle yapılmış çizimlerle dolup taşmıştı. Ablası odasına kapanıp uzun zamanlar boyunca resimler yapardı. Tugay duvarlardan birindeki bir resmi aradı ve buldu: ablasının Tugay’ı çizdiği bir kara kalem.. sırtına dalgalanan bir pelerin ve eline büyük bir kılıçta çizmişti. Ablası tuhaf resimler çiziyordu. Kendi hayalini modeline aksettiriyor, onu aklındaki dünyaya hapsediyordu. Annesi ise böyle boş işlerle uğraştığı için onu ara sıra azarlamaktan geri kalmıyordu. “Abla, annem aşağ…” Ablası eliyle net bir işaret yaparak onu susturdu. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Ağzı belli belirsiz kıpırdanıyordu. Bir an ablasının halini, annesinin dua okumasına benzetti. “Ne oldu abla?” Tugay büyüklerin şaibeli davranışları karşısında tüylerinin dikilmesini hiç engelleyemiyordu. Bilinmezlik Tugay’da korku karışmış tedirginlik yapıyordu. Tugay kapıda kalakalmıştı. Ablasının ağzı durmadan kıpırdanıyordu. Tugay’ın kapıda belirdiğini hiç fark etmemiş gibiydi. “Annem aşağıya gelsin dedi” Tugay sıkılmıştı. Aslında ablasının duvara dehşet içinde baktığını idrak edemiyordu. Kız kardeşi şaşkınlık içinde duvara bakmaya ederken ağırca sandalyeden kalktı; gözünü duvar köşesinden bir an ayırmadı. Tugay o yaklaştıkça ağzında gevelediği fısıltıyı duyar gibi oluyor ve bunun ne olduğunu hatırlamaya çalışıyordu. Sonra ablası aniden odadan kaçarcasına çıktı. Tugay ablasının suratının beyazlamış olmasına bir mana bulamadı. Tam ablasının peşinden odadan çıkacakken ‘O’nu gördü. Duvarda asılıydı. Siyah gölgeler ve çizgilerle ne de güzel canlanmıştı. Tugay ‘O’na yaklaştı ve daha yakından baktı. Ablası ‘O’nu da çizmişti. Fakat tabii ki kendi yorumunu ve kendi dünyasındaki anlamını katmadan edememişti. ‘O’nun dudakları kenarına iki ince çizgi eklemiş, gözlerine baygın ve korkutucu bir ifade yerleştirmişti. O iki çizgi sanki akıyor gibi duruyordu. Tugay’ın kafası karışmıştı ama her şeye rağmen o resmi sessizce duvardan indirip tişörtünün altına sokacak derecede kendisinden emindi. Mutfağa girdiğinde ablası ve annesi tezgahta sebze soyuyor ve kesiyordu. Konuşmaları bir yere kadar pek dikkatini çekmemişti; mutfaktaki masada oturmuş gazetedeki resimlere bakıyordu. “Akşama yine masaya oturmazlık etme. Bak baban çok kızıyor.” “İyi tamam” dedi ablası, sesi sönük ve dalgındı. “Misafirlerin önüne de böyle çıkayım deme.. Şöyle doğru dürüst şeyler giy de kıza benze biraz.” “Peki peki” kısık ses uysal cevapları bir bir sıralıyordu. Ve birden konuşma Tugay’ın kulak kabartmasını gerektirecek bir yöne saptı. “Fatma gitti mi? Duymadım gittiğini de” diye sordu annesi. Buradaydı demek! Neden görmemişti Tugay ‘O’nu. Kalbi ezilip büzüldü. Neredeyse sandalyeden düşecekti. Fakat ablası cevap vermedi. “Sana diyorum kızım!” diye ünledi annesi, “aklın nerede gene? At artık şu dalgınlığı üzerinden. Nedir senin bu halin anlamıyorum ki!” Ablası irkilerek “Efendim?” diye karşılık verdi. Yüzünün rengi yeniden atıyordu. Tugay gizlice ve merakla cevabı bekliyordu; Fatma Abla neredeydi? “Fatma diyorum. Gitti mi?” “Gitti.” “ Allah Allah. Hiç duymadım gittiğini. Ne zaman gitti?” “Gitti işte! ne biliyim ne zaman gitti.. Canı sıkıldı gitti.” Ablası canından bezmiş haykırışıyla mutfağı müphemleştirmişti. Tugay yerinden fırladı ve kapıdan çıkarken annesinin tokadından çıkan çınlama ensesini ürpertti… … Tugay şimdi çantasından çıkardığı resme baka baka merdivenleri çıktı ve üst katın holünde buldu kendini. Televizyon cızırtısı az da olsa düşe kalka ulaşabiliyordu buraya. İlk önce annesinin her daim kilitli tuttuğu ablasının kapısına yöneldi. Ablası gittiğinden beridir içeriye kimseler girmiyordu. Fakat şimdi kapı aralık olduğuna göre evde birileri var demekti. ‘Anne?’ diye seslendi Tugay kapıya yaklaştığında. Ses yok.. Annesi oradaysa neden sesi çıkmıyordu? Annesinin sesini pek çok kereler, bağırtılar eşliğinde tam buradan, ablasının odasından taşarken duymuştu… … Annesi hışımla merdivenleri çıktığında Tugay üst katın holünde yere uzanmış arabalarıyla oynuyordu. Ablası odasındaydı. Annesi bir anda ablasının kapısını açıp kapadı ve o zaman aralığında kendisini odaya attı. Bağırtılar beklemeden yükseldi. Ev için için tedirginlik bulutlarıyla doluyordu. “Sen ne anlatıyorsun bakayım sağda solda!?” “Ne anlatıyormuşum?” “Fatma hakkında!” “Eeee..” -Bir tokat ve hınç sesi beraberce patlar- “Doğru konuş benimle! Sıdıka Hanım’ın kızına söylediklerin doğru mu?” “Doğru veya değil. Ne olmuş söylediklerime?” “O’da annesine söylemiş. Annesi de hemen mahalleye yaymış tabii.. Kızım sen bilmiyor musun ne dedikoducudur bunlar?” “Ne dedikodusu ya!” –Can sıkıcı bir sarsma ve itme sesi. Ardından yere yuvarlanan sandalyenin takırtısı- “Saçma sapan laflar yayıp herkese rezil ediyorsun bizi.” “Saçma sapan değil ama..” “Kızım beni çileden çıkarma! Fatma’yı ev mi aldı yani?” –Bir suskunluk anı- “Ev değil anne. Duvardan iki tane…” ablasının usançla susan sesinde Tugay isyana benzer bir tını duydu. “Saçmalıyorsun! Deli derler adama kızım. Bak sonra mahallede babanın itibarı iki paralık olur. Kendine gel…” “Ben kendimdeyim. Fatma’nın bize geldiğini hatırlamıyor musun? Sessiz sedasız gitti sanmıştın. Aslında gitmedi anne. Duvarın içine çekildi.” “Yeter artık! Bak seni uyarıyorum, bir daha böyle saçmalıkları yaymayacaksın tamam mı?” “…” “Tamam mı dedim?!” “Tamam ya tamam.” Annesi az sonra kapıdan kıpkırmızı bir suratla çıkmıştı. Gözlerindeki vahşet yenice sönüyordu. Saçları tokasından kurtulmuş, oraya buraya savrulmuştu. Tugay’a boş boş baktı ve merdivenlerden aşağıya indi. Ablasının uyarı benzeri bağırtısı annesini takip ederek mutfağa uzandı: “Bana inanmıyorsan git ayakkabılıktaki ayakkabılara bak. O kırmızı spor ayakkabılar ne benim ne senin…” ablası bir süre susmuş ve yeniden bağırmıştı, “ Fatma ayakkabılarını bırakıp mı gidecek anne?!”.. …Tugay aralık duran kapıyı biraz daha ittirdi ve içeriye bakmadan önce eşikteki terlikleri gördü ve gözleri ıslandı. Ağlama başlangıcındaki bir çocuk gibi inip kalkıyordu göğsü. Kapıyı ittiren eli seğirdi. Gözleri –ıslak ve damlayan gözleri- hala yerdeki terliklerdeki vahşete takılıydı. Annesinin terlikleri; annesinin her sabah ayağına geçirip yatana kadar hiç çıkarmadığı terlikler. Şimdi de öyleydi, ayaklar terlikteydi ama ayaklar neyi taşıyordu?.. hiçbir şeyi… ayakların bileklerden yukarısı neredeydi? Annesi, nerdeydi? Tugay sessiz bir ‘anne’ saldı odaya. Alışık olmadığı bir durum karşısında kaşlarını kaldırıp ağlamaktan ve çaresizliğini göstermekten başka ne yapabileceğini kestiremiyordu. Terliklerin önünden duvara uzanan iki şerit halinde kırmızı izler vardı. Duvarın köşesine gelip, tam köşede, sanki oraya kırmızı boya dolu bir balon çarpılmış gibi saçılmış görünen kızıl lekelere dönüşüyordu. Küçük çocuğun midesi bulanıyordu. Keskin ve garabet bir koku yayılmıştı. Tugay bir daha o başıboş ayaklara bakmaya cesaret edemeden duvarın köşesine doğru minik adımlar attı… Bitişler mahkumiyetin başlangıcıdır... Artık ince ve yürek paralayan çığlığın üzerine çullanan sükunetin hakimiyeti yayılıyor.. Odanın içinde büyüyen koku çürüme hissini ayaklandırıyor… Evin içinde yalnız bir cızırtı ve müzik kanalındaki alelacayip şarkı dolanıyor… Saatin tik takları hala yankısız ve net.. merdivenler gıcırtısız, hava tozlu… ablanın odasında hiçlik en metruk maskesiyle arz-ı endam ediyor. Evin geri kalan öğeleri eteklerindeki düğümler. Asıl elzem manzara burada, ablanın odasında. Terlikler, ayaklar, resimler, boyalar, kokular, kan izleri, duvar köşeleri… bir çocuğun bileksiz eli ve sıkı sıkıya tuttuğu, kana bulanmış bir kağıt. İşte bir el uzanıyor duvarın köşesinden! Yeşil ve yedi parmaklı. Bileksiz çocuk eline, elin tuttuğu resme uzanıyor şimdi. Kağıt ‘vardan yok’ oluyor. El hale yeşil ve yedi parmaklı… kimse duymasa da son bir nefes duyuluyor duvarın içinden; korkuyla haykırıyor: “Anne!! Anne!!.. Anne!!!”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |