En tatlı sevinçler, en hiddetli kederler sevgidedir. -Pearl Bailey |
|
||||||||||
|
Aslında çok iyi biliyorum ki, bu anlattıklarımın kimse için inanılır bir tarafı olmayacak. Ama ben bununla çok da fazla ilgilenmiyorum. Zamanım azalıyor ve beni bulmalarından önce mutlaka ardımda bir şeyler bırakabilmeliyim. Bu yazının tek ve en önemli amacı budur; tehlike gerçekten dışarıda mı? İlkbaharın ortasına doğru İstanbul’ da bir sıkıntı peydahlanmıştı. Sokaklar havasızdı, ve yüzler her zamankinden gergindi. İstisnasız tüm ilçelerde, semtlerde, mahallelerde ve sokaklarda bu böyleydi. Solunan hava zehirliydi sanki, ciğerleri yakıyor, gırtlakları düğümlüyordu. Bulutlar, ışığa aç gri yaratıklar gibi gökyüzünde dolanıyordu. Göğün mavisi bile soluklaşmıştı. Günüm, saatin alarmı yerine, cinnete yakınlaştığı belli bir ‘ yeter!’ ile başlatılmıştı. Alt kattan geliyordu bu feryat. İki kardeş yine, hiç durmadan sürdürdükleri kavgalarına kimseye aldırmadan devam edip, karşılıklı hayatlarını tüketiyorlardı. Bu kavgalar o kadar sıradan bir hale gelmişti ki, mutfaktaki bozuk musluktan lavaboya düşen damlalardan daha fazla rahatsız edemiyordu artık. Birbirinden böylesine nefret eden iki insan aynı hanede, birbirlerinin bağırtıları, hakaretleri, sayıp sövmeleri ve annelerine karşılıklı küfürleri olmadan yaşayamıyordu adeta. Kangrene dönmüş bu yaşamlar, mutlak çaresizliğin ağında debelene debelene birbirlerine iyice yapışmıştı anlaşılan. Bu, ancak benim gibi kavgalarının şiddetini duyup, sadece dışarıdan onları seyreden birinin tahmininden öteye geçmiyor tabii ki. Yüzlerini asla görmediğim bu insanların hafızamdaki görüntüleri, ancak seslerinin tonundan dolayı gözümün önünde oluşan figürlerdi. Biri tok sesli ve alçak perdeden bağırırdı genellikle, ancak bağırdığında tüm apartmanda sesi inlerdi. Gözleri çökmüş, kır saçlı ve hafif kel bir adamdan çıktığını düşünürdüm hep bu sesin. Diğeri olabildiğine yırtılan bir sesti sanki. İnce ve isyan eden haykırışlar, tutarsız ve sırf bağırmak için bağıran, ne dediği önemli olmayan, yüksek perdeli ve kulak tırmalayan bir sesti. Kadın olduğu kaçınılmazdı. Nefretindeki bıkkınlık ve insanın başına başına vuran ısrarcılığı odaları dolduruyordu. Öyle bağrışmalardı ki bunlar, bazı geceler uyumanın hiçbir yolu olmazdı. Yapılabilecek en iyi şey, yorulup susmalarını beklemek oluyordu. Sabahları evden çıkıp, akşam geri döndüğümde, alt katta hiçbir şeyin değişmediğini, karşılıklı ateş alan namlular gibi patlayan küfürlerin en ufak azalma olmadan bir o yana bir bu yana çarpıp infilak ettiğini anlayınca sadece hayret içinde, aralarında gerilmiş öfkenin büyüklüğüne ancak saygı duyabilirdim. Bu kadar nefret... tuhaf! İşte o sıkıntılı bahar sabahı ışıktan mahrum, kasvetli apartman hanemden çıkıp kapıyı kilitlerken, apartman boşluğunda yankılanan seslerinin ne kadar da korkutucu olduğunu hatırlayıverdim. Kadın bağırıyordu, apartmanın içinde ne dedikleri anlaşılabilirdi, kinleri daha belirgin olurdu. Şöyle haykırıyordu kadın: “...git artık bu evden. Yeter be! Kardeşimsin diye seni evime aldım, yapmadığın kalmadı. Canımdan bezdirdin, canımdan! Ne insan gibi davranırsın, ne de bi işe yararsın... düş yakamdan be illahlah geldi illahlah!..” bu sitemkar naralar altında apartman kapısına doğru yaklaşırken adamın, o bahsettiğim inleyen kükreyişini duyar duymaz adeta kendimi kapının dışına attım: “...bi sus be kadın bi sus!” -o- Her ne kadar baharın ilk günleri de olsa, hanem hiç eksik etmediği havasızlığı ve rutubeti üstüme salmıştı. Nefes almak bazen zorlaşırdı doğrusu. Zaten güneş yüzünü ancak bir iki saatliğine öğlenleri şöyle bir gösterir, hemen ardından, pencerelerimin önünde saf tutmuş metruk ve yüksek apartmanların berisine kaçıverirdi. Eski ve aciz durumdaki pencerelerim hem iki tanecikti, hem de giriş katında oturduğum apartmanın arka tarafına, diğer apartmanlarla çevrili, içinde tek katlı, sıradan bir evin olduğu ıssız bir bahçeye bakardı. Daracık bir yer kaplayan bahçede, o darlığa tezat, yüksek mi yüksek bir ağaç, pek de görülmeyen göğe doğru açılırdı. Bazı zamanlar, üzerinden, birbirine karışmış dalların ve sık yaprakların arasından kuşların sesi duyulur, bir süre sonra meçhul bir el onları kovalamış gibi bahçe tenhalaşırdı. Fakat bahçede asla eksik olmayan ve şimdi beni daha da düşündüren bir kedi kolonisi yaşardı. Siyah, beyaz, kahve, sarı kediler bahçede volta atardı. Bazılarının yüzü soluk, bazılarının ki yaralıydı. Kimisinin bir gözü ya şişmiş ya da deşilmiş gibi aralıktı, ama istisnasız hepside tehdit edercesine soğuk ve melun bakardı. Bahçedeki o sessiz evin dışında tüner ve hiç kıpırdamadan saatlerce hareketsiz beklerlerdi. Evin ise parmaklıklı pencereleri derin bir karanlıkla örtülüydü. İçeriyi görmek imkansızdı. Zaten düne kadar hiçbir zaman o pencerelere gözümü dikip bakamamıştım. Şimdi de asla bakmamış olmayı diliyorum. Nisan’ ın on yedisiydi ve kapım hızla çalındı. Kimsenin kapımı çalacağı bir vakit değildi; saat gece yarısını henüz geçmişti. Temkinle kapıya yaklaşıp, sürgüyü kapattım ve anahtarı çevirdim: “ kim o?” zorlukla ve nefes nefese çıkan bir ses cevap vermeye çalışıyordu: “...altta oturuyorum...” Nedense, şu an bile sebebini anlayamadığım bir kayıtsızlıkla, sürgülü kapıyı, sürgünün izin verdiği oranda açtım ve aralıktan dışarıya baktım. İçeride beni uyuşturan nemli ve sıcak hava o daracık aralıktan sızarken, suratıma serin bir esinti vuruyordu. Kapının diğer tarafında fanilası ve lacivert eşofman altıyla lastik terliklerinin üstünde dikilen adam, benim tahminimden biraz farklıydı. Saçları kapkara ve dökülmemişti. Yüzü uzun ve gözleri yuvalarından hafifçe fırlamıştı. Üst dudağını kapatan kalın bir bıyığı ve faniladan taşan göğüs kılları olduğunu ben her nedense kafamdaki figüre koymayı akıl edememiştim. O an apartmanın otomatiği söndü ve aceleyle hemen kapının yanındaki otomatiğin düğmesine sertçe vurdu ve yeniden zayıf sarı ışığın altında karşımda belirdi. Yüzündeki asık ifadenin arkasında, korkmuş birinin gözlerine sinen derin şaşkınlık gizliydi. Lakin o bunu olabildiğince saklama niyetindeydi. “... hayırdır?”diyebildim ancak. Yardım istiyordu, ama eğer bunu istiyorsa o bunu söyleyene kadar ne istediğini anlamıyor görünmek bana daha kolay gelmişti. İstanbul’ da birilerine zerre kadar güvenmek dahi çılgınlık gibiydi. “ Pek hayır değil... aniden yere yığıldı” dedi kapının ötesinde dikilen adam. Apartmanın dış kapısında biri belirmişti. Zillerden birine bastı ve zifiri karanlığın önünde dikilirken dış kapının açılmasını bekledi. “ tamam, bir dakika.” İşte o talihsiz söz. Yardım etmek zorunda mıydım? Sanırım engellenemez bir kuvvet, eğer sizi bir oyunun piyonlarından biri yapmak istediyse, ve yine bu kuvvet, içinde oturduğunuz odanın duvarlarından size melunca etkiyorsa, -çünkü şimdi anlıyorum ki duvarların üstüme üstüme geldiği düşüncesi benim zihnime kendiliğinden yerleşmemişti- yapabileceğiniz yegane eylem o duvarlardan bir süreliğine de olsa uzaklaştığınızı sanıp, tam da o duvarlarla konuşan karanlığın içine kendinizi bırakmak oluyor... otomatik yeniden söndü. Alelacele telefonu kapıp bir ambulans çağırdım ve kapımın önünde sabırsızlanmaya başlayan adamın ardından, bodrum kata döne döne inen dar merdivenlere yöneldim. Bu iki öfkeli kardeş bodrumdaki iki daireden birinde kalıyordu. Merdivenlerin bittiği yerden ensiz bir koridor, arkadaki bahçeye açılan eski ve ahşap bir kapıya ulaşıyordu. Bir keresinde işte bu arka bahçeye girmem gerekmişti, ama girmemle çıkmam bir olmuştu. İnsanın kanını çeken tekinsizliği içler acısıydı. Gecenin ortasında, koridor bir muammaya, bir uçuruma açılıyordu sanki, ayağımın dibinden ileriye doğru uzanıyor, lakin hemen kara bir duvarla kesilmiş gibi derin gölgelere boğuluveriyordu. Ne kapı görünüyordu koridorun sonunda, ne de garip fısıltılar susmak biliyordu gölgelerin herhangi bir yerinde. Dört elle diğer tarafta can çekişir gibi yanan soluk apartman otomatiğinin ışığına sarıldım. O sırada bahçe kapısının berisinden, kedilerin sinir bozan gurultularını duydum. Hani uykuya dalarken sanki zemberekleri boşalmış gibi durmadan çıkardıkları gurultulardan. Fakat o an duyduklarımın tarifi mümkün değildi. İçimde uyanan bulantı tüm vücudumu ürpertiyordu. Öyle bir tiksintiyle bu sinir bozan sesleri dinliyordum ki, elimde olmadan kulaklarımı tıkadığımı hatırlıyorum... Sayısız kedi ve sayısız ifrit yakarışı; telaşsız ve boşluğu dolduran. Otomatik söner sönmez aceleyle elimle duvarı yoklamaya, sanki ben yaklaştıkça duvarda yer değiştiren otomatiğin düğmesini aramaya koyuldum. Nefeslerim hızlanmıştı. Kalbim göğüs kafesimi parçalayacaktı. Karanlık ve o uğursuz sesler dayanılır gibi değildi. İşte bu sırada sağ tarafımdan, yani bahçe kapısına uzanan koridorun ters tarafındaki koridordan bir ışıltı sızdı yere. Adam hanesinin kapısını açmıştı. Onun ardından kendimi ışığın geldiği yere attım. Doğrusu bir üst katta kalmış dairemin rutubeti ve sıcağına neredeyse minnet duyacaktım. İçerisi o kadar hararet ve nem doluydu ki, duvarlar garip bir parıltıyla bezenmişti. Islak havası içime çektiğimde beni boğuyordu, dahası çevremde yapış yapış asılı durup tenime musallat oluyordu. Adeta aralarına yeni katılmış yabancıyı tanımak için ürkekçe dokunuyorlardı. Dış kapıdan iki eski çek-yatın sıkıştırıldığı salona ayak basmıştık. Salon tüm sıcak ve rutubetli havanın yanında, ağır içki ve sigara kokusuyla bütünleşmişti. Rezil bir bitkinlik sarıyordu insanı. Anında ortama uyup sağlayıp bitap düşüyordunuz. Ben içerisini durmuş incelerken, adam gözden kaybolmuştu. Salonun ucunda, sola dönen bir kapı gözüme ilişti. Bazı kıpırtılar ve sızlanmalar duyuyordum. O ağırbaşlılık abidesi adam ağlıyor muydu? Hemen o tarafa yöneldim ve kapıdan geçip ufak bir odaya bakan kapının önünde durdum. Şu anda bile, nelere şahit olduğumu düşünmek, aklımı başımdan alacak kadar dehşet verici. Küçücük odada sadece cılız bir iki mum ışığı ışıldıyordu ve yaydıkları aydınlık o kadar azdı ki, kapı eşiğinin hemen yanında yatan kadınla, O’ nun yanında diz çökmüş adamdan ve biraz ilerde kıvranan iki noktaya benzeyen mum alevlerinden başka bir şey görülmüyordu. Gayrı ihtiyari kapının yanında bir düğme aradım, çünkü aydınlığa karşı müthiş bir açlıkla dolmuştum. Bir çıkıntı elime takılınca zaman kaybetmeden bastırdım ve lamba yanar yanmaz, feci bir tıslama üstüme doğru atıldı. Odanın görünmeyen tarafında bekleşen ve gözleri mutlak bir açlıkla açılmış o kadar çok kedi vardı ki, adeta üst üste yığılmışlardı. Hiç biri tek başına tıslamıyordu, sürekli beraber ve tüyler ürperten gürültülerle tıslıyorlardı. Bir kaçı hemen açık pencereden fırladı gitti. Kalanlar bir süre daha bana bakarak, bir düşmana saldırmak üzereymiş gibi genizden tıslayarak nefretle bakıyordu. Korkuyla, elime ilk geçen şeyi onlara doğru savurdum(-ki bu kapının yanında duran süpürgeydi.) O kadar çok kedi, o kadar kısa sürede kaçıştılar ki, sanki buhar olup havaya karışmışlardı. Son kedide pencereden kendini dışarı atınca, yerde diz çökmüş adamın üstünden atlayıp, koşarak pencereye yanaştım ve pencereyi kapattım. Kedilerin gurultuları hala kapalı pencereden içeriye giriyordu. Tatmin ve çılgınlık doluydular. İşte orada duruyordu! Arkamı döndüğümde yere saçılmış kan ve et parçalarının arasına uzanmış bir köpek leşi. Gözlerinden biri kocaman açılmış, diğeri yere akmıştı. Dili yere düşmüş, kulakları koparılmıştı. Beyaz tüyleri yer yer kızıla bulanmıştı. Üzerinden yolunmuş tüyleri hala havada bir o yana bir bu yana salınıyordu. Midemde önlenemez bulantılar oluşmuştu. Kanın ve içi yarılmış havyanın kokusu o kadar keskindi ki! Yerde kanı sürükleyen kedi patilerinin izleri duruyordu. Sonunda o köpekten intikamlarını almışlar demek, diye düşündüm. Fakat sonradanda anladığım gibi, o kadar da basit bir sonuç değildi bu: onlar, mükafatlarını almışlardı aslında… Tüm bu hezeyan hazırlayıcı çılgınlık içinde, adam bunları fark etmiyormuş gibi dalgınca konuşmaya başladı: “ Anlayamadım bi türlü, nasıl oldu da düştü, nasıl kıvrandı öyle yerde. Vallahi ben bi şey yapmadım hemşerim. Bağrışırken aniden susup dışarıya baktı, gözleri hortlak görmüş gibi açıldı, bana susmamı işaret etti, sonra kedilerin sesini duyduk. Hani mart aylarında, çiftleşmek için çıkardıkları sesler var ya, aynı onlara benziyordu. Ama bahçedeki bütün kediler susmadan devam ettiler buna... sen duymadın mı? Nasıl olur? Biz öyle rahatsız olduk ki, ben bir ara pencereyi açıp bahçeye doğru bi tane küllük fırlattım. İşte ne olmuşsa o zaman olmuş. Macide’ ye dönüp bi baktım, yerde kıvranıyor, debelenip duruyor. Ne var, ne oldu dememe kalmadı Macide bir çığlık kopardı, aynı anda kediler bir bir içeri dalmaya başladılar. Bizim it bir köşeye sinmiş hırlıyordu. Kediler girerken bir an dışarı baktım, o evi bilirsin sende: pencereleri aydınlanmıştı, nur dağıtıyordu sanki bahçeye, ama bu nur iblisin işiydi belli. “Kediler benden korkmadan içeri girdiler sürekli ve hep hırıldıyorlardı. Macide’ye baktım, titriyordu kucağımda, saralılar gibi sallanıyordu. Çok korktum hemşerim, anlamadım ki ne oldu? Sonra yardım çağırmaya karar verdim ve geri geldiğimde ölmüştü.” Son söylediği sözlerle beraber tutulduğu ağlama nöbeti öylesine acıklıydı ki, kendimi tutamayıp ben de gözyaşı döktüm. Oda canilik, vahşet, kötülük ve dehşetle doluydu, ve biz ortasında ağlıyorduk. -0- Sonraki günlerde, sebatla bir araya gelen, kimisi dedikodu menşeli, kimisi artık kocakarılığa terfi etmiş sokak teyzelerinin yarı unutkan zihinlerinde kalan hikayelerle bağlantılı, kimisi de meraktan yaptığım araştırmalar sonucunda elde ettiğim kıt fakat yeterince düşündürücü bilgiler doğrultusunda, kesinlikle farkında olmadan, kendimi, bitap düşüren bir, nasıl desem... ne anlatması ne de inanması zor bir gerçeğin içinde buluverdim. Ve yolun sonu göründü... çabuk olmalıyım. Bu teyzelerden birinin adı Fikret’ti. İlahi ışıkla ödüllendirilmiş gibi görünen solgun yüzünde, her yıl için sayısız çizgi toplanmıştı. Göz altı torbaları sarkmış, üst dudağının üstündeki deri büzülmüş ve sert çizgilerle bölünmüştü. Bakışlarında, ‘her an herşeyi unutabilirim’ ifadesini taşıyordu. Beyaz baş örtüsünü sarkık kulak arkasından geçirmesiyle, zincirli, kalın gözlükleriyle ve hafif kambur ve tombul vücuduyla sevecenlik ve iyi niyet timsaliydi sanki. Macide hanımın ölümünden sonraki günlerden birinde beni, apartmanın giriş kapısında yakaladı ve kendimi içinde bulduğum bu olaya girişim adına, ardımdan ilk tekmeyi o attı. Kısa bir hal ve hatır söylencesinden sonra şöyle demişti: “ Yazık oldu Macide Hanım’a. Kadıncağız şuraya taşındığından beridir gün yüzü görmemişti. Dört senedir her gün kahretti kendini.” “ Peki o adam kardeşi miydi gerçekten?” diye sordum. “ Güngör Bey mi? Ah, boynu altında kalsın, kardeşiydi ya. Hem de ne kardeş, geldiğinden beri rahat vermedi kadına bir gün olsun.” “ Beraber taşınmadılar mı?” “ Yok evladım yok. Macide Hanım yalnız yaşardı ilk başlarda. Sonra bu herif geldi; işsiz güçsüz, bi işe yaramaz adamın tekiydi. Vallahi benden duymuş olma ama hırsızlık, yan kesicilik yaparmış önceden. Sonra adam yaralamadan içerde yatmış bi kaç yıl. Kumara, beygire, alkole falan pek düşkünmüş. Karısı ondan boşanınca zavallı anası onu evine almamışta, bu Güngör denen işe yaramaz Macide’ye musallat olmuş. Mahvetti kadını mahvetti.” Diye söylenmeye başladı. “ Öyle olmuş” dedim, “ Allah rahmet eylesin. Güngör Bey çok üzgündü ama o akşam teyzeciğim. Belki de gerçekten o yapmamıştır.” “ Aman Allah esirgesin evladım. O adam yılanın ağzına tükürür vallahi. İnanılır mı onun üzüntüsüne. Ne şeytandır o! “ İlk geldiğinde ne yeminler etmiş Macide’ye herşeyi bıraktım diye. Kırk yıllık kani olur mu yani? Zaten gelir gelmez hemen şu bahçedeki eve dikmiş gözünü.” “ Öyle mi?” “ Öyle ya! Ama yıllardır boştur o ev, kedi pisliğinden başka bi şey yoktur o evin içinde. Bak ben elli senedir burdayım, hiç bilmem o evde kimin kaldığını. O ev ezelden beridir boştu. Yanındaki ağaçtan bile eskidir belki de. Senin anlıycan avucunu yalamış.” “ Peki siz bunları nereden biliyorsunuz teyze?” “ Ayol Macide Allah’ın günü bendeydi. Hep gelip dert yanardı. Beni sırdaş mı bellemişti bilmem ama, rahmetli her şeyini paylaşırdı benimle. İyi kadındı rahmetli; Allan gani gani rahmet eylesin.” “ Öyle...” Bu konuşmanın ertesinde engellenemeyen bir merak duymaya başladım. İki kardeş anlaşılan yıllardır kavga ediyorlardı, lakin ne olduysa o evin işin içine girmesiyle her şey bulanıklaştı. O muhitteki insanlar arasında kimsenin aklına gelmeyecek bir soru sordum kendime, ki şimdi sormamak, o insanlar gibi kaba açıklamalarla yetinmeyi bilseydim diyorum... bu tıkırtılar... camdaki sesler... kapımdalar belli, bekliyorlar… Fikret Teyze ile bir kere daha konuştum. Macide Hanım ile Güngör Bey kalmadan önce kalanların başına bir şey geldi mi diye sordum. Uzun uzun düşünmesi gerekti ve hafızasını sınarken, bir şeyleri sayar gibi sayıklamaya başladı: “ ... Bu apartman ilk yapıldığı zaman Şükran Teyzeler otururdu; Allah rahmet eylesin. Sonra O’nun kızı evlenince oturmaya başladı, zaten ev O’nun... sonra... bir memleketlisine kiraladı, dur bakayım neydi adı, Muzaffer. İki tane kızı vardı, çok akıllıydı bu kızlar. Bütün gün dışarıda oynarlardı, kir pas içinde. Anneleri deli olurdu. O evin içinde evcilik oynarlardı. O zamanlar bahçenin ötesindeki apartmanlarda yoktu, kocaman bahçeydi burası. Şimdiki gibi karanlık değildi; tam çocuklar içindi. “ Neyse, sonra efendime söyleyeyim... yetmişlerde iki öğrenci kalmıştı. Onlarda senin gibi üniversitede okuyordu. Ama çok kalmadılar; evlerine polis baskın yapınca arka bahçeden kaçıp gittiler, sonrada onlardan hiç haber alamadık. İyi çocuklardı aslında, neden polis arıyordu bilmem, mahalleli anarşik derdi ama, ben inanmadım hiç. Nedim’di birinin adı, öbürüde... neydi yahu?... Mustafa mıydı, Muhammed miydi hatırlayamadım şimdi. İyidirler inşallah. “ Bi ara depo gibi kullanıldı orası. Darbeden sonra, güneydoğulu bir aile geldi, ama çok kalmadılar. Galiba adam işlerini genişletmiş, daha lüküs bir muhite taşınmışlar. Ee, Allah yürü ya kulum deyince. “Sonra bi kaç aile daha kaldı ama çok soğuk insanlardı vallahi, bi merhabamız bile yoktu. Hatta biri aşağıda kocasını öldürmüştü de, biz çook sonra duyduyduk ayol. “ Derken Remzi Bey kaldı. Zavallının kimsesi yoktu, memur emeklisiydi. Çok gariban bi adamdı. Bütün gün bahçedeki kedilerle konuşurdu, onlara yemek verirdi. Zaten onları buraya musallat eden de odur aslında. Yoktu eskiden bu kadar çok kedi bahçede. Şimdi kedi çiftliği gibi oldu ya, heh, işte hepsi bu adamın marifetiydi. Ama kızamadık adamcağıza, güleç yüzlü biriydi, ne zaman görse hal hatır sorardı rahmetli. Bir gün amcasının oğlu mu neydi, bi adam geldi, Remzi Bey’ in bi önceki akşam öldüğünü, naaşı geceleyin kaldırdıklarını söylediydi. “ İşte en sonda Macide Hanım’la, o gözü kör olmayansıca herif kaldıydı.” Bu ayrıntılı tarihçeyi dinledikten sonra, Fikret teyze’nin elini öpüp, mahallede neler öğrenebileceğime baktım. Fakat nafileydi, herhalde Fikret Teyze mahalledeki en yaşlı insandı. Haftalar sonra, ufak çaplı sayılabilecek bir arşiv araştırmasıyla uğraştım. Birkaç gazetenin geçmiş yıllardaki sayılarını titizlikle inceledim. Yetmişlerde yaşanılan sağ-sol çatışmalarının her gün gazete sayfalarında rapor edildiğini gördüm: kahveler bombalanmış, kampüslerde çatışılmış, farklı görüşdeki öğrenciler sınıflarda birbirlerine girmiş, meydanlarda yapılan gösteriler sıralarında, sokak aralarına sızan kovalamacalar yaşanmış, öğrenci evleri basılıp insanlar kaçırılmış, hücre evi tabiri kullanılan mekanlar polisler tarafından gözetlenip, bu evlerdeki insanlar tutuklanmıştı. Hiçbir ayrıntı, hiçbir haber, hiçbir isim atlanmadan verilmiş gibi haberlerdi bunlar. Adeta, yakalananlar ya da ölüsü bulunanlar hakkında kapsamlı bir hayat hikayesi anlatılıyordu. Sonunda aradığım haberi bulmam üç günümü aldığında, Fikret Teyze’nin hafızasının doğru söylediğini anladım. Haber şöyleydi: “... dün akşam polis kuvvetleri, hücre evi olarak kullanıldığından şüphelenilen bir eve baskın düzenledi. Aksaray Murat Paşa Mahallesi’nde gerçekleşen baskında, evde ______ örgütünün yasa dışı yayınları, çeşitli ebatlarda broşür ve ilan, çok sayıda sahte belgenin yanı sıra, bomba yapımında kullanılan malzemeler ve dört tabanca ile kesici delici silahlar bulundu. Polis Osman kod adlı Nedim Kapılı ve Niyazi kod adlı Mustafa Sulukışla’ nın olaydan sonra kaçtığını ve aramaların sürdürüldüğünü bildirdi...” Diğer üç gün boyunca onların yakalandığına ya da bulunduğuna dair hiçbir haberin yazılmadığı gazetelere boş boş baktım. Fakat daha başka bir şeye rast geldim. 1984 tarihli bir gazetenin üçüncü sayfasında şu haber vardı: “ ALDATILAN KADININ İNTİKAMI Murat Paşa Mahallesi’nde dün gece akıllara durgunluk verici bir cinayet ortaya çıkarıldı. Ümmühan Demirci (34) kocası Cengiz Demirci’yi (35) kendisini başka bir kadınla aldattığı gerekçesiyle uyurken tam kırk iki yerinden bıçaklamış ve bahçelerindeki boş bir evde günlerce saklamıştı. Daha sonra ortadan kaybolan Ümmühan Demirci’ nin yokluğundan şüphelenen komşuları polise haber vermiş, polis yaptığı araştırmada, bahçedeki evde Cengiz Demirci’nin cesediyle karşılaşmıştı. Maktülün kafası vahşice koparılmıştı, fakat yapılan tüm araştırmalar sonuçsuz kalınca, cesedin başı bulunamadı. Ümmühan Demirci her yerde aranıyor...” Gazete sayfaları arasında devam eden yolculuğumda, Ümmühan Demirci’ nin yakalandığını öğrendim. Kafaya ne olduğunu bilmiyordu, hatta kocasının öldüğünden bile habersizdi. Aldatıldığını bilmesine rağmen korkusundan bir şey yapamıyordu. Dövünmeleri, kendini yerden yere atmaları bir işe yaramamış, yapılan yargılama sonucu, söylemesi zor bir cezaya çarptırılmıştı. Zavallı kadın, halbuki gerçekten de suçsuzdu sanırım. -0- Ve dünkü o talihsiz ziyaretimden önce edindiğim son bilgiyle beraber, kayıp olan sonsuz sayıdaki parçanın yanında, bir araya geldiğinde yeterli derecede ürküten ve meraklandıran az sayıda parçanın sonuncusu da yerine oturdu. Remzi Bey’le ilgiliydi bu haber. Zamanında ona yemek hazırlamış bir kadının kızı, mahalledeki ipuçlarının beni götürdüğü son duraktı. Ayşe Hanım bana, tam olarak anlamadığı bir sırrı verir gibiydi: “... Remzi Amca çok güçsüz bir adamdı. İncecikti. Üflesen yıkılırdı yani. Annem senelerce ona her gün yemek yaptı. Adamın bırak yemek yemeyi, tuvalete gidip banyo yapacak dermanı yoktu, ama o kedileri bir gün olsun aç bırakmadı. Zaten o yüzden çoğaldılar bu kadar. ‘ onlar bana hayat veriyor’ derdi Remzi Amca. Neden derdi bilmem. Çünkü öldü gitti işte. Hem de o kediler çoğaldıkça, o halsizleşti. Bir sabah amcasının oğlu geldi; ölüp gitmiş sessizce Remzi Amca... Allah rahmet eylesin... “ Bir de o eve bir kapı yaptırmıştı. Niye diye sormuştum ben de meraktan. Gülümseyerek ne dediydi biliyor musun? ‘ Bir çocuğun aklı sevinçle nasıl yaklaşırsa kedilere, bende o evin kapalı olduğunu bildiğimde kedileri sevebiliyorum ancak...’ “Buyur burdan yak demiyo mu insan? Vallahi bu yaşıma geldim, hala hem hatırlarım bunu, fakat anlayamam bi türlü. “Sonra tozlu kitapları vardı aşağıdaki o evde. Kesinlikle dokunmamıza izin vermezdi. Anam temizlik yaparken, Remzi Amca kitlerdi o odanın kapısını. Ama ben çocukken birine baktıydım gizlice. Elime alınca ne de heyecanlanmıştım yahu! Yine de içini açınca hiç bi şey anlamadım. Kargacık burgacık şeyler yazıyordu sayfalarında. Bazı yerlerin Remzi Amca altlarını çizip işaretlemişti. Yanlarında da başka şeyler yazıyordu; ben onları okuyabiliyordum. Bi yazıda, buralarla ilgili, saklanmış bi şeylerle ve orayı bulması gerektiğiyle ilgili şeyler vardı. Hayret! Nasıl hala hatırlıyorum anlamadım. Neredeyse yirmi sene olacak, hala aklımda.” Bu son öğrendiklerim, beni kaçınılmaz yere götürdü: o tek katlı virane evin, Remzi Bey tarafından yaptırılan ahşap kapısına. Gittim. Çünkü öğlen güneşinden çaresizce umutlanmıştım. Gündüzün kalkanına sarılıp, merakımın telkinlerine yenik düştüm. Meşum aydınlıklar içinde duran bahçenin içinde sadece tek bir kedi vardı o anda. Temizleniyordu kendi kendine ve benimle ilgilenmiyor gibiydi. Apartmanlarla çevrelenmiş daracık bahçenin dışından, sokaklardan, çocuk sesleri, pencereden pencereye bağrışmalar, seyyar satıcıların tok sesleri ve araba kornaları duyuluyordu. Bahçedeki ağacın içinden kuş sesleri geliyordu. En önemlisi, kediler yoktu. Tüm bunlar bir araya gelince ‘ neden olmasın?’ dedim kendime. Zira merak genişledikçe rahatsızlığım beni dolduruyordu. İnsanüstü bir meraktı bu. Çocuksu bir heves kalbimi zorluyorken, ancak heveslerin oluşturduğu dumanla boğulmuş ruhuma hak verebilirdim. Ve bilinmeyenden korkmuyor da, merak ediyordum... Ne çok yanılmışım! Kapı kilitli değildi. Zorlanmadan açıldı. Ve ilk adımımla beraber, dünyanın tüm olguları ( bunun içinde karanlık, gölge ve keza ışık ve umutta vardı) samimiyetleriyle beraber ardımda kaldı gibi geldi. Önümde duran, tuhaf bir alemin, ufacık bir köşesi ya da onun tezahürünün yıldıran dünya dışılığıydı. Burada bir ışık vardıysa bile, ben ona ışık diyemiyordum. Dahası, kapıyı açık bırakmama rağmen, bana tanıdık gelen ışık ve ya gölge önüme düşmeyi reddediyordu. Döşeme, tavan ve duvarlar ışığın özsüz kabuğuyla bezenmiş gibiydi. Bir adım daha attığımda, başlangıcı ardımdaki giriş kapısı, sonu ise iki metre kadar ilerdeki başka bir kapı olan, daracık koridor cinsi garip bir boşluktaydım. Dünyanın sesleri hala duyuluyordu. Belki de onlar beni ittiriyordu. Yüreklenirken dünyanın hala huzurlu ve güvenli koynunda olduğumu düşünüyordum. Koridorun sonundaki kapı zulmedercesine mattı. Gerisinde sakladığı odadan tek bir ses dahi duyulmuyordu da, o odada gizlenen menfur hissin sızıntıları, buzlu camlarında oynaşıyordu. Buzlu camın, içerisi ile ilgili anlattıkları, genellikle hayal gücüne yol verebilecek cinste bulgulardı. O demir parmaklıklı pencerelerinden ve onları örten perdelerden emilerek alınan ışığın sureti, buzlu camın üstünde ancak cılız bir iki kırılma ve belli belirsiz pırıltılarla kendini ele veriyordu. Ben kapıya yaklaştıkça, buzlu camın üstünde yer değiştiren yansımalar davetkardı. Bunu hissetmekle beraber, şaşkınlık içinde kaldım. Zira duyduğum sesin içeriden mi, dışarıdan mı geldiğini anlamadan, o sesin çok melodik ezgisiyle heyecanlanmıştım. Bir yakarma olabilirdi, fakat sesin niteliğinde bir serzeniş havası bulamadım, açıkçası iflah olmaz bir arzuyla dolanıyordu bu ezgi. Yine de o kadar sönüktü ki, ancak duyabiliyordum. Sanırım sırrı da buydu. Böylece son birkaç adımımı daha istekle ve çabuk çabuk attım. Beni karşılayan ikinci kapı, ilkine nazaran daha zorluydu; kilitli olmasının yanı sıra, kapıyı zorladığımda,ardında bir şeyler yığılıymış gibi bir tepkiyle karşılaşıyordum. Yanımda getirdiğim tornavidayla kilidi kanırttım ve neredeyse çürümüş olan ahşap kasanın içinden kilidin dili kolaylıkla sıyrıldı. Tüm dikkatimle kapının açılması için uğraş veriyordum. Ben ittirdikçe, öbür tarafta bir şeylerin habisçe yerde süründüğünü ve kapının altına sıkışarak açılmasını zorlaştırdığını, yanan kaslarımdan ötürü daha da nefretle karşılıyordum. Harcadığım güç giderek artmıştı. Buna rağmen tüm denemelerimde kapıyı ancak bir iki santim ilerletebiliyordum. Eğer ruhum delicesine kararmasaydı, bunun belki de bir uyarı olduğunu farz edip anında oradan uzaklaşırdım. Lakin heyhat! Kim gönlünü fütursuz bir arzunun meraklı gözlerine teslim edip de, ruhundan bir parçayı şeytanın elinde oyuncak etmez ki? Israrla ve deliye dönmüş duygularımın doldurduğu ruhumla, vahşi bir havyan gibi kapıyı ittirmeye, çekiştirmeye, yumruklamaya, kah kendime kah kapıya küfürler savurmaya ve en acınası görüneni de savunmasız bir mahluk edasıyla inlemeye başlamıştım... Kapının ardından gelen büyük bir yere düşme ve ya yerde yuvarlanma gürültüsüyle beraber, kapı, menteşeleri üzerinde müthiş bir hızla kenara savrulduğunda, nefes nefese kalmıştım. İçimde ruhumu kavuran kör ateş hala ayaktaydı ve ben hunharca gülümsediğimi şimdi ürpererek hatırlıyorum. Gözlerimin içerideki loşluğa alışması vakit aldı. Kapı savrulduğunda ayaklanan toz zerreleri odanın görüntüsünü enine daraltıp, boyuna uzatıyordu. İlk gözüme ilişen, bahçeden kapkara bir boşluğu andıran pencerenin içeriden görünüşüydü: kesinlikle dışarıda kalan ışığın cansız kopyasını salıyordu odaya ve kendiside, rengi atmış ince kahverengi perdelerin ardında saklanan buzlu bir ay parçasıydı sanki. Mat ve soluk ışığa alışan bakışlarım, en başta odanın beklediğim kadar lanetli durmadığını farz etti. Dolayısıyla içeri ilk adımlarımı attığımda bu gereksiz gözlemin yanlışlığını fark edemedim. Ben adım attıkça döşemeden yoğun ve siyah toz kütleleri havalanıyordu. İçerisi yılların nemi, beklemişliği içinde berbat kokuyordu. Duvarlardaki boyalar büyük oranda dökülmüştü ve yer yer beliren silik belirtilere bakılırsa duvarların rengi bir zamanlar maviydi... Bu kısmı yazarken zorlanacağımı biliyordum. Şimdi bile bu kelimeleri yazarak kendimi bundan kurtarabilmeyi umuyorum, fakat denemekten başka şansım var mı? Bu şeytani ilim ve ona adanmış sapkın müritlerin şer yuvaları asla yok edilemez; ne yakılabilir ne de asitle eritilebilir. Kaçılabilecek kadar kaçılmalı ve oldukları gibi bırakılmalı. Hayatın anlamsızlığından dem vuranlara seslenmiyorum, lakin diğerleri bunları bilmeli ve kesinlikle – evet kesinlikle oradan uzak durmalı. Artık odanın içerisindeyken, mekanın en vurucu öğesinin zeminden yükselen bir engebe olduğunu fark ettim. Neredeyse tavana kadar ulaşan, ve yarım daireye benzeyen bu şekil için ilk izlenimim belirsizlikti. Yer sadece kaba beton kaplamasından ibaretti. Ne parke, ne fayans, ne de kurtlanmış halılar zemini örtüyordu. Çıplak duvarlar ve soğuk betondan odanın bir köşesinden baktığımda, tekinsizliğin aslında bu mezbelelikten dolayı değil, karşımda duran yükseltiden kaynaklandığını anladım. Pencereden üzerine düşen ışığın, yumuşak bir dokunuşla görünür kıldığı tarafı soluk yeşil algılanıyordu. Yanına gittim ve büründüğü gölgelerin ardında daha geniş ve yüksek olduğunu gördüm. Yerden tavana doğru yaklaşık dört metre yüksekliğindeydi. Tabanı, çapı yüksekliği kadar olan bir daireydi. Yani bu yarım bir küreydi. Neredeyse odanın tamamını kaplıyordu, gene de ben çevresinde bir tur atabildim. Üzerinde hatırı sayılır bir toz katmanı birikmiş bu şekil, ilk anda bende belli belirsiz bir kubbe izlenimi yaratmıştı. Çevresinde dolaşırken bu kürenin, nasıl olup da bu kadar tedirginlik yarattığını anlamaya çalışıyordum; ama o kürenin odanın ortasında neden durduğunu düşünmüyordum. Yarım kürenin çevresinde dönerken, odanın zeminini işgal eden yegane eşyanın, kürenin yanına atılmış hırpani bir kumaş olduğunu fark ettim. Bu anda ve ben o kumaşın üzerine basıp kürenin diğer tarafına geçecekken durmama sebep olan olay oldu: dışarıdan gelen gürültülere karışan güçlü ve boğuk bir tıslama duydum. Öyle etkiliydi ki, dalgınlığımdan beni çıkarıp, bir adım geri atarak o kumaş parçasına gözlerimi dikmeme sebep oldu. Çünkü yerin altından ve tam ayaklarımın altındaki zeminin titremesine neden olarak uğulduyordu. Yemin ederim ki, yaptığım işi düşünerek yapmış değilim. Eğer mantığım beni yalnız bırakmasaydı ne en başında bu odaya girerdim, ne de o tozlu ve yıllanmış kumaşı tutup yerinden kaldırmak için yere eğilirdim. Yolun çoğunu kat edip, sonrada geri dönmenize mani olanlar iş başındaydı... ve o kumaş parçasının bir kapağı gizlediğini gördüm. Bu o kadar basit bir gizleme yöntemiydi ki, oraya kadar gelmiş birinin, kapağı bulmasının zaten beklendiği gösteriliyordu sanırım. Kapak derin bir karanlığı gizliyordu. Aşağıya doğru inen basamaklar vardı. Zemine yakın ilk basamakların ardından gelen diğerleri gözükmüyordu. Bir süre o deliğin ve aşağıya inen basamakların yanında durdum. Aşağıdan gelen kokular feciydi. Aklınıza gelebilecek her türlü iğrenç kokunun birbirine karıştığı keskin bir hali vardı. Karanlık, bir duvar gibi kararlı ve yoğun görünüyordu. Yan taraftan, pencereden sızan solgun ışığın, bu karanlıkta hiç mi hiç hükmü yoktu. Odayı ancak aydınlatabiliyor, bu deliğin içinde ise ışık, kesinlikle ölüyordu. Beklememin sebebi kararsızlık değildi. Akıl almaz bir dürtüyle, delikten aşağı inmeye can attığımı biliyordum. Yaptığım sadece karanlığa alışmaktı; tuhaf seslere ve tabi o tiksindirici kokuya. Merdivenlere doğru ilk hamlem oldukça yavaştı. Merakımın bu denli azgınlaşmasına şimdi daha çok hayret ve pişmanlık duyuyorum. Basamakları bir bir inerken kalbim öylesine kuvvetli atıyordu ki, hem korkunun ateşini, hem de merakın fevriliğini tüm vücuduma büyük bir basınçla pompaladığını hissediyordum. Kaçamadığım ve tutsağı olduğum korkumu savuşturmak için tam yirmi beş basamak saydığımda, zifiri karanlığı taşıyan zemine ayak bastım. Gözlerimin karanlığa alışması olanaksızdı. En ufak bir pırıltı dahi yoktu. Artık çok yukarılarda ufacık kalmış delik, çok silik bir aydınlık içeriyordu, ve bana hiç yardımı olmuyordu. Basamakların yanında, önümde neyin uzandığını bilmeden bekliyordum. Sonra fısıltılar geri geldi,hani eve ilk girişimde beni karşılayan kışkırtan fısıltılar. Şimdi, içinde bulunduğum belirsizliğin sahibi edasıyla etrafımda dolanıyorlardı. Soğuk esintiler gibi yüzümü yalıyor, ensemi ürpertiyorlardı. Vahşi bir melodiyi hevesle mırıldanan sesler... Önümdeki boş karanlık, bu sesin vurgularıyla yeşil, dumanlı ve ancak seçilebilen bir ışıkla atmaya başladı; ışık, bir kalpten pompalanıyormuşçasına bir sönüp, bir parlıyordu. Her seferinde de biraz daha ileriye doğru ulaşıyordu yeşil ve dumandan parmakları. Böylece belli belirsiz bir koridorun duvarları gölgeler içinde ortaya çıkıverdi. Duvarlar ve tavan, tahta kirişler ve kalaslarla özensizce desteklenmişti. Koridor boyunca, önümde boğucu bir matlıkla pırıldayan yeşil ışık, ileride bir yerde daha çok parlıyordu. Yeşile buladığı pis kokulu koridorun sonunda, sol kısmında öyle bir parlıyordu ki, karanlığın o köşesinde yeşil, güçlü bir nur oluşmuştu. Ruhum daralmıştı. Vücudumun içinde bir yerlere sinmiş, aklımın ne gibi kararlar alacağını bekliyordu. Neredeyse iki arada kaldım diyebilirim. Yukarıda isteksiz ve soluk görünen ışığın, merdivenleri yeniden tırmanıp ona ulaşmamı şevklendirecek hiçbir etkisi yoktu. Önümde bekleyen karanlığın yeşil nuru ise tehditkar fakat ele geçiriciydi. Bir farenin önüne konmuş kırıntıları yiye yiye kapana yaklaşması misali, aklımı kemiren merakıma yenilerek, o fersiz yeşil nura doğru ilerlemeye başladım adım adım... ...Yeşil nurun içine girişimle çıkışım arasında belli bir zaman geçmiş olmalı. Ben her ne kadar o zaman aralığını bir türlü anımsayamasam da, dışarı çıktığımda güneş neredeyse batıyordu ve elimde tozlu, kalın ve eski bir kitap tutuyordum. Nefes nefeseydim; hatırlamadığım bir heyecan içerisinde titriyordum. Boş olan elimde kalın bir tahta sopa vardı, ucundan yeşil ışıkla rengi değişik görünen kan damlıyordu. Büyük bir güç harcamış gibiydim. Kollarım ağrıyor, alnımdan ter damlaları süzülüyordu. Karnım, ağır bir şeyi kaldırmışçasına, her nefes alıp verişimde yanıyordu. Pantolonum parçalanmıştı ve bacaklarımda derin çizikler vardı. Telaş içerisinde ne olduğunu hatırlamaya çalışırken, yeşil nurun içinden korkunç bir tıslama üzerime boşaldı. Yüreğimi donduran sesi duyar duymaz koştum. Üzerindeki delikten çok cılız bir aydınlığın üstüne döküldüğü ışıkla, bir serabı andıran merdivenlere koştum. Ben kaçtıkça ses bir türlü azalmadı; beni takip ediyordu. Ondan daha hızlı olmayı deniyordum. Ama o hep bana daha fazla yaklaşıyordu. Eğer delikten kendimi tam o anda dışarıya atıp kapağı hezeyan içinde kapatmasaydım, belki de o ses beni ele geçirip, kendi tasarladıklarını mahvedecekti. Yani bu benim gayretlerimle oluşmamıştı. Ne yapmam tasarlanmışsa onu yapıyordum. Aynen şu anda içinde bulunduğum durum gibi; sanmayın ki kendi isteğimle tutuyorum kalemi. Tüm korkularımla beraber yazılmış olanlar, benim iradem dışında yazıldı; hatta bu itiraflar bile. Kapımda ve penceremde bekleşen delilik bunu bitirmemi, yazgımın, diğer o eve girenlerle aynı şekilde noktalanmasını bekliyor. Şiddetle karşı durduğum ve asla bu elin yazmayacağı bir şey daha var. Yazmam için beni zorluyor, ama hayır. O an, kapağın yanında nefes nefese yere kapaklanmış yatarken, tüm duyularım keskinleşmişti. En ufak çıtırtıya yada tenime değen en önemsiz esintiye aşırı derecede tepki veriyordum. Kapalı duran kapağın yanında oturmuş nefes alıp verirken, tüm dehşetin yerin altında kaldığını düşünmek için var gücümle uğraşıyordum. Ama üzerimden bana bakan kubbe, bir türlü buna izin vermiyordu. Daha fazla oyalanmadan kapıya ulaşmalıydım. Yalpalayarak fakat yine de kitabı ve sopayı elimden bırakmadan, beni ilk başta uğraştıran o kapıya koştum. Bir çığlık attığımı hala hatırlıyorum. Tüylerimi ürperten gerçek, kapının koluna asılmış, zamanın kuruttuğu etleri içinden bana bakıyordu. Bir kütle duruyordu kapı ile duvar arasında; kurtlanmış pantolon, ceket ve gömleğin içinde, yıllar boyu çürümüş talihsiz vücudun, buruşmuş derisi içinden gerçek şekli ortaya çıkan başında oyuk gibi duran iki göz yuvası, üzüntü ve dehşetin karıştığı bir ifade ile boşluğa bakıyordu. Elleri amansızca kapı kolunu kavramış ve belli ki yaşamının son anlarında açmayı bir türlü başaramamıştı: nasıl öldüyse öyle kalmıştı. Kokusunu ancak o zaman fark ettim ve midemin alt üst olmasına engel olamadım. Zavallı Nedim! Ve gece olmuştu; gökte yıldız ve ay ışığı yoktu. Apartmanların kafeslediği bahçe, kesif bir yalnızlık içerisindeydi. Ama ben ne yazık ki bekleniyordum. Zira kapının önünde pek çok kedi vardı ve hepsi de saldırıya hazır hırlıyordu. Apartmanların ışıkları yanıyordu, insanlar evlerindeydi, evleri sıcacıktı, habersiz yaşıyorlardı. Yardım istemeliydim, ama sesim çıkmadı. Kedilerin içinden acı içinde geçerken, ve onlar gaddarca ve tatminle çığlıklar atıp etlerimi yaralarken, sesim benden azadeydi. İçimde parçalanan acı feryatlar asla dışarıya ulaşmadı. Yine de çektirdikleri tüm acılara rağmen, beni ölümün sınırında bıraktılar. Can havliyle eve girdim. Kapı pencere ne varsa kapatıp, perdeleri çektim. Artık bitiriyorum; çektiğim acı dayanılmaz oluyor. Fakat içimdeki tüm arzuya rağmen, bu kitabın içinde neler olduğunu yazmayacağım. Yazmamalıyım. Biliyorum ki, evveli ya da sonrası bilinmeyen bu oyunun sekteye uğraması benim elimden olmayacak. Ben ancak, okyanusta bir damlayım. Asırlardır oynanan sapkınca bir oyun bu; müritlerini bolca mükafatlandıran, zaten müritlerince daha da dayanılmaz kılınan bir düzen. Kendi adıma şunu söyleyebilirim; sadece yüzyıllarla sınırlı kalmış, yine de ancak bir bölümünü oluşturabilen elimdeki yazılar, hem kendimi, hem insanoğlunu, hem de bu koca alemi öylesine önemsiz görmeme sebep oldu ki, artık ölümün bile beni kurtarmayacağını anlıyorum. Şanssız ruhum, bir oyuncaktan öteye geçmeyecek bundan sonra. Ve son anlarımda, bize kabul ettirilen tarihinde, çaresiz ve telaş içindeki kafaların eseri olduğunu biliyorum. Bu döngü mutlaka bu geceden sonra da devinip duracak. Elbette pek çok talihsiz kurban olacak, lakin bazıları da şeytani işlerle uğraşmanın mükafatını alacak (Remzi Bey?..). Fakat tüm bu olaylara, elimden geldiği kadar az dahil olmak istiyorum. Ve bu isyanımla beraber rahatlamıyor, aksine çıldırıyorum. Tüm yazdıklarım manasız görünebilir. Sanıyorum ki, bir gün kitap yeniden bulununca, içine koyacağım bu yazı bir insanı dahi kurtarırsa, teselli için bu yetebilir. Şu yazı boyunca tek bir kere, gayretimin son zerresiyle, şimdi ona karşı koyup pişmanlıkla... ...sana sesleniyorum! Bu kitabı okuma, hiç açmamış olmanı dilerdim, ama ne yazık ki bu önlenemez. Yalvarırım kitabı yak, eğer başarabilirsen. En azından okumadan sakla, ya da durduğu yerde bırak! Şimdi kalemi kırıyorum. -SON-
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |