..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Hayaller olmasaydı, umutlar dünde kalırdı. - Dolmuş atasözü
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Beklenmedik > özlem şan




31 Ekim 2008
Hayatın Hikayesi  
özlem şan
hayat hikayedir. hayatın yazdıkları yaşamımızdır. iç içe geçmiş yaşayan binlerce hikaye.. bu hikaye hayatın hikayesidir. ve bir çok hikayenin hikayesi..


:BDFE:



HİKAYEDEN EVVEL




          “Ellerimi daldırdım parıltılı lal kuyuya. Bir avucuma sırlar doldurdum bir avucuma hikayeler. Kalbimden bir parşömen çıkardım. İstanbul’un semalarında uçan bir martıdan tüyünü istedim. Esirgemedi. Kuyunun anlattıklarını bende bilmek isterim dedi.

Kalbimin parşömenine bir öykü yazdım sonunda. Avucumun biri boşalana dek. Diğer avucumdaki sırları binip de tüyüne esirgemeyen martının kanadına, semaya serptim. İstanbul’dan aldığımı İstanbul’a geri verdim. Yalnızca bir öykü kaldı bende. Yalnızca parşömene titrek ve yaldızlı harflerle dizenmiş bir öykü… ve bildiklerim…”






KIZ KULESİ HİKAYESİ



     Bazı hikayeler zamanından önce yazılmıştır. Şimdi anlatılacak olan hikaye de, zamanından önce yazıldı. Yaşamdan da önce…Tıpkı kız kulesinin hikayesi gibi… ama önce kule anlatılmalı.
     Evvel zamandan da önce, insanlar ulaşılmazlıklar üzerine çok düşünmüş. Semaya bakmış. Kuşlara, göğe ve özgürlüğe hayran olmuş. Ulaşılmazdır demiş ama vazgeçmemiş. Kendine kanat yapmış uçabilmek için, kuş yapmış sema da süzülebilmek için. Denize bakmış. Ne varsa üstünde içine çekmesine, içindekini sır gibi saklamasına hayran olmuş. Ulaşılmazdır demiş ama yılmamış. Sonunda denizin üstüne de bir kule kondurmuş. Denizin İçine alamadığı, saklayamadığı kule…İşte böyle başlamış hikaye… Ama insan bilememiş ki, o ulaşsa da göğe, ulaşsa da semaya, ona ulaşacakları engelleyemez. Bir engeli aşmakla bilmemiş ki insan, başka engellerde yıkılırmış. Çünkü bu bir lanetmiş insandan önce dile dökülen. Bu ulaşılmazlığın lanetiymiş.
      İnsan bu ya, hikayelere çabuk inanır. İnsanlardan üstün olduğunu sanan bir insana bir hikaye anlatılmış, geleceğe dair. Zamanından önce yazılmış bir hikayeymiş bu. İnanmış bu insan! Ulaşılmazlığı yıkmaya kalkmış. Ben güçlüyüm, insandan da denizden de üstünüm demiş. Buyurmuş tahtından denizin üstüne kule koyun, ulaşılmazlığı yıkın diye. Sebebini hikayeden alan bu buyruğun asıl amacı da aslında ulaşılmazlıkmış. Kral buyurdu demişler, onun gücü de bilgisi de bizi aşar demişler de ses etmemiş ermişler. Kralın buyruğu yerine getirilmiş.
     Zamanından önce yazılmış her hikaye kehanette bulunur. Ama iyi ama kötü…Krala anlatılan hikayenin kehaneti, ölümmüş. Kızının kaderine yazılmış bir ölüm…İşte kral kaderi, ölümü, ulaşılmazlığı yenmeye kalkmış. Etmiş eylemiş, ulaşılmazlığı yıkmış. Kuleyi kondurtmuş denize. İçine de kızını koymuş, ölüm ulaşamasın diye.
     İnsandan önce dile dökülen lanetin kilidi kırılmış böylelikle. Bu lanet, kehanetten almış gücünü de, gerçek eylemiş ölümü. Bir gün ölüm kaçağı kıza bir üzüm sepeti gelmiş. Üzümlerin arasında lanet… Üzümlerin arasında ölüm… yılan olmuş lanet, sokmuş kızı canından. Ölüm olmuş kızın bedeninde de, lanetin ispatı olmuş kız. Sonra anlamış insanoğlu, ettiğini. Geç kalmış olsa da…Lanetin ispatı kuleye bakıp ta, ‘kız kulesi’ demişler. O kızın, o lanetin kulesi…
     Anlatacağım hikaye kız kulesinin gölgesinde yaşandı. Evvelden geçmişti de zaman, şimdiye varmıştı. Kız kulesi lanetin masalı olarak kalmıştı bu zamanda. Ama yine zamanından önce yazılmış bir hikaye daha vardı, kehanette bulunan. Ama iyi ama kötü… Kehanetin gölgesin de gerçekleşti her şey. Ulaşılmazlığı yıkan insan, mesafeleri de aşmaya kalktı.. Ta ötelerden insanları birleştirdi. Modern zamanın büyüsü, sanal dünyada başladı işte bu hikaye. Yine bir ulaşılmazlığın yıkılmasıyla.







ZAMANINDAN ÖNCE YAZILAN HİKAYE




( MANO’DA BİR GECE )




İçeri hızlı adımlarla girdim. Yağmur yağıyordu. Beyoğlu’nun o yoğun, insanı telaşa sürükleyen ruhu, içime sızmıştı. Benim ruhum alıştığı halden kolay kolay çıkamaz. Alışkanlıklarım vardır benim. Kopamadığım, taptığım, sevdiğim alışkanlıklarım… Bu bünye her yeniliği almaz, öyle içine kolay kolay. Bu halde arkamdan eli silahlı adamlar koşturuyormuş gibi daldım içeri. Yüzümde bir telaş ifadesi… Sanki az sonra dizlerinin önüne çöküp ‘yardım et’ diye haykıracaktım ona. Yüzümdeki ifadeyi, hızlı adımlarımı garipsedi tabi. Ne diyebilirdim ki? Nasıl açıklayacaktım, kendimi kaybetmişim yürürken, soluğu burada aldım mı diyecektim? Sustum, gülümsedim. İçten gülümsemesiyle karşılık verdi. Anlamıştı. Her şeyi sormaz, anlatıp anlatmama özgürlüğü bırakırdı karşısındakine. İnsanı yormayan insanlardandı. Bu yüzden rahat olabiliyordum onun yanında. Başıyla terası işaret etti. Terasa geçtik. Yağmur yağıyordu, güzel bir caz parçası çalıyordu. Şu an hatırlayamıyorum ama sesi o güne çok uyan, biraz melankolik biraz neşeli bir tonu vardı parçanın. Deniz öyle karanlık duruyordu ki, ikimizde bir an öylece bakakalmıştık. Siyah bir çarşaf gibi, karanlığı sahipleniyordu. Zaman da ona uymuş, geceye varıyordu.
—Aç mısın? Bir şeyler hazırlatayım mı dedi. Hala şarkıyı düşünüyordum, nasıl da ağlayasım vardı. Direnişlerim sonunda vazgeçti, yemek fikrinden. Şaraplarımız geldi masaya. Öylece denize baktık bir süre. Sonra dayanamadım. Sanki konuşmaya çoktan başlamışız da, küçük bir es vermişiz gibi, ‘sonra öyle oldu’ işte dedim. Güldü. Güzel gülüyordu. İçten… Ama bugün biraz hüzün vardı gülüşünde. Sonra da anlatmaya başladı. Şarap güzel, sohbet güzel, içi güzel bir adam vardı gecenin kuytusunda. Mano’da bir şeyler samimiyetiyle ilerliyordu. Birbirimizi az tanırdık. Çağımızın büyük meşgalesi tanış- kaynaş sitelerinden birinde tanışmıştık. Az konuşmuş, birbirimizi çok anlamıştık. Edebiyat, hayat, aşklar, yazmak, yazamamak çerçevesinde, acılarımızla, geçmişlerimizle demlemiştik sohbetimizi. O gece de, denizin siyah çarşaflara özendiği gece de, belki kesik kesik cümlelerle, belki tanışık bir yabancılıkla ama samimiyetle içimizi döktük Mano’nun loş ışığında masamıza. Hayattan biriktirdiklerimizle ilerliyordu, hayat. Bu gece de biriktirip saklayabileceğim bir geceydi. Yan masalardan kahkahalar yükseliyordu. Biz de demlenmekten acılaşmış bir hüzün vardı. Anlayacağınız yüksek volüme mutlulukla, hüzünden kararmış ama tadı güzel melankoliyle gece bire bir ilerlemekteydi. Berabere! Alışkanlıklarım vardır benim. Kolayca bağlanabildiğim ama kopamadığım… O gece ona da çok alışmıştım Mano’ya da. Hüznümü anlayan, ortak olan, kalemi güzel, içi güzel adama, sıcak sohbetine, edebiyat kardeşim dediğimde ‘tarihteki örnekler gibi’ demesine, sessizliklerden usanmamasına, misafirperverliğine… Ah o gece ki mano! Kız kulesine istesen varacakmışsın hissi uyandırmasına, yine de ulaşmanın kolay olmadığını gösterip her şeyin kolay olmadığı bir dünyada yaşadığımı hatırlatmasına, loş, sıcak ortamına, ruhuna uyan müziğine, sahibinden ötürü içten yanına… O gece Mano’da saatler hüzne uyanmış tatlı bir samimiyetle ilerliyordu. Masa da şarap, masa da hüzün, masa da samimiyet, masa da dostluk… Ortam loş, içimiz loş, şarabın verdiği sarhoşlukla cümlelerimiz yavaş…








      ZAMANINDAN ÖNCE YAZILMIŞ HİKAYENİN HİKAYESİ



     Sıkıcı bir Pazar günü, kahvesini hazırladı ve bilgisayarının başına geçti Hale. Yarım bıraktığı öyküsünü tamamlamaya çalıştı. Bir türlü aklını toparlayamıyor, odaklanamıyor, öykünün içine giremiyordu. Sıkıldı çabalamaktan. İnternete girip kafasını dağıtmaya karar verdi. Arkadaşlık sitelerinden birine girdi. Bloglar üzerinden ilerleyen vakit öldürme sitelerin biriydi. Siteyi yaratıcılığa izin verdiği için seviyordu. İnsanlar bloglarına öykülerini, denemelerini koyup birbirleriyle paylaşıyordu.
O gece yazamamaktan usanmış Hale, insanların yazdıklarını okumaya başladı. Derken bir metin ilgisini çekti. Hüzün dolu küçük bir hikayeydi, ilgisini çeken. Öykü hüznü anlatmıyordu, yaşıyordu. Sonra yazanın diğer öykülerini okumaya başladı. Yaşayan öykülerdi bunlar. Yaşayan ve yaşatan… Hale’nin içinde garip bir his oluştu. Nedenini bilmeden bu öykülerin sahibine yakınlık duydu. Konuşmak istedi, öykülerini beğendiğini söylemek istedi ama çekindi.
Sonra adamın öykülerinden esinlendi, yazma isteği doldu içi. Öyküsünü tamamladı, bloga koydu. Öyküyü beğenenler arasında adam da vardı. birbirlerinin öykülerini takip etmeye başladılar. Derken konuşmaya… Edebiyat, hayat, duygulardan konuştular. Sonra sanaldan gerçekleşen bu sohbeti gerçek kılmaya karar verdiler. Ama oldukça uzaktılar birbirlerine. Şehirler arası dostluğun, küçük isteği ulaşılmaz görünüyordu uzaklar sebebiyle. Ama yaşam yazmakla da gerçekleşir dediler ve yazdılar.
Böylece yazdıklarını da yaşayan iki insan beraber olacakları anı yazdılar gönüllerinden geçtiği gibi. Böylece zamanından önce yazıldı hikaye. Bir karşılaşma anını zamana, engellere inat önceden yaşadılar. Böylelikle daha da büyüdü bu dostluk. Sanalı gerçek kıldılar.
     Ama bilmediler ki, zamanından önce yazılmış hikayelerinin kehanette bulunduğunu. İki yabancıyı dost kılan bir hüküm vardı hikayede. Yaşamın karışmasına izin vermeyip, yaşantıyı yazmış olmaları kehaneti buyurdu. Kehanet dostluk ve samimiyetti belki ama gerçeğin nasıl yaşanacağını kim bilebilir ki?






      HAYATIN YAZDIĞI HİKAYE


     Uzun yolculuklar çok şey öğretir insana. Gidişler insana hem kendinden hem kendisinden öğretir. İçinin bilgisine erirsin, yolların anlarında. Vardığın yerde ki sen, yolculuktan önce ki olmazsın. Saatler süren yolculuktan sonra yorgun ve içimin sesinden yorulmuş ve tüm bunları düşünürken uzandım yatağa. İçimden bir adım daha yaklaştım sana dost dedim. Bir adım daha…
     Hikayesi önce yazılmış bir karşılaşmanın hükmü boynumda düğümleniyordu buluşacağımız saatlere yaklaşırken. Ya hikayedeki gibi olmazsa? Ya yaşamla öykü uymazsa birbirine? Ya hikayenin öngördüğü gerçekleşmezse? Sorular içimi kemiriyordu. Her şeyi gerçekleşebileceği gibi tasarlayıp yazdım, ama ya gerçekleşmezse? O zaman düşündüm işte, o zaman bazı şeyleri yaşama bırakmak gerektiğini anladım. Önceden söylenmiş sözler, yaşamı zorluyordu. Ama artık yapabileceğim bir şey yoktu.
     Karşılaşma anı onun kafesinde olacaktı. Öykünün adını aldığı kafe de… Mano’da… Öykü geceye yazılmıştı halbuki, ama biz öğlen buluşacaktık. Bu bile endişelerimin artmasına sebep oluyordu. Mano’ya ulaşmak için yollara uzandım yine. Yine bir yolculuk… Yine içimin sesi dolu dizgin gürlemekteydi. Kendime kızıyordum. 'Hayatla hikayelerle karıştırıyorum, hikayeler kadar güzel olamaz ki. Hayat bu!' diyordum sürekli.
     Beyoğlu’nun insanı telaşa sürükleyen ruhundan geçip gittim, hızlı adımlarla. Kafe’ye girdim hala kendimle kavga ederek. Garsona onu sordum. Başıyla terası gösterdi. Terasa yöneldim ve onu gördüm. Birileriyle konuşuyordu. Gülüyor muydu? Galiba gülüyordu. Beni gördü, kalktı ve sitede ki takma adımı tekrarladı gülümseyerek.
Doxa!Doxa!Doxa!
Ben o esnada doxa’nın anlamının o anki halime ne kadar çok uyduğunu düşünüyordum. Yol boyunca ya öyle olmazsa, ya böyle olmazsa diye diye kuruntudan kuruntuya sürüklenmiştim. Kız kulesini görebileceğimiz masalardan birine geçtik. Soluma döndüğümde, Beyoğlu’nun dar sokakları, ardından deniz ve kız kulesini görüyordum. Ne de güzeldi! Hani bıraksan kendini o yokuştan önce denize varıp içinde saklanırdın, sonra kız kulesine çıkıp da içini açardın.
Konuşkan sessizliklerle güzelleşmişti an. Daha ilk anda, endişelerim dinmiş, hikayenin samimiyetinin gerçek olduğunu anlamıştım. Yazılanlar mı gerçek mi kılmıştı dostluğu, gerçek mi yazdırmıştı bilmiyorum. Ama o karşımda güzel yüreğiyle, içtenliğiyle duruyordu.
Güzel bir şarap eşliğinde konuşmaya başladık. Masaya gelen kafe elemanlarıyla tanıştırdı beni. Çok içten insanlardı. Belli ki onu da çok seviyorlardı. O konuşurken fark ettim ki, aslında hikayeler çok şey anlatır. Kelimelerinden tanımıştım onu. Kelimelerimden tanımıştı beni. Ve biz tıpkı yazdığımız gibiydik. Ve biz yazdığımızı yaşadık.
     Öyle güzel anlardı ki, gerçeklik duygusundan kopmaya başlamıştım. İnanın bana bir hikayenin hem yazarı hem de kahramanı olmak, hayli güzel ama delilik sınırına ulaştırabilecek bir durum. Çünkü her şey ancak bir hikaye de olabilecek gibiydi. Kız kulesi, akşamla oynaşan güneş, şarabın kırmızısı, insanların samimi gülüşleri, arka fonda çalan caz ve o… Susup ta kız kulesine baktığım anlar, kuleden çok şey öğrendim bu hikaye hakkında. Ulaşılmaz görünen, önceden yazılmış hikayesinin kehanetinin ispatı kuleden… Kehanetler gerçekleşebilirmiş, meğer dil dediğimiz aslında çok kuvvetli bir büyüymüş. Kız kulesi bunun ispatıydı.
     Biz şarapla demlenirken kafenin yetenekli elemanı Erkan, hikayeyi daha da güzelleştirdi. Siyaha yüz vermiş mavi bir gitarla geldi masaya. Ilık sesiyle akşam üstüne serenat yapar gibiydi. Erkan’ın içten gözleri, ılık güzel sesi, ana uygun seçtiği güzel şarkılarla ve güzel gece mavisi gitarla hikaye daha toz pembeye boyandı. Bir yandan kafenin bir diğer elemanı Şükrü gülümseye gülümseye şaraplarımızı tazeliyordu. Zaten düşte gibiydim ve hızlı içiyorduk. Anın güzelliğinden, şaraptan çok etkileniyordum ya. Erkan çalıyor, Şükrü şarapları tazeliyor, o yine kafenin bir diğer elemanı Elen’le konuşup gülüşüyordu. Sonra düşündüm , niye herkes gülümsüyor diye. Gözleri ışıldayan, içten ve güzel gülümseyen insanların arasına düşmüştüm. Bir de fark ettim ki, bende gülümsüyorum, deniz de gülümsüyor, kız kulesi de gülümsüyor.
Daha sonra bana dönüp yazılmalı bu an dedi. Zamanından önce yazılmış bir hikayeyi yazmak, yaşadığımız o anı yaşamında içinden çıkarıp düşe taşımak gibi. Düş gibi günün, düşünü kurmak gibi… Hayli zor hayli güzel…Ama yazılması gereken çok daha fazlası var. mesela kız kulesinin hikayesi, zamanından önce yazılmış “Mano’da bir gecenin” hikayesi ve bu an…ve bir de hayat!
Yaşam, birbirinin içinde yaşayan hikayelerin hikayesidir. Yazılması gereken daha o kadar çok şey var ki bu hikaye de… ama dedim ya bazı şeyleri de hayata bırakmalı diye… yazılması gerekli olan cümleleri de yazıp, yazma işini gerçek yazara yani hayat bırakmalı.
     Ben bir düş kurdum ve yazdım. İyi ki de yazdım. Yazınca yaşadım. Sonra yaşadım da yazdım. Aslında bu hikayeleri yazıya dökmenin de bir hikayesi var. Dedim ya, anlatacak çok şey var. Ama bunları ben değil, hayat anlatacak.

















HAYATIN HİKAYESİ
     


     Bu hikaye tıpkı hayat gibi, içi içe geçmiş yaşayan hikayelerden oluşuyordu. Ama bu hikaye de hayatın bir hikayesiydi yalnızca. Zamanından önce veya sonra... Yazılmış bir gerçeklik veya yaşanmış bir gerçeklik olarak... Hayat gibi biraz düş biraz gerçek! Hayat gibi biraz yalan biraz doğru!
     Bir 'an' için, binlerce kurgu yapabilirsiniz. Bin bir şekilde tasarlayabilirsiniz. Hayat olasılıklarla, tesadüflerle ilerlerken, hikayeye kalan tesadüfler hayli çoktur. Nasıl yaşandığı ya da nasıl yazıldığı önemli değildir aslında. Çünkü bu hayatın hikayesidir.
     Hayatı yazmakla ya da yaşamakla gerçekleştirmenin arasında fark yoktur, bu hikaye de anlamını bundan alır. Nasıl yaşandıysa da nasıl yazıldıysa da önemli değil, önemli olan hayatın içinde bir şekilde var olduğu. Ve aslında bunu yazanın hayatın kendisi olduğu!
     Hikayenin döngüsü çözülmez. Hikayeyi yazanı yazsanız bile çözülmez. Çünkü yalnızca bir yazan değil, yaşayan, yaşadığını yazan, yazdığını yaşayan, ya da içinde barındıran bir gerçeklik var. Neyin gerçek olduğunu nereden bilebiliriz ki?
     Ah hayat! Ah hikayeler! Aslında tüm söylenenlerden de öte, tüm çıkarılacak derslerden de öte, bilmemiz gereken yalnızca hayatın bir hikaye olduğudur. Bu hikayeyi nasıl okursanız okuyun! Ama unutmayın siz hayatı okurken, hayatta sizi yazmakta. Sizin hikayenizi!
Sizin hikayeniz nedir?






HİKAYEDEN SONRA




“ lal kuyunun parıltısı dökülür parşömene. Sırlar ya da hikayeler ne varsa arta kalan İstanbul'dan doldurduğum avuçlarıma, döktüm yazıya. Şimdi özgürüm. Şimdi ulaşılmaz değil parıltılar. Şimdi binip de martının kanadına süzülebilirim semada. Şimdi varıp ta denize, saklanabilirim. Şimdi lanetin kulesin de, içimi açabilirim.

.........
          Kız kulesine ulaştım önce. Kalbimin parşömenine bir hikaye yazdım. Sonra İstanbul'a verdim hikayeyi. Hayatın hikayesini... İstanbul'a... laneti görmüş geçirmiş, kehaneti bilen güzel İstanbul'a...

bunlar lal kuyunun son sözleri”

     



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Biblo Hayatlar
Sayıklayan Leke
Sayıklayan Oje


özlem şan kimdir?

yazarak yaşadım. . yazarak bildim

Etkilendiği Yazarlar:
murathan mungan,küçük iskender,altay öktem,nilgün marmara


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © özlem şan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.