Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine... |
|
||||||||||
|
ÜNLÜ YAZARIN AŞK VE SERÜVENLERİ Fuat OVAT Romanlar, piyesler, sinema için senaryolar yazmak umuduyla evlenip, değil öykü, şiir, deneme, bir cümle bile yazamayan adamın hazin, hüzün dolu, ders alınması gereken hayat hikâyesinin yansımaları... “Vitrinlerde kitaplar. İmrenerek bakıyorum: Bir gün benim de kitaplarım vitrinlerde olacak mı acaba?… Yazar değilim ben; istesem de olamam. Her şeyden önce benim okumam yazmam yok. Yazmayı bırakın, doğru düzgün konuşmayı bilmem ben. Düşünemem, muhakeme yapamam; hayat acemisiyim, ben hayatı bilmem ki…” Böyle dedi, hemen ardından, daha kısa pantolon giydiği günlerde babasının kendisine okumayı yasakladığını hatırladı adam. Çok kızdığı günlerin birinde, babası onun öykü, şiir, masal kitaplarını toplamış, banyo sobasında yakmıştı. Bütün dünyası yıkılmıştı çocuğun... Vazgeçmedi. Direndi çocuk. Ders kitaplarının arasına öykü, şiir kitaplarını koydu, gizlice okudu. Yazmaksa tahayyül edilemeyecek bir eylemdi onun için. Kitap yazma işi, bir dönem din kitaplarının yazılmasından ibaretti. Engin bir hoşgörü sahibi olan dedesi ona, yazma kitap ticaretinin Bursa ve Edirne’de, büyük cami avlularında başladığını anlatmıştı. Asıl yazma kitap ticareti İstanbul’da Kapalıçarşı sahaflarınca yapılırdı. Onların sıkı kuralları olan bir loncası da vardı… Çocukluğundan beri yazar olmak istiyordu adam. Ne var ki, yeteneği, çalışma isteği ve alışkanlıkları buna uygun değildi. Deneyiminin yeterli olduğunu söylemek de imkânsız. Bir kompozisyon dersinde mizansen yapıp, özenle hazırladığı yazı dosyasını yayıncıların kabul etmemesi üzerine onu ateşe atıp yaktığını, pişman olunca onu almak için uzattığı elinin yandığını, elinin yaralarının bir süre sonra iyileştiğini, ama yüreğindeki ateşin yanmaya devam ettiğini yazmıştı buruşuk bir kâğıda… Gerçek neydi, nasıldı acaba? O, bunca yıldır yalan yanlış yazıp duran biri miydi yoksa?... Lise yıllarında ilk yazısı okulun duvarında, Sesimiz gazetesinde yayımlanmıştı; “Çiftçi dayım çalışkandır.” diye başlayan bu yazıdan sonra uzun süre yazamadı, yazdıkları da yayımlanmadı. Gazetecilik okuluna gitti. Oradaki öğrenimi nedense yazı hayatında bir milim olsun ilerlemesini sağlamadı… Uzun zaman malzeme topluyorum diye dolaştı durdu. Gençlik yılları böyle beyhude geçti. Yazdığı ilk yazıyı kendisi de beğenmediğinden yırtıp attı. Ertesi sabah ilk iş olarak, çöpteki parçaları toplayıp şeffaf bantlarla birleştirdi. Yazdıkları iyiydi belki de; kendi kendine haksızlık etmiş olabilirdi... Sigarasını yaktı, ayaklarını uzattı, daha bir dikkatle okudu yazısını. İyiydi, bayağı iyiydi hem. Emin olmak için komşu kızına okuttu. Kız pür dikkat okudu, ardından bastı kahkahayı. “Anlaşılmıyorum sanırım.” dedi; “Pek çok dahi gibi yalnızım.” Başkalarına okuttu. Sanki önceden sözleşmiş gibi her okuyan basıyordu kahkahayı. Oysa adam komik bir şey yazmamıştı. Onunki daha çok dramdı... Bıkmadı, yazma yolundaki yürüyüşünü sürdürdü. Çok sık yazamıyordu, ama bıkmaksızın yazıyordu. Adam neden anlaşılamıyordu? Okuyucular anlayışsız ve bencildi belki de... Zor yazan biriydi. Buna rağmen yıllardır direniyor, uğraşıyor, didiniyor, yılmadan bir daha bir daha deniyordu… Bir cümle buluyordu bazen; yazmaya fırsat bulamadan unutuyordu, kaybediyordu onu. Günlerce düşünse de bulamıyordu. Nice sancılardan sonra kırık dökük cümleler geliyordu ama nafile. Hiç biri onun yerini tutmuyordu. Adam bu durumlarda delirecek gibi oluyordu… “Yazamıyorum. Söylenecek her şey söylendi, yazılacak her şey yazıldı belki. Yazı yazmaya korkuyorum; yazı korkağıyım ben. Kim bilir belki da yazı yazmayı bilmiyorum, ben yazmayı bilmiyorum…” Taşra dergilerinin birinde bir buçuk sayfalık öyle sıradan bir tanıtma yazısı yayımlanmıştı. Adam hemen o dergiyi edinmişti. Günlerce onu yanından ayırmamış, onunla yemiş içmiş, yatmış kalkmıştı... Şöhret ona aşk da getirmişti! Ona öyle geliyor, o öyle düşünüyordu. Son kız arkadaşıyla, gerçekte kaç yıl aradan sonra elini tuttuğu ilk bayanla söz kesmişlerdi. Nişanlanacak, evleneceklerdi. Böyle olunca, adam dergiyi o kıza vermişti. Ne var ki ayrıldılar. İlişkileri yürümedi. Biricik ürün, o canım dergi de yitip gitti böylece. Sıfıra sıfır elde var sıfır durumu oluşmuştu ve yapacak bir şey yoktu. Zor yazan adamın, yıllar sonra zorla yayımlanan yazısının olduğu dergi bir oldubittiyle yitip gitmişti... Adam panik halinde dolaştı bir süre. Neden sonra evlendi ansızın. Neye uğradığını şaşırdı… Eşi onun odasını işgal etmiş; o mekânda gazete, dergi, kitap bulundurmasını yasaklamış, mevcutları da adamın şaşkın ve yalvaran bakışlarını görmezden gelerek merdiven altlarına atmıştı. Yazmak bir yana, adam okumaya da hasret kalmıştı. Adamın kalemlerini saklamıştı kadın, kâğıtlarını, defterlerini. Eski bilgisayarını, dosyalarını yok etmişti. Adam aradığı hiçbir şeyi bulamıyordu. Buna rağmen, fırsat bulsa da biraz çalışacak gibi olsa eşi bahaneyi bahane edip kavga çıkarıyor, mutlaka onun çalışmasını engelliyordu. Bir gün eşi ona, “Senden yazar olmaz.” dedi. … Adam baktı ki olmuyor, eşinden ayrıldı. Böylesi daha iyiydi, artık özgürce yazabilirdi. Zaman içinde sıkıldı, yeniden evlendi. Bu eşi adamın çalışmasını engellediği yetmezmiş gibi yazılarını çaldı, onun tek okuru ve denetçisi oldu. Adam ondan da ayrıldı. Bu, birkaç kez daha böyle gitti. Yedi kez evlendi ve boşandı adam. Son eşlerinin hepsi de adamın tek okuru, acımasız eleştirmeniydi nedense… Peki ama… Neden onun yazıları yayımlanmıyordu? Uzun uzun düşündü. Sakın bir eksiği olmasın? ... Masası küçük ve köşeliydi, koltuğu rahat değildi; belki de bu yüzden yazamıyordu. Kaç zamandır kullandığı masayı ve alıştığı koltuğu kömürlüğe koydu. Yeni, büyük, oval bir masa satın aldı. Masanın üzerine yazılarının yanı sıra çiçekler, kitaplar, kadehler ve alkollü içkiler de koydu. İçtikçe daha kolay yazıyordu adam… Derken, çevredeki gürültünün çalışmalarını olumsuz etkilediğinin farkına vardı. Onca yıllık geçmişini; sokağını, evini, komşularını bir kalemde sildi, varlıklı insanların yaşadığı lüks bir semte taşındı. İlk günlerde sessizlikten bunaldığı oldu. Ama sürdürdü çalışmalarını. Kendisi yazamadığı durumlarda, çevresinden yardım aldı. Yemeğe davet ettiği arkadaşlarına “Siz olsanız bu konuda nasıl yazarsınız?” dedi. Onların yazdıklarını aldı, biraz değiştirdi, yazı dosyasına koydu... Bir şeyler karaladı hep, ünlü yazarların kimi yazılarını biraz değiştirerek kendi yazısı gibi sundu çevresine, olmadı. Belki de oldu diye düşündü. Her çeşit dergiye gönderdi yazılarını; yayımlanmadı. Dergilerden sonra; yazdıklarını sarı, mavi, yeşil, kırmızı, hemen her renkten gazetelere gönderdi. Bir iki cümlelik kısa yorum yazıları dışında yayımlanan olmadı… Bozkırın ortasındaki kentte tıkandığını hissedince ilk otobüsle Akdeniz kıyılarına gitti. Olmadı, yine yazamadı. Karadeniz’de de durum değişik değildi... Aldı bavulunu, atladı uçağa. Atina, Paris, Viyana, Londra, Rio De Janerio, Los Angeles, Las Vegas, Miami, Canberra, Baden, Essen, Einhoven, Lugano, Tokyo, Caracas, Bahama Adaları, neredeyse bütün dünyayı dolaştı. Oralarda bir iki yazı yazar yazmaz ülkesine, sürekli yaşadığı kente döndü. Uçakta bile yazmayı sürdürmüştü… Çok keyifliydi. Yazılarını hemen yayınevlerine gönderdi. Umutluydu bu yazılardan. Ne var ki bunlardan da yayımlanan olmadı… Kimi editörler, onun yazılarında coşku olmadığını, yaşamın eksik yansıtıldığını söyleyince sık sık başka ülkelere gitmeye, yeni kadınlarla birlikte olmaya başladı. Gezi giderleri, alkol, gece yaşamı, kabarık faturalar adamı zorlasa da yazar olma uğruna o bunların hepsine katlandı. Güçlükle yazılar yazdı. Yaşadıklarını, gördüklerini anlattı. Ne yazık ki bu yazılardan da yayımlanan olmadı. Başka yazarların nasıl yazdığına baktı; onlar gibi yazdı, hatta onların kimi cümlelerini olduğu gibi alıp kendi yazısına koydu. Sonuç değişmedi. Okul arkadaşlarını topladı. Yayıncıların kendisini ve arkadaşlarını anlamadığından hareketle bir dergi çıkarmayı önerdi. Onlardan bir kaçı adamla çalışmayı kabul ettiler. Dergilerinin ilk sayısı aynı zamanda son sayı oldu. Satılmayan dergileri, ortaklar aralarında paylaştılar. Neden sonra, adam öyküler yazmaya karar verdi. Heyhat yazdığı üç beş öyküyü de yayımlatamadı. Bunun üzerine daha çok öykü yazıp kitap çıkarmaya karar verdi. Bu amaçla geceli gündüzlü, deliler gibi çalıştı. Yemek yemeyi su içmeyi bile unuttuğu oldu. Kitap formatındaki öyküleri kırk dokuz sayfaya ulaştığında adam onları özel bir dosyada topladı. Nereye gitse onları da çocuğu gibi yanında götürüyordu artık… Yoğun bir günün ardından eve yöneldi. Buzdolabında yiyecek bir şey olmadığını hatırlayınca yol üstündeki alışveriş merkezine gitti. Paltosunu, eldivenini; içinde özel dosyanın olduğu küçük poşeti koydu alışveriş arabasına. Çok oyalanmadan ihtiyaçlarını aldı, kasaya yöneldi. Ödemeyi yaptı, çarşıdan çıktı. Alışveriş arabasını bahçede bırakıp poşetler elinde, koşarcasına evine gitti. Rahat bir şeyler giydi. Bilgisayarını açtı. Bir yandan hafif bir şeyler yerken, bir yandan da çalışacaktı. Dosyasını, disketlerini aradı. Bulamadı. Bütün poşetleri boşalttı. Ne dosya vardı ne de disketler. Peki, onlar nereye gitmişti? Salonda, odada, kapının önünde mi acaba? Adamın yazı dosyaları kaybolmuştu işte. Onu mutlaka bir bulan olacaktı. Bulan kişi, kadir kıymet bilmeyen biriyse onu alıp çöpe atabilirdi. Ateşe verip yakabilirdi. Kim bilir, bakarsın yayınevine verip bastırırdı. Adamın adını çıkarıp kendi adını koydu mu, al sana kolay yoldan gelen yazarlık; havadan gelen şan, şöhret, para... Adam başarıya ne kadar yaklaşmıştı oysa. Dosyayı mutlaka bulmalıydı. Ama nasıl?... Yolda düşürmüş olabilir miydi? Uzak bir ihtimal. Bunca poşetin arasında o mu düşmüştü yani. Olamazdı. İyi de canım, neredeydi bu dosya, disketler? Belki de markette kalmıştı; dolaştığı reyonların birinde, çarşıda, bahçede, alış veriş arabasında? Acaba? Olabilir mi? Belki… En iyisi gecikmeden çarşıya gitmeliydi. Ayakkabısını giydi, nefes nefese koştu. Çarşı girişindeki güvenlik görevlisi genç kıza dosyasını sordu. O, böyle bir şey görmediğini söyledi. Adamı danışmaya yönlendirdi. Adam, danışmadaki görevliye olanları anlattı. Görevli, bunu güvenliğin bileceğini söyledi. Oysa, adam zaten güvenlik görevlilerinden biriyle görüşerek gelmişti buraya. Birkaç kişiye daha derdini anlattı. Herkes dinliyor, bir başkasına gönderiyordu adamı. Neden sonra, onlardan biri, bahçedeki alışveriş arabalarının birinde bir poşet bulunduğunu söyledi. Ne var ki, poşeti bulan kişiye ulaşılamadı. Uzun bir arama, sorma sürecinden sonra, o kişinin nöbetinin bittiği, evine gittiği anlaşıldı. Peki, bulunan poşet neredeydi? Yoksa böyle bir poşet bulunmamış mıydı?... Uzun arayış ve tartışmalardan sonra, giden görevlinin bulduğu poşeti market güvenlik biriminin dışındaki Çarşı güvenlik birimine vermiş olabileceği ihtimalinden söz edildi. Güvenlik görevlilerinden birinin rehberliğinde sözü edilen yere gidildi. Soğuk bir büro görünümünde bir yerdi orası. Anlattıklarını dinledi, adamın kimliğini sordu oradaki görevli. Kimliğini gördükten sonra, bankonun altından bir poşet çıkardı. Adam hemen tanıdı, kaybettiği poşeti bulmuştu işte. Onu almak için uzattığı eli boşlukta kaldı. Görevli ona poşetin içinde ne olduğunu sordu. Adam onların anlayacağı biçimde anlattı. Görevli, bakalım dedi, poşeti açtı. Disketler, kitap dosyası, kapak eskizleri hepsi oradaydı işte. Kimlikteki adla kitap kapağındaki adın aynı olduğunu gören görevli özür diledi, görevi gereği böyle davranmak durumunda kaldığını söyledi. —Siz yazar mısınız? diye sordu coşkuyla. —Evet, dedi adam. Sonunda yazarlığını kabul eden biriyle karşılaşmanın mutluluğunu yaşadı kısa bir süre. Görevliyle birlikte oradaki güvenlik görevlilerinin de adama yaklaşımı değişmişti. Hepsi de, bakışıyla, duruşuyla, hemen her davranışıyla ona yazar olduğunu, önemli biri olduğunu hissettirmeye çalışıyordu. Bu durum adamın çok hoşuna gitmişti. Gururla aldı dosyasını, teşekkür etti, yere daha bir sağlam basarak yürümeye başladı. Bu güvenlik görevlileri adamın hayranıydı, bunların hepsinin gözünde yazardı adam artık. Rahatlamıştı, kuş gibi hafiflemişti. Stresin, korkunun, gerilimin yerini sevinç, mutluluk almıştı. Dönüş yolunda, adamın yazar olduğunu anlayan güvenlik görevlilerinin kapılara yaklaşırken öne geçip kapıları sonuna kadar açması, adama yol vermeleri onun çok hoşuna gitmişti. Adam, ertesi gün bu olaydan dolayı bir parti verdi. Viski, şampanya, rakı, cin, votka su gibi aktı. Herkes gönlünce yiyip içtiği için mutluydu, adam da yazarlığını kutladığı için... Bu tür eğlenceler bittikten sonra, adam bazen kendisiyle hesaplaşmaya girer, enikonu eleştirirdi kendini: “Yazar değilim ben; istesem de olamam. Her şeyden önce benim okumam yazmam yok. Yazmayı bırakın, doğru düzgün konuşmayı bilmem. Düşünemem, muhakeme yapamam; hayat acemisiyim, ben hayatı bilmem ki…” Böyle dese de vazgeçmez, direnirdi… Adam biraz daha çalıştı. Ne var ki yeni öyküler yazamadı. Bunun üzerine öykü taslağı görünümündeki yazılarından oluşan dosyasıyla ilgili olarak ülkedeki yayınevlerinin yarıdan çoğuyla yazıştı, telefonlaştı. Nedense hiç kimse bu şatafatlı dosyayı yayımlamak istemiyordu. Adam bir gün posta kutusunda bir mektup buldu. Ülkenin en büyük kentindeki ünlü yayınevlerinin birinden geliyordu bu. “Dosyanızı bize gönderin, inceleyelim. Olumlu ya da olumsuz sonuç size bildirilecektir.” Adam çok sevindi. Herkese bu mektuptan söz etti. Ülkemizin en büyük yayınevi basmak için dosyamı istiyor ama ben göndermiyorum dedi. Pireyi deve gibi göstermekle kalmayıp gerçeği de saptırmıştı. Ama bu durumu bir tek o biliyordu. Birkaç gün sonra da kitaplarını ünlü bir yayınevinin basmak istemesi dolayısıyla bir parti verdi. Yakından, uzaktan tanıyan, hatta hiç tanımayan ama daveti duyan herkes oradaydı o akşam... Adam yazdıklarını okuyor, başka yazarlarınkiyle karşılaştırıyor, her gün, her defasında kendi yazdıklarını beğeniyor, yeniden yeniden kendine hayran oluyordu. En iyisi yarışmalara katılmaktı. Ülkede çıkan bütün sanat edebiyat dergilerini satın aldı. Yarışmalarla ilgili sayfalarını kesti, bir dosyada topladı. Her birine ayrı ayrı öyküler gönderdi. Nasıl olsa bunların bir kaçını kazanacaktı. Bu umutla günlerce, aylarca bekledi. Yaz, kış, dört mevsim, gece gündüz... Postacının evine uğramadan gittiğini gördüğü anlarda, arkasından koştu, kendini gösterdi. Bununla yetinmedi; “Bana mektup var mı?” diye her defasında ısrarla sordu. Yoktu. Ona gelen, bir tek mektup bile yoktu. Olsun, gelecekti. Ona kazandığını bildiren bir mektup mutlaka gelecekti. Yazacaktı, para kazanacaktı, yatlar, villalar, lüks otomobiller alacaktı, her kentte sevgilileri olacaktı. Akdeniz sahillerinde hemen her kentte evi olacaktı. Gezecek, eğlenecekti... Otomobilinin arkasında, five speed, suun roof yazacaktı. Plakasıysa kendi adı olacaktı. Özgün tasarımıyla her göreni etkileyecekti. Hidrolik direksiyon, dijital göstergeler, merkezi kilit sistemi, arka emniyet kemerleri, otomatik klima, elektrikli cam açma düzeni, hava yastıkları, far yıkama sistemi, içeriden ayarlanabilir dikiz aynaları, CD çalar, uzaktan kumandalı müzik seti, otomatik anten, amerikan bar, çelik jantlar, yatan arka koltuklar, yüksek hıza uygunluk... Adam umutsuzluğa düşmedi. Günler, aylar, mevsimler bir birini kovaladı. Kim bilir kaç yıl böyle bekledi; ne var ki, bir yarışmada olsun bir mansiyon, özendirme ödülü bile alamadı. ... Kendi kendine konuştuğu oldu. “Kim bilir aradan kaç yıl geçmiş. Büyük bir kitapevindeyim. Raflarda, türlerine, konularına göre sıralanmış boy boy, dizi dizi kitaplar. Hangisini okusam acaba? Epey bakınıyorum. Seçmekte, hangisini alacağıma karar vermekte zorlanıyorum. Yoruluyorum da. Ellerim cebimde yine, ıslık çalarak ayrılıyorum oradan. Eve gider kendi kitabımı yazarım. Başkalarının kitabıyla niye uğraşayım?...” Ne çok dosya, kaç taslak kitap hazırladı bilen yok. O her şeyi yapmıştı, ama olmamıştı. Adamın yazdıklarını yayımlamamıştı yayınevleri. Oysa adamın yazar olması, kitaplar yayımlaması, ünlü olması gerekiyordu. Adam baktı ki yazdıkları yayımlanmıyor, çevirmen olmaya karar verdi. Montaigne, Camus, Dostoyevski, Goethe, Gogol, Puşkin, Çehov, Hugo, Milan Kundera gibi dünyaca ünlü yazarları çevirdikten sonra, yayınevleri nasıl basmazdı onun kitaplarını? Küçük bir problem vardı: O, İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça, İspanyolca dillerinden birini bile bilmiyordu. Onun bildiği bir tek yabancı dil bile yoktu. Peki, nasıl çeviriler yapacaktı? Dil bilmeden, kültürü, birikimi, deneyimi yokken nasıl çalışacaktı?... Çok geçmeden bu güçlüğü de aştı; nasıl olsa bu yazarların kitabını daha önce başkaları Türkçe’ye çevirmişti. Onların bir kaçını alır, biraz değiştirir, çevirmen olarak kendi adını yazar, kitapları yayımlatırdı. Evet, evet, olacaktı. Onun adı olan kitaplar bir süre sonra kitapçı raflarını süsleyecekti… Bu parlak düşüncesini kutlamak için bir parti verdi adam. Duyan herkes partideydi. Bu duruma herkes alışıktı zaten... Partiyi izleyen günlerde, geceli gündüzlü, yılmadan, usanmadan çalıştı adam. Kendi yöntemiyle bir sürü çeviri kitap hazırladı. Onların bir kısmı yayımlandı da. Çoğu işportada, seç beğen al çığırtkanlıklarıyla satılmaya çalışıldı. Ne var ki satılamadı. ... Peki, yazar adam?... Ünlü oldu, ününü duymayan kalmadı… “Yazar eskisi, eski bir yazar mı neymiş.” diyorlardı onun için... O, bir hastanenin psikiyatri özel bölümünde tedavi görüyor şimdi. Hiç ziyaretçisi yokmuş. Konuşur dururmuş sürekli: “Bir gün benim de kitaplarım vitrinlerde olacak mı acaba?… Yazar değilim ben; istesem de olamam. Her şeyden önce benim okumam yazmam yok. Yazmayı bırakın, doğru düzgün konuşmayı bilmem ben. Düşünemem, muhakeme yapamam; hayat acemisiyim, ben hayatı bilmem ki…” Partisine katılan dostları mı? Onlar başka partilerin müdavimleri şimdi...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © fuat ovat, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |