Mektubum sanırım fazla uzun oldu, çünkü daha kısa yazmak için yeterince vaktim yoktu. -Pascal |
|
||||||||||
|
Fuat Ovat “Gemiler, dinmiş lodosların uğultusu, güvercin dolu avlular, sucuların hiç dinmeyen çıngırakları; bir kadının suya değiyor ayakları...” Bunu gören, böyle bilen kaç kişi var?... İyi, güzel, doğru, faydalı olan her şey yitti gitti mi? Onlar, güzeli çirkin, varı yok etmiş, barışı bırakmış savaşa koşmuş, yok olmuşlar sonra... Yılan toprağı koklaya koklaya yermiş, tadına daha iyi varmak için değil, toprak bitmesin diye. Yılanken o böyle yapıyor, oysa biz? Biz tüketiyoruz sürekli. Toprağı, havayı, suyu tüketiyoruz. Günleri, ayları, yılları, tüm bir yaşamı... Lüks evler, son teknolojinin ürünü otomobiller, pahalı kokular, birinci sınıf restoranlar, alımlı kadınlar... Kendimizi tüketiyoruz belki de. Günaydın, iyi akşamlar, merhaba demeye korkuyoruz. Paylaşmaya, sevinçleri çoğaltmaya, hüzünleri taşınır kılmaya öyle uzağız ki. Bastırıyoruz duygularımızı, yok sayıyoruz ya da hayvanlar gibi yaşıyoruz; vahşi, hoyrat, bencil, acınası... Paylaşmayı, sevinçleri çoğaltmayı, hüzünleri taşınır kılmayı göze alamıyoruz nedense, beceremiyoruz. Kitap okumayı bilmiyoruz. Müzik dinlemeyi de unuttuk. Radyoda, televizyonda kim neyi seçer, neyi ne kadar verirse biz onu dinliyoruz. Yığınların içindeyiz, bir tek arkadaşımız yok. Kapı komşumuzu ancak, dünya komşular gününde hatırlıyoruz. Çiçeği çiçekçide görüyoruz; evimizde, odamızda, penceremizin kenarında, balkonumuzda çiçeğimiz yok. Yüreğimizde de... Ev gezmelerimiz, dostlarımız yok! Mektup yazmıyoruz yıllardır. İnternet cafeler, disco barlar alıyor bütün zamanımızı. Telefonumuz cebimizde... Dostlukları, arkadaşlıkları, insan sıcağını tükettik. Temmuz ayında, deniz kenarında bile üşümemiz, yalnızlığımız, bundan değil mi? ... Yaşamam imkânsız bu coğrafyada... Hayatın zevk vermesi gerekirken kendisi omzumda yük olmuş. Bu kentten gidiyorum. Belki de kaçıyorum, tamam, yenildim bir kez daha... Yıllardır yanımda, sancılarıma yabancı, üretimime engel, oksijenimi tüketen, kendi denizinde boğulan arkadaş, senden de kurtuluyorum. Senden, daha seni ilk tanıdığım gün vazgeçmiştim, ama anlamadın. Belki de ben anlatamadım. Önemi yok bunun artık. Çakırdikeni gözlerin ruhumu acıtamayacak bundan böyle. Dilinle, elinle en olmadık zamanlarda beni acıtamayacaksın. Yüreğimi kanatamayacaksın. Düşlerime engel olamayacaksın bir de... Senden bir can istemiştim önce. İkimizin olan, dünden gelen, yarına giden bir ezgi. Yapamadın ya da engelledin hep. Benden ne aldınsa tükettin. O minicik canları öldürdün. Her defasında acımasızca, neredeyse bundan zevk alırcasına yaptın. Her şeyi unutabilirdim, bağışlayabilirdim hepsini. Ama o anları unutmam mümkün değil... Köpeğimi zehirledin, kedimi de. Tüm çiçeklerimi susuz bıraktın, şiirlerimi yalnız, kimsesiz. Peki, öyle olsun. ... Bundan sonraki durağım İstanbul. Fatih Sultan Mehmet’in bana armağanı olan o büyülü kent... Diyorsun ki “İstanbul’a birlikte gidelim.” Hı hı, gidelim güzelim. İstanbul büyük kent, ikimizi de alır. Sen kendi İstanbul’una gidersin; cafe barlara, diskolara, eğlence merkezlerine... Ben Orhan Veli’nin, Yahya Kemal’in, Münir Nurettin’in, Nâzım’ın İstanbul’una. Yedi tepeli şehrime... Bozulmuş İstanbul’a tepeden, hüzünle, acıyla bakan, bozulmaya direnen İstanbul yeter bana! Yoksul, onurlu, yardımsever, çalışkan, kanaatkâr, uzlaşmacı. Karınca misali, Anadolu insanı. Onları özledim ben. “İncecikten bir kar yağar.” hani, çam dallarına, belli belirsiz. Sıcacık odanda buğulanmış camdan bakarken ayrımına varamazsın bazen. Kuşları görürsün, minicik yavrusunu doyurma telaşında, bir de yarın kaygısı. Kuş bugünü yaşarken yarını da düşünür. Olmadı, engelleri aşamadı mı? Bir türkü okur çığlık çığlığa... Ben çok kuş gördüm Anadolu’da, her birinin dilinde başka bir türkü. Kimi yokluğu anlatır, hüzünlüdür... Kimi aşkı anlatır, umut dolu... Sen sanırsın ki İstanbul türkü bilmez. İstanbul bir yanıyla türkü harmanı; belki de en çok türkü İstanbul’da söylenir. İstanbul gerçekte yıllardan beri, yedi bölgenin türkülerine can veren sıcak bir coğrafyadır. Anadır İstanbul, ninniler söyler, ağıtlar yakar... Haydarpaşa garına trenler gelir, dinlenir, sonra çıkar giderler... İstanbul’a türküler gelir, trenlerden, vapurlardan daha çok. Türkünün bini gelir biri gider. Sevdalar bitmez İstanbul’da, sevdanın biri bitmeden yenisi başlar... İstanbul, şiir, şarkı, türkü kenti. Deniziyle, martısıyla, yedi tepeli şehrim. Asırlardır sevdalı... Dün Sevdalıydı Kalamış’ta, Üsküdar’da, Erenköy’de. Yarın daha çok sevdalı, Sarıyer’de, Çamlıca’da, Adalar’da... Hep Sevdalı... “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı...”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © fuat ovat, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |