..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
İnsanlığın hangi filizi köreltilmek istenmişse, tersine o filiz daha gür büyümüştür. -Freud
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Aşk ve Romantizm > Bedia Belkıs BALCILAR




29 Ekim 2010
Öğrenecek ve Öğretecek Hikâyesi Olanlara  
Bir Aşk Hikâyesi

Bedia Belkıs BALCILAR


Ali içerideki kanepeye uzanmıştı... Kalbinde değişik bir sızı vardı. İçin için yanıyordu. Kim bilir, Elif şimdi nasıldır ve ne yapıyordur? Tam o sırada kapı yavaşça açıldı. İçeriye usulca birisi girdi. Bu Elif’ten başkası değildi… Ali'nin kalbi hızla çarpmaya başladı. “Nasıl oldu da geldin Elif?” diyecek oldu, soramadı. Kelimeler boğazına düğümleniyor, konuşmak istiyor ama konuşamıyordu. Elif ile gönülden gönle akarcasına konuşmaya başladılar. —Elif sen... Buradasın, gelmişsin... — Geldim evet. — Aslında biliyordum geleceğini. İçime doğmuş gibiydi... — Sen çağırmadın mı beni? — Evet, gelmeni çok istedim. Bu sırada Ali uzandığı yerden doğrulmuştu... Genç kıza doğru adım atmak istiyor ama bir türlü ayakları olduğu yerden kımıldamıyordu. Elif bir iki adım yaklaştı ve Ali’nin gözlerinin içine bakarak, kalpten kalbe akan kelimelerle dudakları kıpırtısız vaziyette, — Geldim işte, buradayım… Yanındayım, dedi. O sırada genç kız, elini Ali'nin kalbinin üzerine koydu. Ali bir an, sinesinden hızlı bir tren geçtiğini hissetti. Tüm ılıklığıyla Elif'in eli tam kalbinin üzerindeydi. Elif, "Biliyor musun insanın yaratılış sebebi aşk olmalı" dedi ve gülümsedi. Ali kalbine söz geçiremiyordu. "Elif..." diyebildi sadece. Ne bir adım ileri, ne de geri atabiliyordu adımlarını. Kalbinde gezinen duygu şerbeti öyle bir aromaya dönüşmüştü ki, sanki tek bir kelime bu büyülü atmosferi bozacak gibi hissediyordu. Sustu Ali... Elif ile kalpten kalbe konuşmaya devam edeceği sırada bir sesle irkildi.


:BJEB:
Bölüm -I-

Bir eylül başlangıcıydı her şey. Yaz mevsiminin son demleri yaşanıyordu bu coğrafyada. Uzak memleketlerin farklı hikâyesiydi bu coğrafyada kesişen hayatlar. Biri geçmiş, diğeri gelecek peşinde iki yolcunun bir han'da rastlaşmasıydı belki de... Ya da bir at arabasına el sallayıp durduran garip bir yolcunun hikâyesi. Bilinmezdi. Yaşanılarak tecrübe edilecekti. Meçhule giden bir yüreğin umutla çarpan kalbi hangi kapıları aralayacak, hangi sofralarda oturacak, hangi ocaklarda tütecekti!

* * * * *



Öğretmenlik ataması Anadolu’nun şirin bir köyüne çıkmıştı. Genç adam valizini toplamış, bir gün evvelden varacağı yerin muhtarını telefonla aramış ve kalacağı lojman hakkında bilgi sahibi olmuştu. Nasıl bir hayat bekliyordu onu? Kuracağı düzen, öğrencilerin ahvali, yaşayacağı civar nasıldı? Hepsi içinde dağ gibi büyüyen soru işaretleriyle arzı endam ediyordu. Elbette bir o kadar sevinçli ve heyecan doluydu…



Bu düşüncelerle derin derin bakıyordu minibüsten dışarıya. Zor ve zahmetli bir yolculuk geçirmişti. Ailesinin (ille de annesinin) kendisini nemli gözlerle uğurladığı evinden çıktığından beri değiştirdiği beşinci vasıtaya bindiğinde nihayet kasabadan köye doğru yola çıkmıştı. Köy yolu kusursuz bir tablo gibiydi adeta. Yeşilin en harikulade tonlarıyla bezeli, oldukça dar bir stabilize yoldan geçtiklerinde, içine tarifsiz heyecanlar dolmuş ve iç sesine daha bir kulak kabartır olmuştu.



Ağaçlar yapraklarıyla etrafına büyülü bir renk cümbüşü tattırırken, toprağa sıkıca sarılmış köklerini, iri kabuksu gövdelerini ve göklere açılan dallarıyla da hayata nasıl tutkuyla bağlı olduklarını insana hatırlatıyorlardı. İnatla ayakta kalan ve hayata tutunan devasa bir mücadele ordusuydu orman. Tabiatın içinde tabiatın alfabesiydi...



İşte bunu düşünürken bir insanoğlu, hayatın öteki tarafında kendi olduğunu fark etti. Yeşili gören gözleri, içine coşkulu bir duygu zerk etmeyi nasıl biliyordu?



Oysa o korkularının adım başında merdivenleri çıkmaya hazırlanıyordu çaresiz... Gitmek zorundaydı. Korkularıyla yüzleşmek ve hayatın kollarına atılmak zamanıydı. Azıklarıyla varmak düştüğü yollara ve girmek sabır kapısından kendinden emin, tevekküle hazır. "Ey ağaç" dedi, "ne kadar güzelsin..." Önce "sabır" dedi, bakışlarından damlayan ince duygular. Sonra sabır... Hayat zaten sabır değil miydi?



* * * * *

Nihayetinde köye vardıklarında, ağır bir gürültüyle çalışan minibüsten inmesiyle etrafın nasıl da sessiz olduğunu anlaması uzun sürmedi genç öğretmenin. O kadar dingin bir mekândı ki burası, doğduğundan beri içinde yaşadığı büyük şehrin hengâmesinden eser yoktu. Ne bir araba sesi, ne de başka bir ses? Valizini alarak köyün meydanında duran okulun karşısına geçti genç öğretmen. Ellerini parmak uçlarına doğru birleştirerek öylece baktı ilk görev yerine. Kafasında oluşturduğu şablona uymuyordu elbet bu gördüğü manzara. Harabeye dönmüş bir okul duruyordu karşısında. Kendisini düşüncelerin kucağında bulacağı bir sıra da az öteden cılız ve kalender görünümlü bir adamın “hoş geldiniz sefalar getirdiniz muallim bey” demesiyle irkildi. Bu bir gün önce telefonda konuştuğu köyün Muhtarından başkası değildi. “hoş bulduk” dedi, kısık ve yorgun bir sesle, yutkunarak ve yarım bir gülümsemeyle tekraren “hoş bulduk” deme ihtiyacı hissetti, zira muhtar amca elini kalbinin üzerine götürüp başını bükerek sürekli olarak bir şükür ifadesi şeklinde “hoş geldiniz muallim bey, sefalar getirdiniz” terennümlerini yineliyordu.



Genç öğretmen, bu ihtiyar ve sıcakkanlı adamın karşısında eğilip bükülmesinden rahatsızlık duyuyor, muhtar ise köylerine teşrif etmiş yeni öğretmen karşısında yarı mahcup bir tavırla iki lafı bir araya getirmeye çalışıyordu. “Ya beğenmeyip köyden giderse” diye içinden türlü türlü düşünceler geçiyordu. Bu düşüncelerle genç öğretmene kurduğu cümlelere azami ölçüde dikkat ediyordu.



Tam bu sırada köy meydanına biriken insanlarla karşılaştı. İçlerinden ihtiyar bir teyze, yarı mahcup bir tavırla “ hoş gelmişsin muallim bey ” dedi. Sonra diğerleri bu söze iştirak ettiler. Genç öğretmen elinde valiziyle muhtar’ın evine doğru yola koyuldu. Bu esnada köy ahalisinden birkaç adam da onlara eşlik ediyordu. Etrafta güzel bir dinginlik vardı, gayet güzel bir köydü burası.



Muhtarın evine vardıklarında, kendisini sıcacık gülümsemeyle karşılayan bir teyze bulmuştu genç öğretmen. Bu muhtar amcanın karısıydı. İncecik uzun boylu ve lakin kavi duruşlu kendine özgü bir Anadolu kadınıydı. “hoş geldin oğlum” dedi, tüm samimiyetiyle. Genç öğretmen bu sıcak karşılamadan dolayı oldukça mutlu olmuştu. Aslında dokunsalar ağlayacak kadar kendini garip hissetmekteydi ama dayanmalıydı. Bugünlerin hayaliyle tahsil etmişti. İdealist olmalıydı. Her konuda şuurlu bir duruş sergilemeliydi. Kendisini bekleyen öğrencileri vardı. Hepsi al yanaklı, kötülüğü bilmemiş masum çocuklar… Onlar için buradayım dedi iç sesi.



Ev sahibesi birbirinden güzel yemekler hazırlamıştı. Genç öğretmen bu izzet ikram karşısında bi-hayli mahcup olmuştu ama aklına o an, annesinin misafirlerine yaptığı hürmet geldiği için kalbi müsterih olmuştu. Ne de olsa bizler misafirperver bir toplumuz, dedi içinden. Bir müddet dinlendikten sonra, muhtar ile kalacağı lojman’a doğru gittiler. Burası okulun hemen karşısında bir evdi. Kutu gibi, gayet düzenli bir planı vardı. Köy ahalisi yeni bir öğretmen geleceğini duydukları zaman evin temizliğini yapmışlardı. Bazı demirbaş eşyaları vardı evin. Yatabileceği bir sedir ve mutfakta kullanabileceği, üç gözlü bir ocak, kap- kacak hepsi düzenlice yerleştirilmişti yerlerine. Kendiside lüzum olan eksiklere göre ihtiyaçlarını almayı düşünüyordu… Halledilirdi her şey.



* * * * *



Genç öğretmen köye alışmaya başlamıştı. İlk günlerin sıkıcılığını üzerinden atmış, okulun eksiğini-gediğini ahaliyle istişare ederek gidermeye çalışıyordu. Evine de alışmıştı. Köy ahalisinden marangozluk yapan bir amca, kaldığı lojmana kitapları için bir kitaplık yapmıştı. Memleketten kargoyla birkaç elzem eşya ve kitaplarından oluşan emanetleri de bugün yarın gelmek üzereydi. Zamanla her şeyin daha da yerli yerinde olacağına kanaat getiriyordu. Bir de içindeki acıya söz geçirebilmeyi öğrenebilse… Ama söz geçiremiyordu işte! Neydi onu böylesine düşünceye sevk eden hadise? Yerinden usulca kalktı, acısını hatırlatan mektubu bir kez daha okumak istedi. Bir kitabın sahifeleri arasından, eline aldığı kâğıt parçası daha çok sızlatmaya yetecekti acısını…



“Konya da bu mevsimler böyle olur,

kırkikindi yağmurlarını bilirsin.

sabah öğle güneş olur.

ikindi olunca ise bulutlar toplanır sonra yağmur

ben hala hastalıktan kurtulamadım

devamlı öksürüp duruyorum

havalar bir soğuk bir sıcak

bedenim de kendine gelemedi…”



Bu sözler derinden sarstı genç öğretmeni. Gözlerinin buğulanmasına mani olamadı. Çok sevdiği, mücadelesine hayranlık duyduğu, davasına inandığı bir ağabeyinin tedavi gördüğü hastane odasında ufacık bir kağıda yazılmış bir mektuptu kendisine. Muntazam el yazısıyla yazılmıştı, bir veda gibiydi sanki. Son irtibatıydı bu cümleler, yutkunarak okumaya çalıştı. Sonu şöyle bitiyordu…



“Sen beni dert etme kendine,

önemseyeceğimiz konuların önceliği başka.

‘Davasız Müslüman’ olmaz, olmamalı, bilirsin değil mi?

söylediklerimizle, yaptıklarımız çelişmemeli,

yüreğin yufkadır bilirim.

Tıpkı kavi ve kararlı olduğun gibi…

Şunu sakın unutmamanı isterim,

Abi nasihatidir sana.

‘Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır’

Konuş, sakın susma!

Doğru bildiğin yoldan cayma, daima ilerle.

Savunduğun değerler karşısında Elif kadar düzgün,

Her şeyin hakikatlisini gördüğünde edepten iki büklüm ol…

Ve her nerede, yüzünü zulme çevirmiş bedbin bir çocuk görürsen,

Onlara baharın gülümseyişlerini öğretmek için çalış.

İçlerinden bir tanesi vardır ya bilirsin hani…

Zulme gönlü içerlediğinden dolayı bir kuytuda mahzundur.

Yüzünü insanlara çevirmeyen o çocuğun gönlünü almaya çalış., usulca

yüzünü gösterdiği o gün,

Ona ilk çiçek uzatanlardan biriside sen ol.

Hakkını Helal et kardeşim. Ömür dediğimiz iki gün, kaldı birgün…

Vademiz dolana değin soluk alıp vereceğiz.

Allah yar ve yardımcın olsun. Selametle.



Ağabeyin...”



Genç öğretmen mektubu tekrar yerine koyarak, içinden “bir fatiha, üç ihlası şerif” okudu… Gönderdi, manevi postacılarla adresine...



Kapının arkasında astığı portatif askılıktan ceketini aldı ve usulca okulun yolunu tuttu. Gözleri çakmak çakmak yanan öğrencilerine bahar gülümseyişini ihmal etmeksizin, ilk dersine böylelikle başlamış oldu.

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Bölüm -II-

“Aşk yolları, dağları dinlemez, aşar gelir ve kalbine süzülür”

Yeşilin kucağında bu şirin Karadeniz köyü oldukça yüksek dağların arasında kuruluydu. Sanki bir kuş yuvası gibi sade ve el değmemiş saflıkta... Uzaktan görünüşüyle, sadece bembeyaz cami ve minaresiyle ayırt edilen meskenleri vardı. Zira evlerin tamamına yakını ahşap malzemeden oluşuyordu. Sadece camii, okul ve lojmanlar kargir binaydı ve inşaat halinde olan köy konağı vardı. Köy konağı bayramlarda, özel günlerde, davetlerde, köylülerin bir araya toplanıp kaynaştıkları yer olarak düşünülüyordu. Köy, ulu dağların arasında kurulu olduğu için, etraf ışıldasa bile güneşin doğmasından nice sonra ziyaları bir kaç saat sonra dağın doruklarından gözüküyordu ve ardından, sarı ışıklarını dağıtan güneş, yeşille buluşarak tüm sıcaklığıyla nüfuz ediyordu değdiği yerlere...

Genç öğretmen yaklaşık birkaç hafta önce başlayan yeni öğretim yılında tüm sevgisiyle ve öz verisiyle derslere katılıyor, yanakları al al olan bu pırıl pırıl çocuklara şefkatini esirgemiyordu. Kimi lafını esirgemeyen cevval karakterde, kimisi suskun ve masumane yapıdaki bu çocuklar öğretmenlerini çok sevmişlerdi.

Köy ahalisi ayrı bir önem veriyordu Ali öğretmene. Zira muallimi, gurbete giden çocuklarının yerine, çoktan koymuşlardı bile. Herkes öğretmenin bir eksiği olup olmadığını soruyor ve kendi el emeğiyle yetiştirdikleri ürünlerden getirmeye, adeta yarış ediyorlardı... Daha ilk günden Ali öğretmenin mutfağı birçok taze sebze, meyve ve süt ürünleriyle dolup taşmıştı. "Bütün bunları nasıl tüketeceğim, ziyan olacaklar" diye içinden geçirdiği anlarda bile kapısı olur olmadık çalıyor ve elinde bakracıyla yaşlı bir teyze "buyur hoca, ananın ak sütü gibi helal olsun sana" diye utana sıkıla bırakıyorlardı, getirdikleri nevaleleri. Ya Ali öğretmen ne durumdaydı, bu manzara karşısında? Kimseyi kırmamak adına getirilenleri kabul ediyor, utançtan zaten kızaran yüzüne iyice kan oturuyordu. "Şimdi almasam daha kötü olur, beğenmemiş sanıp kırılırlar" diye içinden geçiriyordu.

Yine böyle bir günde, kapısı ritmik aralıklarla birisi tarafından tıkırdatılmıştı. Ali öğretmen kapıya baktığında, muhtar amcanın getirdiği bir tabak karalâhana dolmasıyla ve mısır ekmeğiyle karşılaştı. Muhtarı eve buyur eden Ali öğretmenle Halil muhtar konuşmaya başladılar;

—Ee muallim bey nassın bakem? ırahatın yerinde mi? bizim hanım merak edip dureyo bi eksiği varmıymış deyi bi bakıver dediydi.

—Sağol muhtarım... Allah razı olsun sizden. Bir eksiğim yok şimdilik. Ama beni mahcup ediyorsunuz bu getirdiklerinizle... Çok teşekkür ederim.

— Ne dimek muallim bey, sen bizüm evladımızsın artık… Heç çekinme, ne lazımsa yaparız evvelallah.

— Sağolasın muhtarım... Sen geç şöyle otur, ben bir çay demleyeyim sana…

— Zahmet vermiyem muallim bey... Biz yeni içtik hanımlan. Allah sana da, çayı çorbanı pişürcek birini tez vakitte versin inşaallah. Hanım dua ediyi sana, Allah bi can yoldaşı versin deyi...

Bu son cümle karşısında Ali öğretmen ne diyeceğini şaşırdı. Ağzından gayri ihtiyari coşkulu ses tonuyla "inşaallah, inşaallah" çıkarmıştı ama sonradan anladı Halil muhtarın temennilerini.

Halil muhtar gidince kendisine çay koydu Ali öğretmen. Sonra, hayatına ayrılık acısını koyup giden bir gözleri şehlâya, sitem yolladı içinden. Zaten başlamadan biten bir hikâyeydi o. Farklı dünyaların insanıydık, dedi... Hem benimle hayatını devam ettirmek isteseydi bile, hiç razı gelir miydi bu köyün gelini olmaya? Şehirde büyümüş, üniversite okumuş, imkânı oldukça iyi bir ailenin kızıydı. “Sen çok hayalperestsin oğlum” dedi kendi kendine... “Aşkla karın doymaz, diyen doğru demiş... Kariyeri için Avrupa’ya giden kız, seninle evlenip de aşkı için razı gelir miydi, şu mekânda, gençliğinin en güzel yıllarını harcamaya?” Dedi. “Hem yoktur öyle bir kız sanmam…” “Zaman çok değişti Ali, çook hemde...” Diye söylendi durdu, iç sesiyle.

Düşünmek istemiyordu onu. Kızgın mıydı? Tarafgir olmayan bir durumdaydı artık duyguları. İlk zaman öyle miydi ya... İlk zaman ne kadar da kızgındı. Ne kadar acı ve öfke doluydu. Yüreğine sordu. “Hayır, artık unuttum” dedi. Başlamadan biten bir hikâye olarak, ona mutluluklar dilemekten başka seçenek yoktu önünde. Her zamanki gibi düşüncelere daldı ve içinden, hakkında hayırlı olanı diledi.

* * * * *

Bir başka mekânda farklı insanların olduğu evde ise; Ali öğretmenin hayatına hiç ummadığı bir değişiklik olacak hadiseler yaşanıyordu. Baba tarafından akrabası olan ve çok sevdiği arkadaşı kendisini ziyaret etmek için yola koyulmak üzereydi.

—Anne Ali sever, tahinli çörekte koydun değil mi?

—Koydum oğlum, bu yiyecek kolisini otobüse koyarken ters koymasınlar tembih et, içinde ezilecek şeylerde var oğlum…

—Tamam, anacığım ellerine sağlık.

Bu esnada evin nazenin kızı Elif, elinde kitaplarla her zamanki gibi evlerinin yakınındaki kütüphaneden geliyordu. Tek derdi kitaplar ve yazı yazmak olan bir üniversite öğrencisiydi. Kelimelerle örülü bir dünyası vardı… En sevdiği şey ise, kimselere okutmadığı günlüğüne içini istediği gibi dökmesiydi. Bazen odasında, herkesler uyuduğunda geceler boyu yazı yazıyor, kimi zaman ise evlerinin yakınındaki halk kütüphanesine gidip orada istediği gibi kelimelerin dünyasıyla haşir-neşir oluyordu. Yine böyle bir gündü işte… Her zamanki gibiydi. Ama bu sıradanlığı değiştirecek öyle bir şey olacaktı ki, hayatının dönüm noktası olabileceğini kimse tahmin bile edemezdi. Eve geldiğinde, abisinin Karadeniz’e doğru seyahat etmek için, hazırlık yaptığını gördü Elif.

- Abiciğim ne zaman gidiyorsun? Dedi.

- İnşallah 1,5 saat sonra otobüsüm hareket edecek birazdan çıkacağım ufaklık dedi.

- Abi ben 19 yaşındayım, bana ufaklık demeyi ne zaman bırakacaksın? Diye, gülümsedi genç kız.

- Sen benim her zaman küçük kardeşim olarak kalacaksın hiçbir zaman sana ufaklık demeyi bırakmayacağım, diye şakalaştılar abi-kardeş…

Bu esnada Elif, içinde günlüğünün olduğu naylon poşeti dalgınlıkla portmantoya koymuştu… Nereden bilebilirdi abisinin o telaşeyle kendi ajandasını sanarak Elif’in günlüğünü evden çıkarken, ivedilikle alabileceğini. Ama olan olmuştu ve kimseler bunu fark edememişti. Ta ki, abisi çoktan evden çıkıp çoktan yolculuğuna başladığında, Elif “günlüğüm” diyerek, portmantoda asılı olan abisinin ajandasını, eline aldığında, öğrenecekti gerçeği…

Emin olmak için portmantoya koştu Elif… Ama hayır! Yoktu, yoktu işte! Ne yapacağını şaşırmış vaziyetteydi. Bu hayatında yaşadığı en çaresiz anlardan birisiydi. Bütün sırlarını ifşa ettiği defteri, sırdaşı ve "gizli duyguları" o günlüğün içerisindeydi. Ve üstelik abisinin elindeydi. Karnına çılgınca bir ağrı girdi. Sıkıntısından fütursuzca ağlamaya başladı. Üstelikte kimsenin okumamasını istediği bir yazısı o satırlarda duruyorken… "Ne yapacağım şimdi" dedi?

* * * * *

Köy ahalisi günlük işlerini yapa dursun, Ali öğretmenin evinde tatlı bir telâş vardı. Nasıl olmasın ki? Çok sevdiği Osman, yanına geliyordu işte. Çocukken yaz tatillerinde az mı oyunlar oynamışlardı, kendi köylerinde? Neler yaşamamışlardı ki? Bu Osman yok mu, bu Osman? Çok haylazdı… Bir gün köyün en dik kayasından ben süpermenim, diye atlamıştı da kafası yarılmıştı. “Hiç unutmuyorum o günü” dedi, Ali. Şehre yetiştirip bir sürü dikiş atılmıştı kafasına, yine de yaramazlıktan geri durmamıştı. Hey gidi günler, dedi. Şimdi bakıyordu da öğrencilerine, kimin "Osman" gibi, kimin "Ali" gibi olduğunu, gözlerinden anlıyordu.

Saate baktı Ali. Ve Hatice teyzenin getirdiği tazecik marullardan salata yapmaya koyuldu. Birazdan son minibüs tüm homurtusuyla dağın tepesinden gözükür, virajları aşa aşa köye iner, dedi içinden. Kendince, yemekler yapmasına da alışmıştı. “Bakalım patates oturtmasını beğenecek mi Osman?” Dedi. “Yanına köy yoğurdundan ayran da yapmalı” dedi. Bu esnada evde süt olmasına rağmen Emine teyzenin getirdiği taze süt, ocakta kendiliğinden pişmek üzereydi. Nasıl olduysa yine sütü taşırmayı becermişti işte… Sırası mıydı şimdi! Dedi, kendi kendine. Neyse ki mutfaktaydı da hemen müdahale etmişti olan bitene. Her şey hazırdı nihayet.

Güneş dağın sinesine parça parça saklana dururken, minibüste olanca gürültüsüyle köy meydanında çoktan durmuştu. Pencereden minibüsü gören Ali, şimşek hızıyla hemen dışarıya koştu. Osman ve Ali büyük bir hasretle kucaklaştılar.

“Kardeşim” dedi, Osman ve “nerelere gelmişsin sen böyle, buralar cennet gibi maşallah” dedi. Ali ise, “sağ olasın Osman kardeşim, kısmet burasıymış, hamdolsun vazifemize sağ salimen kavuştuk elhamdülillah” dedi. Bu kısacık hal hatır faslından sonra, iki arkadaş tarifsiz sevinçlerle lojmana doğru ilerlediler.

Osman getirdiği koliyi mutfağa bıraktı. Bu esnada yolda gelirken aldığı tatlı geldi aklına. Ne çok severdi Ali kadayıfı, kendisi de severdi… “Yeriz bir güzel” diye, otobüse binmesine 5 dakika kala terminaldeki tatlıcıdan alıvermişti, otobüsü kaçırma pahasına. Ajandasının olduğu poşetin içerisine koyduğu kadayıf tatlısını valizine koymuştu. Lakin poşeti eline aldığında bir gariplik hissetti. Eyvah dedi. Zira poşetin içine baktığında kadayıfın tüm şırası ajandasına akmıştı. Hiç hazzetmezdi böyle çetrefilli işlerden. Düşünemedim, dedi kendi kendine. Hiç şıralı tatlı, hesap kitap yaptığı, not aldığı ajandasının yanına konur muydu? Olan olmuştu. Ali’den bu konuda yardım isteyen Osman, ajandayı ve tatlıyı düşünecek halde değildi. Köy manzarasının büyüsüne kapılmış, çoktan salonun camından eşsiz manzaraya dalıp gitmişti. Ali ise Osman’ın getirdiği tatlıyı mutfağa koymuş, şıralanmış ajandayı tezgâha bırakmış, “sonra temizleriz olan olmuş artık” diyerek hemen arkadaşına el emeğiyle hazırladığı yemeklerden oluşan sofrasını donatmıştı bile.

İki arkadaş saatlerce konuştular, güldüler… Birbirlerine hayallerinden, ideallerinden ve maziden bahsettiler. Ne çok konuşacak konuları varmış… Ali bulunduğu görevi layıkıyla yapabilmenin hem zor, hem güzel yanlarını anlattı. Osman yapacağı evliliğinden, kuracağı işten vs. bahsetti. Henüz nişanlanmıştı. Bahar da evlenmeyi düşünüyordu. “Muhakkak düğünüme geleceksin” diye Ali’den söz aldı. Saatler ilerleyince, Osman oturduğu sedirde uyuya kaldı. Yol yorgunluğu ve bol oksijenden mütevellit, köy havası çarpmıştı Osman’ı. Arkadaşına yatacağı yatağı hazırlayıp, kendiside mutfağa akşamdan kalan bulaşıkları toplamaya gitti. Bulaşıklardan sonra aklına, Osman’ın ajandası geldi. “İyice berbat olmadan temizlemeli şunu” dedi, muzip bir gülümseme iliştirerek dudaklarına, tezgâhta duran, hayatının dönüm noktasına doğru, elini uzattı.

Kitaplığının olduğu küçük odaya gitti. Serin bir geceydi. Gece, sessizliğin içerisinde bir fırtınaya şahit olacaktı. Hem de gencecik bir adamın kalbine sokulacak bir fırtınaya… Kaybettiği bir sesin, sesi olacaktı, genç adamın içine düşen fırtına. Yüreğini delip geçen, bir kelime bahçesinin içerisine düşeceğini nereden bilecekti ki?

Sayfaları usulca açtı ve tatlı şırasından değil, kelimelerin tatlığından dolayı kalbine ılık ılık bir şeyler aktığını fark etti. Okuduğu kelamlar Osman’a ait değildi. Onun hesap- kitap işleriyle alakası olmayan defterdi… Bu Elif’in gizli bahçesi dedi. Onun defteri. Onun kelimeleri. Bir an “okumamalıyım, temizleyip kaldırmalıyım” dedi. “Ama nasıl olmuştu da gelmişti, Elif’in defteri kilometrelerce öteden?” Diyerek, merakına ve karşılaştığı bu tevafuka daha fazla kayıtsız kalamadı. Şırasından arındırdığı sahifeleri usul usul ve heyecanla okumaya başladı.

Bir genç kızın saf ve tertemiz, tamamen yüreğinden çıkan kelimeleri,

Kalbi aşk acısının yalnızlığından kıvranan ve sıcacık bir sinede sarılmayı bekleyen, bir adamın merhemi oluvermişti.

"Kalbim" dedi Ali. "Kalbim, ne olur sakin ol…" Öyle bir sahifeye denk gelmişti ki, okuduğu kısım… Yüreği içten içe yanmaya başlamıştı.

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~


Bölüm -III-




“Aşk seni anlatmak kolay değil bilirim…”

* * *

Ali içerideki kanepeye uzanmıştı... Kalbinde değişik bir sızı vardı. İçin için yanıyordu. Kim bilir, Elif şimdi nasıldır ve ne yapıyordur? Tam o sırada kapı yavaşça açıldı. İçeriye usulca birisi girdi. Bu Elif’ten başkası değildi… Ali'nin kalbi hızla çarpmaya başladı. “Nasıl oldu da geldin Elif?” diyecek oldu, soramadı. Kelimeler boğazına düğümleniyor, konuşmak istiyor ama konuşamıyordu.

Elif ile gönülden gönle akarcasına konuşmaya başladılar.

—Elif sen... Buradasın, gelmişsin...

— Geldim evet.

— Aslında biliyordum geleceğini. İçime doğmuş gibiydi...

— Sen çağırmadın mı beni?

— Evet, gelmeni çok istedim.

Bu sırada Ali uzandığı yerden doğrulmuştu... Genç kıza doğru adım atmak istiyor ama bir türlü ayakları olduğu yerden kımıldamıyordu. Elif bir iki adım yaklaştı ve Ali’nin gözlerinin içine bakarak, kalpten kalbe akan kelimelerle dudakları kıpırtısız vaziyette,

— Geldim işte, buradayım… Yanındayım, dedi.

O sırada genç kız, elini Ali'nin kalbinin üzerine koydu. Ali bir an, sinesinden hızlı bir tren geçtiğini hissetti. Tüm ılıklığıyla Elif'in eli tam kalbinin üzerindeydi. Elif, "Biliyor musun insanın yaratılış sebebi aşk olmalı" dedi ve gülümsedi. Ali kalbine söz geçiremiyordu. "Elif..." diyebildi sadece. Ne bir adım ileri, ne de geri atabiliyordu adımlarını. Kalbinde gezinen duygu şerbeti öyle bir aromaya dönüşmüştü ki, sanki tek bir kelime bu büyülü atmosferi bozacak gibi hissediyordu. Sustu Ali... Elif ile kalpten kalbe konuşmaya devam edeceği sırada bir sesle irkildi.

“Tak taak taaaak…”

Kapıyı birisi tokmaklıyordu adeta.

Ali, birden ne olduğunu anlamaya başladı... Zihni yavaş yavaş kendine geliyor. Az evvel yaşadıklarının tatlı bir rüya olduğunu anlıyordu. "Elif gelmemiş olanlar rüyaymış... Ama o kadar gerçekti ki" diye mırıldanıyor, uyanmamış olmayı diliyordu. Ama nafile bir çabaydı bu. Çoktan kapı gürültüsüne uyanmıştı. Ve artık o tatlı rüyanın içerisinde değildi. Yatağında doğrulup saate baktı, saat sabah dokuz buçuğu biraz geçmişti. Gece sabaha kadar gözünü bile kırpmadan Elif'in günlüğünü okuduğu için, gün ışıldayınca ancak uykuya dalabilmişti.

Birkaç saat öncesi, ruhunu tatlı bir esinti kaplamıştı... Adını koyamadığı bir duygu ile baş başaydı artık. Kamil Hocanın okuduğu sabah ezanı kalbine dolup taşıyordu Ali'nin... Evdeki misafiri Osman’la beraber Camii ye gidip geldikten sonra, derin düşüncelere daldığı kanepesinde kendiliğinden göz kapakları kapanmış ve bitmesini istemediği bir rüyanın içerisinde kendisini buluvermişti. Ama ne var ki az önce canhıraş bir şekilde tokmaklanan kapının sesiyle uyanmıştı... Tam kapıya yöneldiğinde, Osman ile kapıyı çalan Mehmet amcanın konuştuklarını gördü.

— Köyünüz çok güzel maşallah Mehmet amca.

— Sağ ol evladım, bizim hanım süt sağdıydı onu getirivereyim dediydim.

— Sağ olasın, sağ olasın amcam. Ellerin dert görmesin. İyi bakıyorsunuz öğretmen beye, Allah razı osun sizden.

— Ne demek evladım vazifemiz elbet bakacağız, dedi Mehmet amca.

Ali kapıya gelip Mehmet amcaya teşekkür etti. Köy insanının bu masum hallerini ve safiyâne tutumlarını içten içe taltif etse de zamanlama hususunda biraz canı sıkılmıştı... Kendisini birden süt gölüne düşmüş gibi hissetti. Zira evde daha dünden kalma koca bir tencere süt duruyordu. Neyse, dedi iç sesi. Osman ile göz göze geldiler ama Ali hemen gözlerini kaçırdı… Sebebi barizdi ve tuhaf hissediyordu kendisini. Hele de, her şeyden habersiz Osman’ın bayram havası misali neşesini görüp, Elif’in günlüğünü izinsizce okumanın verdiği suçluluk duygusundan henüz sıyrılamamıştı. Hoş, aslında tamamıyla bu değildi can sıkıntısının sebebi. “Şimdi nasıl bir çıkmaza düştüm acaba?” cümlesi kalbinde volta atmaktaydı. Adını koymadığı bir duygu nasıl istila edermiş insanı? Gecenin sabaha döndüğü saatlerde, yaşamıştı bu hissi… İnsan öyle bir dönüm noktasına gelirmiş ki, bir önceki günden bambaşka bir sabaha uyanırmış, tecrübe etmişti...

O sırada Osman kocaman gülümsemesiyle, Ali'ye hazırladığı kahvaltıyı gösteriyordu.

— Eee sen uyanmayınca iş başa düştü… Bak sana melemende yaptım Ali. Seversin sen. Çayı demledim. Şöyle güzel bir kahvaltı sonrasında kendimizi dağlara vuralım. Mis gibi hava var dışarıda...

—Eline sağlık Osman’ım… Bak ne diyeceğim sana, evlenince yenge hanıma sen hazırlarsın artık kahvaltıları…

Osman kendisinden emin bir gülümsemeyle,

— Arada bir tabi hazırlarız, neden olmasın dedi ve ilave etti, senin de bir başın bağlansın göreceğiz bakalım?

Ali bu sözleri işitir işitmez konuyu değiştirmek için başka bir mevzu açtı.

— Sen onu boş ver de, köy ahalisini nasıl buldun bakalım? Dedi.

—Ali gerçekten şanslısın kardeşim. Köydeki insanlarda gayet cana yakınlar. Sabah sen uyurken etrafta biraz dolaştım da, hakikaten çok beğendim insanlarıyla, doğasıyla ne güzel yerler buralar...

Ali, Osman’a güler yüzlülükle mukabele ediyor, söylediklerini onaylıyordu. Ama içerisinde gezen fırtınadan bîhaber olan Osman, ekmeğini yaptığı menemenin yumurtasına batırıp “Mis gibi olmuş melemende elime sağlık” diyerek iştahlı bir şekilde kahvaltısını ediyordu. Onun bu neşeli halleri Ali’yi mutlu ediyordu. Kendisini yalnız hissetmiyordu böylece. Ama Osman şayet duygularından haberdar olsa ne yapardı? Düşünmek istemiyordu. Çok yakın akraba değilseler de babaları amca çocukları sayılırdı. Dolayısıyla yanlış bir duygu durumu yaşamak istemiyordu. Ama için için eziliyor, kalbi tüm olumsuzlukları olumlu cevap haline dönüştürüyordu. "Adı Aşk, bunun ne zaman geleceği belli mi olur?" diyordu. "Ne yapsam ne etsem dedi" ve iç sesini minimuma getirerek kendisini Osman’ın sohbetine kaptırmakta buldu çareyi...

* * * * * * * *

Sabaha değin uyumayan bir başkası daha vardı. Elif...

İçinde düştüğü duruma karşı, teskin edici senaryolar üretip duruyordu. Abisi acaba günlüğünü okumuş muydu? Okumamasını temenni ediyordu. Sadece kendisine fısıldadığı kelimelerini hiç kimsenin bilmesini istemiyordu. "Özelimdir okumaz abim bilirim, ama ya kaybederse ve ya okursa?" diyen genç kızın, içten içe açığa yayılan kaygıları yanaklarına al al renge boyuyordu.

"Kaçınılmazdı zaten bu... İnsan okunmamasını dilediği duygularını niye yazar?" dedi Elif. "Ama yazmamak bir çare değildi ki? Ben oraya kendimle ilgili bir temenniyi yazmıştım. Ne si garip bunun?" dedi. Monolog şeklini alan düşünceleri karşılıklı atışıp duruyordu.

"Evet ben o satırlara sadece, aşık olacağım kimsenin okuması için özel bir temennimi yazmıştım. İlk kez o satırları okuyacak kişi, bir gün aşık olacağım kişi olmalıydı... Onunda ilk aşkının ben olmasını diliyorum, yazmıştım. Ve şayet öyle bir kişiye rastlarsam "ilk onun okumasını istediğim bir yazım" günlüğümde sır gibi saklıydı... “Şimdi olacak iş mi bu Elif ?" dedi, kendi kendine. "Sende yazmasaydın onu günlüğüne ve yahut ne bileyim, kütüphaneye götürmeseydin. Haydi götürdün, portmantoya asmasaydın" dedi, iç sesi bir biri ardına.. "Zaten ağladın sıkıntıdan, hadi şimdi kimseye belli etme gözünün kızardığını" diyerek usulca kalktı yerinden.

O güzelim gözleri belki üzülmeyi hak etmiyordu. Amma velâkin zaman öyle bir sürpriz hazırlayacaktı ki, belki o ağlamalarının gereksizliğini bile unutmuş olacaktı. Hepimizin yaptığı buydu hayat sahnesinde. Başımıza gelen sıkıntıların arka planını düşünmeden hep görünen kısmından dolayı acı çekmek. Her şeyde hikmet aramadan sadece o anki hissettiklerimizle hüküm vermek. Hepimizin yaptığı buydu sadece. Türlü düşüncelerle kafası karışan Elif, omuzlarından uzayıp giden lepiska saçlarını yavaşça taramaya başlayarak, aynadaki yansımasına, "şimdi ne olacak acaba?" şeklinde iç geçirdi. Duru bir suya akseden görüntüsünden ürken ceylan gibi, mahzun gözlerle aynaya baktı ve kendi silüetine sırtını dönerek odasından çıktı…

* * * * * * *

Ali ve Osman birlikte dağ yürüyüşüne çıkmışlardı. Köyden İbrahim amca da onlara eşlik ediyordu. Ne de olsa ikisi de yabancısıydı buraların ve dağ köyünde dolaşmak hiçte tekin olmayabilirdi. Zira her türlü yırtıcı hayvanla karşılaşmaları olasıydı. İbrahim amca tüfeğini de beraberinde getirmişti. Ne olur ne olmaz. Belki bir ayı, çakal ve yahut yaban hınzırı karşılarına çıkabilirdi… Geçen gece köye kadar inen ayı, Hatice teyzenin bostanına girmiş bin bir emekle yetiştirdiği sebzelerini tarumar etmişti. Tüm köy bu haberle çalkalanıyordu. Birkaç ay önce ise, Kazım amcanın ineğini ayı parçalamış köydeki tüm erkekler adeta elleri tetikte bekler olmuşlardı. Ali bu haberleri duydukça garipsiyor, fakat alışmadığı bu dünyaya karşı sabrı ve metaneti öğrenmesi gerektiğini de biliyordu. Şehirde büyümüş İstanbul havası solumuş bir kişi için bu yerler oldukça farklı bir dünya idi. Herkes kendi küçük dünyasında o kadar mutluydu ki…

Akşama değin, dağda ve bostanda çalışan köy ahalisinin tüm yorgunluğunu, kocaman bir demlik çay eşliğinde seyredilen TV. Programları alıyordu. Kimi zaman birbirlerine oturmaya giden ahbapların tek konuştukları mevzu, dağdan inen yırtıcı hayvanlara karşı oluşturacakları önlemlerdi. Ve gündemi meşgul eden birkaç sansasyonel haberlerin ardından edilen sıradan, genel geçer kelimelerdi.

Ali, yabancısı olduğu bu dünyaya alışmak zorundaydı. Köyde yaşıtı pek fazla yoktu. Neredeyse hepsi gurbete çıkmıştı. Anlatıldığına göre köyde eskisi gibi iş imkânları da yoktu. İbrahim amca, hem kestirme yolları tarif ediyor hem de gençliğinde tomruk işinde çalıştıkları mevkileri göstererek o zamanların zorluğundan dem vuruyordu. Ali ve Osman ormanlık alandan dağın tepesine doğru ilerlerken, İbrahim amcanın yaşına rağmen çevik ve dinç adımlarına ayak uydurmaya çalışıyorlardı. Nihayet tepeye ulaştıklarında manzara görülmeye değerdi. İki arkadaş bu büyüleyici manzara karşısında ne diyeceklerini bilemediler… Yeşilin her tonuna hâkim bir manzaranın ortasında, köyün minyatür hali ve bir doğa harikası olan kanyonu öylece seyre daldılar. Kâh fotoğraf makinesiyle o anı kareliyorlar, kâh yorgunluklarına değen bu dağ yürüyüşünün zindelik açısından faydalarını birbirlerine hatırlatıyorlardı.

Bu arada, İbrahim amca yaklaşık yarım saattir ortalarda gözükmüyordu. İki kafadara “biraz bekleyin hele, ben birazdan dönerim” demiş, fakat halen gelmemişti. Yöre halkınca “Kurt kulağı” adıyla bilinen bir mantar türünü aramaya gitmişti. Bir müddet sonra gevrek gülümsemesi az ilerden duyulan İbrahim amca, elinde kocaman mantarlarla geldi. Ali ve Osman mantarın zehirli olup olmadığı hakkında soru soruyor, aldıkları yanıt “heç bi şeycik olmaz, olmaz…” şeklinde geliyordu. İbrahim amca eliyle koymuş gibi bulduğu bu mantarların tadını methediyor, bir yandan da çalı çırpı topladığı uygun bir satıhta mantarları pişirmek için ateş yakmaya çalışıyordu. Her ne kadar Ali “şimdi zahmet etme İbrahim amca, evde pişiririz dediyse de” İbrahim amca, kendi bildiğinden şaşmayan bir ses tonuyla ”Bunun tadı böyle çıkar muallim bey, dağda ataş yakıp yemeyince heç tadı çıkmaz” diyerek mantarları pişirmeye koyulmuştu bile.

Ali bu doğallık karşısında ne diyeceğini bilemiyordu. Hayatı okuldan, kitaplardan öğrenmek yetmiyormuş, dedi. Hayat, iptidaide olsa nefes alıp verdiğin yerde yaşama sanatıymış, diye geçirdi içinden. Ve tüm ömrünü kocaman tomrukları çekerek geçirmiş bu ihtiyar delikanlının yüzüne öylece baktı… Derin çizgilerinde kim bilir neler gizliydi? “Belki bende bu köyde doğabilir, onun geçirdiği bu zorlu süreçleri yaşayabilirdim” dedi içinden. Bu arada, ateşte ılgıt ılgıt pişen mantarların kokusu oldukça davetkârdı. Osman ve Ali hayatlarında gördükleri en pratik ve en leziz ziyafetine, İbrahim amcanın içten sohbetiyle beraber katılmış oldular.

* * * * * *

—Merhaba Elif bir dakika konuşabilir miyiz?

— Merhaba Kerem? Seni dinliyorum.

— Aslında burada ayaküzeri konuşulacak mevzu değil… İstersen okulun kafeteryasına gidelim, ne dersin?

— Üzgünüm Kerem, ama şuan eve gitmem gerek… Ve vaktim yok.

— Elif sana söylemek istediğim şeyler var… Bir-iki haftadır seninle konuşmak için bahane bulmaya çalışmama rağmen sen bende kaçarcasına uzaklaşmayı yeğliyorsun. Lütfen sadece beni dinlemeni istiyorum.

Genç kız, Kerem’in lafı nereye getireceğini tahmin ettiği için, bir an önce eve gitmeyi istiyordu…



— Kerem ben seni kırmak istemiyorum. Lütfen anla beni. Biz okulun ilk yılından beri arkadaşız ve ben sana başka gözle bakmadım. Ben bu konuları bile konuşmaktan oldukça rahatsızım aslına bakarsan… Lütfen sende bana karşı anlayışlı ol. Bir daha bu mevzuları açmayalım.

— Demek açmayalım öyle mi? Yanılıyorsun! Sen kapattıkça bu konu kapanmıyor Elif… İçimde dağ gibi büyüyor ve her geçen gün sonu belli olmayan bir girdabın içinde buluyorum kendimi. Ben sana bu sözleri söyleyebilmek için tam üç sene bekledim anlıyor musun?

— Ama Kerem…

— Sözümü bitirmeme müsaade et… Seni ilk gördüğüm günden beri kalbime düştün, dünkü mevzu değil bu, anlıyor musun? Sana sezdirmemek için ne kadar çabaladım senelerdir, ama artık bu kalp sancısı bana ağır gelmeye başladı. Taşıyamıyorum anla halimden… Savruluyorum… Ne olur bana bir şans ver. Küçük bir ümit…

— Kerem sana söyledim, izah ettim. Ben okulumu bitirmeden kimseye bu konular hakkında söz veremem. Aileme karşı sorumluluklarım var. Her ne kadar niyetin evlilik olsa da onların henüz bu fikre sıcak bakacaklarını sanmıyorum. Ve ben babamın karşısına bu fikirle çıkamam. Anla beni… Üstelik seni arkadaş olarak görüyorum…



Elif’in bu sözleri ile genç adam sessizliğe büründü… Gözbebekleri çaresizlik içerisinde adeta yalvarırcasına bakıyordu genç kıza. Elif zor bir kızdı. Kendinden emin bir tavır vardı her zaman. Çevresindeki erkeklerin her daim saygı duyduğu bir genç kızdı… Kimse karşısına geçip bu kelamları etmeye cesaret edememişti henüz.



Kerem ise, Elif’e tek taraflı aşk acısı çeken bir gençti. Elif için “Kerem” demek, dersler hakkında nadiren sohbet ettiği, sadece merhabalaştığı arkadaşı demekti. Kerem bir gün içinde taşıdığı hislerini bir arife gününde masum bir bayram tebriğiyle başlayan telefon mesajlaşmasıyla ima etmiş, daha sonra bu imaları, okulda Elif’i gördüğü her adım başında sıklaşmaya başlamıştı. Fakat genç kızın karşılık vermemesiyle iyice kısır bir döngü halini almıştı. Kerem’in, aşkına karşılık bulma ümidiyle birleşen ısrarcı tutumları iyiden iyiye artmaya başlamıştı. Bu durum Elif’i rahatsız ediyordu. Zira babasının bu gibi mevzularda takındığı prensipleri çiğneyip geçemeyecek kadar saygı duyuyordu. Fakat zaman öyle bir sürprize doğru ilerliyordu ki, güzeller güzeli Elif bile, aşkın ne vakit gelip de prensipleri es geçeceğini tahmin bile edemezdi…



* * * * * * *

Ve akşam tüm örtücülüğüyle, gecenin lacivert fistanını üzerine çekiyordu. Yıldızlar ışıl ışıl parlıyor, Ay bulutsuz bir gecede sevgilinin çehresini anımsatıyordu. Gecenin tüm gizli yanından istifade eden bir kişi vardı…

Ali, odasına çekilmişti. Elif’in günlüğünü hususiyetle anımsatmamıştı Osman’a. Tekrar okuyabilmek için... Gönlüne düşen hislere tam manasıyla isim bulabilmek için. Okumak istedi o güzel kelime kervanlarını… Bilincinden kalbine, kalbinden bilincine aksi seda eden iç sesleriyle baş başa kaldı.

“Okuduğum yetmezmiş gibi, bir de bana ait olmayan bir defteri tekrar okuyabilmek için, hatırlatmıyorum… Nasıl bir düşünce bu” dedi, kendi kendine. Ve ilave etti.

“Sanırım bu konuda düşünceye yer kalmadı Ali… Aşık oluyorsun bak hissediyorum. Tekin değil bu hallerin… Neden Elif’in kelimelerini okuyunca kalbinin kan pompalama hızı değişiyor sanıyorsun? İtiraf et…”

“Sana öyle geliyordur… Hem Osman’a rağmen bu düşüncelere yer vermemeliyim…”

“Gülünç olma Ali. Ne zamandan beri AŞK arkadaşa sorulur olmuş? Aşk öyle dur gelme demekle olmuyor…”

“Tamam itiraf ediyorum, galiba Elif’e aşık olmak üzereyim.”

“Aşık olmak üzere misin? Güldürme beni Ali. Sen bal gibi aşık oldun. Hiç boşuna kandırma kendini…”

Bu iç konuşmalarla Elif’in sır gibi sakladığı yazının sayfasını açtı Ali. Gayet güzel bir el yazısı vardı Elif’in. Süslü ve simli renkte kalemlerle yazıldığı belli olan yazının, o anafor etkisi yapan ilk cümlesini okumaya başladı. Ve çocuksu bir gülümsemeyle heyecanlanarak hislerini fısıldadı kendi kendine;

“Bu yazını henüz kimsenin okumadığını not düşmüşsün küçük hanım ama ben okudum. Şimdi sana, aşık oldum desem, benimle gelir misin Elif?”

Elif’in günlüğündeki gizemli yazının başlığı ve ilk cümlesi cevap niteliğindeydi adeta.

“ŞİMÂLE GİDERKEN

Biliyor musun insanın yaratılış sebebi aşk olmalı…*”

*“Biliyor musun insanın yaratılış sebebi aşk olmalı…” cümlesi bir hüküm bildirmek için değil, sadece bir hissiyatı vurgulamak için kullanılmıştır.

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Bölüm -IV-

Yağmur ipil ipil iniyordu gökyüzünden. Sonbaharın son demleri tüm vazifesini ifa ediyor, tam da Karadeniz’e yakışır surette alabildiğince ihtişamıyla yağıyordu. Ali'nin Osman'ı uğurlaması üzerinden bir kaç hafta geçmişti...
Bu süre zarfında Ali'nin kalbi durulacağı yerde, bir girdabın içinde bocalıyordu... İnsanın aklına her gün aynı isim gelir mi? Ali için “Elif” demek, artık içine düştüğü kocaman bir gül bahçesi demekti. Her gün derlediği ve itina ile bakımını yaptığı gül bahçesi. Dikenleri yüreğini kanatsa da, efsunlu bir rayihanın esiri olmuştu...

Ali tüm bu duygu seli arasında, köyün bazı olumsuz şartlarına da adapte olmaya çalışıyordu... Söz gelimi yağmur yağdığı zaman eve gelen su bulanık vaziyette akıyordu. Köyde su şebekesi yoktu. Köylülerin kendi imkânlarıyla yaptıkları üzeri kapalı betonarme havuza akan kaynak suyunun, plastik hortumlarla, eve ulaşması sağlanmış bir su mekanizması vardı. Dolayısıyla yağmur yağdığı zaman, bulanık akan suya da alışmak zorundaydı. Bu yüzden içme suyuna dikkat etmesi gerekiyordu. Yağışlı olmayan günlerde biriktirdiği suları içme suyu olarak kullanıyordu. Su sorununun yanı sıra, elektrik rüzgârlı havalarda sıklıkla kesiliyor… Akşam lüks ışığında kitap okumaya çalışırken oturduğu yerde uyuya kalıyordu. Elektrik kesildiği anlarda köyün telefon sistemi de gidiyordu. Zaten cep telefonu köyde çekmiyordu. Bir de sabit telefonların bağlı olduğu şebekenin elektriği gidince, ev telefonları da çalışmıyordu. Birkaç gün boyunca giden elektrik sonrasında, Ali ve köylüler dış dünya ile bağlantısı kopuk bir şekilde adeta bir fanusun içerisindeymişçesine yaşıyorlardı. Köyün ulaşımı haftada iki gün, ilçeye inen dolmuşlarla sağlanıyordu.

Karadeniz köyleri demek, her tepede bir başka mahallenin evlerini bulunduğu dağınık yerleşim birimi demekti. Ahşap evlerin oluşturduğu bu farklı mahalleler arasında en az iki- üç km. mesafe bulunuyordu. Köyün dolmuşları da en az üç–dört km.lik mesafedeki Çamardı mahallesinde bulunan Şerafettin ve Hüsnü ağa tarafından hizmet sağlıyordu. Ali her zaman ilçeye gidemiyordu. Pazartesi ve cuma günlerini beklemek zorundaydı. Dolmuşlar ancak o günlerde çalışıyordu. Dolayısıyla bulunduğu köy mahrumiyet bölgesi sayılıyordu... Fakat Ali bütün bu olumsuzluklara rağmen, yılmadan görevini yerine getiriyordu. Mezun olunca kimi arkadaşları özel okullara yerleşmişti. Hatta Ali’ye, bir arkadaşının yakın ahbabı tarafından özel okulda öğretmenlik teklif edilmişti, ama Ali kabul etmemişti. Öğretmenliğin, zor şartlarda olsa yılmadan sürdürülmesi gerektiğini düşünüyordu. Sonuç itibariyle, kimse gitmezse mahrumiyet bölgelerine, kim öğretmenlik yapacak ve kim hayatı öğretebilecekti öğrencilere? Okumak hayattı...

Ali hem öğreniyor hem de öğretiyordu... Köyde çok ilginç karakterde yaşlı amcalarla konuşmak, onların yaşadıklarından kendisine dersler çıkarmak Ali'nin hoşuna gidiyordu. En çokta lojmanın karşısında evi olan Hasan amca ile konuşmak Ali'ye iyi geliyordu. Hasan amca, okuması yazması olan eski bir topraktı. Her zaman Ali'ye sorular sorar, ona okuduğu kitapları anlatır ve gençliğinden bahsederdi. Yıllar önce Hasan amcanın en küçük oğlu mühendisliği kazanmış, şehirde okulunu okurken öğrencilerin çatıştığı dönemlerde silahlı saldırıda vurulmuştu... Hasan amca bu olayı gözleri dolarak anlatır, Ali ile dertleşirdi. Yine böyle bir gündü. Ali Hasan amcaya çay içmeye davet edilmişti...

Hasan amcanın evi oldukça bakımlı bir ahşap evdi. Şehirdeki çocukları tarafından sıklıkla ziyarete gelinir, ne eksiği var ise temin edilirdi. Hasan amcanın pamuk şekeri gibi birde eşi vardı. "Sultan teyze..." Çok yaşlı olmasına rağmen hala dinçliğini muhafaza etmiş bir Osmanlı hatunuydu Sultan teyze. Pişirdiği yenir temiz ve titiz bir hanımdı. Asla çarşıdan gelen ekmekleri yemezdi. Kendisi, bilhassa her gün mısır ekmeği yapar, arada bir Ali'ye de kuzineden yeni çıkmış sıcak ekmek göndermeyi ihmal etmezdi... Hasan amcayla kulakları ağır işitmesine rağmen oldukça iyi anlaşır, birbirleriyle işaret diliyle de olsa tatlı tatlı konuşurlardı. Onların bu muhabbetli evliliğini gören herkes imrenirdi hallerine. Ali'nin aklından çoğu kez "acaba şimdi böyle evlilikler kaldı mı?" sorusu geçiyordu. Şehir hayatının öğüttüğü insanlar, tüketim çılgınlığına esir olmuş bireyler, saygısız nesiller… Birbirini mal-mülk için bir kaşık su da boğan çiftlerin olduğunu biliyor olmak Ali’yi evliliğe karşı nasıl bir yol çizeceğini düşündürüyordu.

Hasan amca ve Sultan teyzeye bakıyordu da… Kendi imkânlarıyla yaptıkları bu kocaman ahşap evde, huzurla yarım asrı beraber geçiren bir çift duruyordu karşısında... Çok büyük ve sakin bir evdi burası. Bir zamanlar her odasında oğulları, kızları, gelinleri olan ve kocaman tencerelerle, kazanlarla, çorbaları yemekleri pişen... Sıcacık yemeğin üzerinden davetkâr buğusu ile birlikte, huzurun yayıldığı, misafirlerinin eksik olmadığı bir ev idi burası. Sonra kendi durumunu düşündü. Lojmanındaki ıssızlığından ve gönül evindeki sesten ne haberdi? Şimdi bu şartlara tahammül edip, mutlu olacak insan bulmak zor, dedi Ali içinden. Ve aklına takıldı kaldı narince bir isim… Acaba? Dedi. Benimle yaşar mıydı bu köyde?

O esnada Hasan amca elindeki bir çubuğu Ali öğretmene doğru uzattı;

— Bunun ne olduğunu biliyor musun muallim oğul, dedi.

Ali çubuğu eline alıp incelemeye koyuldu. Bir parmak boyunda, küçücük, kurumuş bir mısır koçanını yaklaşık 30 cm.lik bir çubuğun ucuna tutturmuştu Hasan amca. Ali tebessüm ederek, bu mısır koçanını neden çubuğa geçirdiğini Hasan amcaya sordu…

Hasan amca, Ali'nin elinden çubuğu alıp, gömleğinin arkasından sırtına doğru soktuğu icadının mahiyetini, gülerek anlatmaya başladı.

“Sırtım çok kaşınıyor bazen, o vakit kullanayım deyi yaptıydım..." ve ilave etti Hasan amca. "Eee muallim oğul eskiden savaş zamanı yiyecek ekmek bulamazdık da, bu mısır koçanlarını değirmende öğütür ekmek ederdik..." diye iç geçirerek eski günlerden dem vurdu. Ali bu söz karşısında hakikaten çok duygulanmıştı. Kim bilir ne sıkıntılarla bir ömrü devirdin Hasan amca? Dedi ve akabinde ömrünün en dokunaklı hikâyelerini anlattı durdu Hasan amca.

Hasan amca anlatırken Ali evin ayrıntılarını inceliyordu. Evin her tarafı Hasan amcanın kendisine göre yaptığı icatlarla doluydu. Sofadaki küçük pencereyi açınca, yaban domuzlarının, çakalların, sansarların ve ayıların ürkmesi için boş tenekeler ve zillerden oluşturduğu iptidai bir alarm sistemi vardı. Ali bütün bunları görünce, bu gibi sıradan şeylerin köy hayatı için ne kadar gerekli olduğuna şahit oluyor, her gün zihnine yeni bir anı yerleşiyordu...

* * * * *

Osman, Ali'nin yanından ayrılırken düğününe gelmesi için arkadaşından söz almıştı... Bu arada kendi hesap defterinin yerine kız kardeşinin defterini aldığını giderayak Ali'nin uzattığı Elif’in günlüğünü alınca fark etmişti. İvedilikle çantasına koyarak, kendince "hay Allah nasıl olmuş bu ya hu…" diye şaşkınlıkla gülmeyi de ihmal etmemişti. Günlüğü kendisine uzatırken Ali'nin gözlerinde farklı bir bakış sezmişti ama fazla üzerinde durmamıştı.

Ve Elif... Tüm can sıkıntısını tamamen unutturmaya yetmemişti günlüğüne kavuşmak, ama yine de kalbini serin tutmaya çalışıyordu. Kadayıf şırası izlerinin üzerinden kimin gözleri geçti acaba? Diye, kendine soruyordu. Abisi okumadım demişti, lakin Ali? Ali okumuş muydu?

Ali... Onu epey olmuştu görmeyeli. Beş- altı sene evvel memlekette halasının kızının düğününde görmüştü Ali'yi. Henüz üniversiteyi kazanmıştı Ali... Elif ise çocukluktan yeni çıkmış, bir genç kız olmuştu. Aralarında dört yaş vardı Ali ile. Ayaküzeri derslere dair ancak birkaç kelam etmişlerdi o kadar... Zihninde Ali’ye dair en son hatırladıkları bu ve çocukluktan kalma birkaç anısı vardı Elif’in.

Çocukken ağır- uslu ve lafı gediğine koyan bir kişiliği vardı Ali'nin... Diğer çocuklar gibi değildi. Okuduğu kitapları anlatmayı ve hayallerinden konuşmayı severdi Ali. Elif ile ortak yönleri buydu belki… Hayal kurmak. Bunun dışında en çokta, Ali’nin hiç bir şeyi dert etmeyen esprili halleri sevimliydi. Olur olmaz güldürmeyi severdi Ali.

Elif'in aklında yıllar öncesinden Ali ile çocukluklarına dair bir kesit vardı. Ailecek köylerindeki yaylaya çıkmışlardı hep beraber... Yaylada Ali'nin dedesinin bir yağız atı vardı. Elif at binmeyi çok istemişti fakat Ali'nin dayısı at huysuz olur gerekçesiyle Elif'in yalnız binmesini istememişti. Ali dedesinin atını çok sevdiği için her yaz mutlaka kendisi ilgilenirdi at ile... Bunu bildikleri için Ali'nin gözetiminde olsun diye, atın terkisine Elif'i bindirmişlerdi… Ali ile Elif at binerken sohbet etmişler birbirlerine çocuksu hayallerinden bahsetmişlerdi. Elif "ben gazeteci olmak ve dünyayı gezmek istiyorum…" demişti Ali'ye. Ali bir başka konu bulmuştu anlatacak…

Konuşurlarken at hızlanmış süratli bir şekilde koşmaya başlamış, Elif Ali’nin gömleğini sıkıca tutmuştu. "Düşmemek için bana sarılabilirsin Elif" dediyse de Ali, Elif utangaç bir çocuk edasıyla Ali’nin gömleğinden eğreti bir şekilde tutunmayı tercih etmişti. Bu esnada Ali'nin dayısı atın süratinden işkillenerek arabayla yanlarına kadar gelip muzip bir kahkahayla "Ali bu ne sürat, Elif'i kaçırıyor musun yoksa..." diyerek Elif'i sinir etmişti. O zaman 10 yaşlarındaydı Elif. Ali de 14 yaşında idi. Düşünürken bir yandan da iç sesiyle "ne ilginç bir macera çocuklukta kalan” dedi Elif. Sonra Ali ile yayladaki kuyunun başındaki şu konuşma aklına geldi.

Ali: “Kuyuya düşsem beni çıkarır mısın?” diye sormuştu Elif’e. Yanıtı ise: “Tabii ki… Çıkarırım.” Olmuştu. Ali tekrar sormuştu: “Peki, ben kuyuya düşsem beni nasıl çıkarırsın?” Elif bir süre düşünerek, “Yardım için birilerini çağırırdım galiba” dedi. Ali hazır cevap bir şekilde, “ben senin yerinde olsam hemen kovayı kuyuya sarkıtırdım” dedi. “Hem birisini çağırana kadar ben oracıkta can çekişiyor olabilirim belki” dedi. Buna karşı Elif hemen cevabını vermişti Ali’ ye… “ Kovayı sarkıtmayı düşündüm akıllım… Ama sen çok ağırsın, seni yukarıya çekmeye gücüm yeter mi hiç? Onun için hemen birilerini yardıma çağırırdım…” Sonrasında Ali, Elif’e şunu söylemişti: “Düştüğüm kuyudan beni ilk önce sen çıkarırsın… Ne olursa olsun zorlukları aşmalısın, yoksa gazeteci filan olamazsın küçük hanım”

Elif dudağında yarım bir tebessümle beraber, hayaline gelen bu sahneyi hızlıca zihninden uzaklaştırarak, öğleden sonra arkadaşlarıyla buluşup kararlaştırdıkları mekâna gitmek için hazırlık yapmaya başladı.

* * * * *

Zaman tüm hızıyla ilerliyor olsa da, Ali için günler geçmek bilmiyordu. Her ne kadar köy hayatı sıcak ve samimi olsa dahi, kimi vakitlerde, yalnızlığın verdiği bir takım garipsemeler içerisinde buluyordu kendisini. Ama her şeye direnmeliydi. “Beni burada tutan o güzel gözlü çocuklar var” dedi… “Dizlerinde yara eksik olmayan, elleri soğuktan çatlamış, merhem yüzü görmemiş çocuklar var.” Bu duvarların gölgesinde yapayalnız sabahlasam da, dayanmalıyım, dedi.

Her şey mücadeleden ibaret… Hayat öyle bir yön tayin ediyor ki, bazen ceketini alıp, ardına bakmadan gidiyorsun varacağın menzillere. Ulaşmaya çabalıyorsun elinden kaydırdıklarına… Bir denizin ortasında, kaçan balığın peşinden akıntıya sürükleniyorsun bazen.“Elimden kayan şehrin siluetini düşünüyorum da… Şimdi ne güzeldir İstanbul… Ne güzeldir…” dedi.

* * * * *

Gece vakti tül perdeden sızan ay ışığına bakıp uzandığı yerden usulca doğruldu… Kâğıt ve kalem yanına çağırıyordu adeta kendisini. Kalbinden süzülenler yol bulup akmalıydı… En güzel kelime kervanları yürümeliydi uçsuz bucaksız sahrada. Dokunmalıydı hislerinin en hassas melodilerine…

Şiir olup dökülmeliydi. Öyle de yaptı Elif. Her zamanki gibi hislerini döktü satırlara...

Çağıl çağıl kaynayıp durulmayan bir his yumağıyla baş başa kaldığında kendini kelimelerle avutuyordu. “Bir gün” diyordu… “Bir gün ansızın geleceksin ve gözlerinin içine bakıp okuyacağım tüm bunları… Kalbimin kor sancılarıyla sinende kaybolup, aşkına râm olacağım gün sana öyle çok söyleyeceklerim var ki… Fakat şuan kimsin ve neredesin ey sevgili? Çıkıp gelsen ya, daha fazla bekletmeden?”

Elif’in yüreği bu duygularla çağlarken günlüğündeki esrarengiz yazısı açtı ve ilk paragrafını okumaya başladı…

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Bölüm -V-


İnsanın yaratılış sebebi aşk olmalı...

"Biliyor musun, insanın yaratılış sebebi aşk olmalı" dediğimde tebessüm etmiş, o her şeyi sır gibi sakladığın gözlerin uçsuz bucaksız bir okyanus olmuştu. Hani, derinliklere davet eden...

"Deniz bir tutkudur" denir ya... Ben de gözlerine tutkundum. Senin bana bakmadığın bir anı bulup seni seyretmek var ya...? Hani "sensizken ömrümün yarısı gidiyor" diyorsam... İnan ki, o anlarda da ömrüme ömür hediye ediliyor.

Sana olan duygularımın farkında mısın? Farkında mısın kalp atışlarımın ismini haykırdığının?

Güneşe talibim, küçük bir yıldızın göz kırpması bir şey ifade etmese de.

Ben, ebediyet yollarında yolculuk yapanlardanım. Ayaklarım çöl kumlarına basmadıkça yürüdüğümün farkına varamadım. Çölde yanıp kavrulmadıkça anlamam mümkün mü şahadet şerbeti içenleri!

Sen, ey nur'lu pırıltı... O derin bakışlı gözlerini, çekme gözlerimden. Gözlerinden kalbime süzülen bir bengisu vücut buluyor o vakit. İşte ben o vakit tekrarlıyorum.

Biliyor musun, 'insanın yaratılış sebebi aşk'tır...

Ve senin tebessümün karşımda, Şavk-ı kamer… Çehre-i mah…

Sen, benim "la mekân" yollarındaki yoldaşım... Sevgilim..."

Elif'in gözlerinden satırlara boncuk boncuk iki damla yaş aktı, usulca... Hakiki aşkın şerbetinden yudumlamak nasip olur mu acep? Diye, iç sızısını okşadı kendi kendine... Mistik düşüncelere daldı gönül evinde. Hayali bir sevgiliye yazılmış satırlar... Onunla çıkacağı dünya hayatında ulaşmayı arzu ettiği menzil... "Vardığımız menziller hoşnut olunan amellerle bezenmiş olsun" diye içinden geçirdi... Ve istenecek yegâne kapıya diz büküp münacatta bulundu…

"Diliyorum ey Mevlâ’m, bana senin aşkından pervane olan bir yürekle yolundan yürüyecek fırsat ver... Aşk-ı ilahi ile katmerlenmiş ömür bahşeyle..."

Bir genç kızın en saf ve en besberrak duasıydı belki de... Pırıltılarla dolu gözyaşları, ruhunun şeffaf kâsesine düşüyor, düşen damlalar biriktiği yerden prizma gibi gönül âlemini aydınlatıyordu. "Elif..." isminin mahiyeti gibi, ince ve duygulu olmasının yanı sıra, bir o kadar da hayata kavi durmaya meyletmiş gizemli bir kelam idi... Bakalım nasıl okuyacaktı hayatı? Nasıl bir melodi bırakacaktı hayat sahnesinde?

Bazen içini tarifsiz bir hüzün kaplıyor, yaşadığı şehirden çok uzaklara gitmeyi düşünüyordu... Başka coğrafyalarda kim bilir nasıl bir hayat hüküm sürüyordu? Sabitliğe kurulu bir düzenden ziyade, sürekli gözlemlemeye dayalı bir yaşam arzu ediyordu. Bazı şeyleri görerek öğrenebilmeyi diliyordu... Belki bu yüzden maceraperest bir meslek seçmeye meyletmişti. "Gazetecilik." evet bu olmalıydı mesleği. Sürekli araştırmalı, yeni şeyler öğrenebilmeli, öğretebilmeli ve aktarabilmeliydi... Çocukluğundan beri gazeteci-yazar olmak için hayaller kuruyordu. Okuduğu bölüm gazetecilik değildi... Ama bu hayal kurmasına ve idealini gerçekleştirmesine engel değildi.

Tüm bunlarla çevrili bir hayatın içinde, serpilip yeşeren bir fidandı Elif. Gözü karalığının yanı sıra, fıtraten ince düşünceli, hassas ve güzel bir genç kızdı.

Ya, aşkından deli divane olan Kerem, Elif için ne demekti? Ona karşı hisleri her zaman arkadaş boyutunda kalacaktı. Dış görünüşüyle yakışıklı ve oldukça iyi imkânları olan bir ailenin oğluydu Kerem… Elif’i çılgınca seviyor ama aşkına karşılık alamamak onda, Elif’e karşı tutkuyla karışık bir his uyandırıyordu. Elif ise bu tutkudan o denli ürküyordu ki, gün geçtikçe Kerem’den kaçarcasına uzaklaşmakta buluyordu çareyi… Elif için aşk demek bambaşka boyuta açılan bir kapı demekti. Beşeri aşk ilahi aşka giden yolda ancak yoldaş olmalıydı kendisine… İşte bu yüzden beklediği birisi vardı. Ama “kim olduğunu” henüz bilmiyordu.

* * * *

Ali… Hayatı özünden okumaya meyletmiş genç bir adam. Kararlı ve bir o kadar da mücadeleci. Derin düşüncelerle dolu fikir ve gönül dünyasında, her gün yeni şeyler öğrenmeye kurgulu bir yaşamın emanetçisi… Kitaplarıyla ve öğrencileriyle yaren olan… Adını sanını bilemediği bir köyde, yöre insanlarıyla kurduğu gönül köprüsünün mimarı… Nefes alıp verdiği bu mütevazı dünyasında, günden güne hızla değişen hislerinin sancısını taşıyan bir kalbin sahibi...

Nasıl bir infilaka sebep olacaksın ey aşk?

* * * *

Köy hayatı iklimin değişmesiyle zor çehresini bir kez daha Ali’ye gösteriyordu. Bir sabah kapısında, elinde bir kavanoz salçayla beliren Sultan teyze, usulca getirdiği nevaleyi Ali öğretmen’e uzatırken bir yandan da titreyen ses tonuyla “muallim oğul buralarda soğuktan duramazsın, eline geçen odun kütüğünü atıver odunluğun bucağına. Yakın zamanda yağıverir kar… Doldurur buraları da dışarı çıkamaz olursun… Tee bu belime kadar yağar bizim buralara. Ne’me lazım, sen tut sözümü benim…” demişti. Sonrasında elinde bastonuyla usul usul bahçe kapısına doğru ilerlerken, Ali, ardından baktığı Sultan teyzenin kehanetlerle dolu, ihtiyar bir teyze olduğuna kanaat getirmişti. “Nasıl yani? Yarım metreyi geçkin kadar kar yağması mümkün mü?” Diye tebessüm etmişti.

Fakat bir sabah uyandığında gördüğü manzara karşısında neredeyse şaşkınlıktan gözleri boyut değiştirecekti. Fal taşı gibi açtığı gözleri, tabiatın bir gecede kuşandığı ipeksi gelinliğini görmekteydi… “Bu denli mi yağarmış kar” dedi içinden… Ve Sultan teyzenin pamuk çehresi gözünün önüne geldi. “Nasihati tecrübe sahibi kişiden dinlemek gerekiyormuş Ali... Ahh Ali…” Diye, iç geçirdi sonra.

Tabiat tüm ihtişamıyla bembeyaz bir örtü altında güzellik uykusuna yatarken, Ali için zorlu ve çetin bir kış mevsimi gelip çatmıştı... Ama her şeyde bir güzellik arayan yapısı gereği, tefekkür haliyle müşahede ediyordu bu manzarayı. Şehir hayatında sulu-sepken yağan kar ile bir miydi bu manzara? Yarım metreye yaklaşan bir kar kalınlığı söz konusuydu. Üstelik bir gece de olmuştu olan. Köy yolu elbette kapanmış, tellerin nazenin yapısı sonucu kesilen elektrik akabinde, köy fanusun içineymişçesine gibi bir hayata daha merhaba demişti. Nasıl yürüyecekti ki bu karda? Ve yahut hastalansa nasıl ulaşacaktı ki hastaneye? İçindeki çocuk bir yandan da “çıkıp kardan adam yapmalı bir güzel” diye göz kırpıyordu Ali’ye…

Allah’tan odunluğunda bol miktarda yakacak odunu bulunuyordu. Isınmak için bucağında odun bulundurmakta yetmiyordu sadece… Sobayı tutuşturmak için çam kozalakları bile hayati öneme haizdi neredeyse. Odun eğer nemli ise, soba istediği gibi yanmıyordu. Bir süre sonra sönüyor ve uğraştırıyordu Ali’yi… Kuruması için, yanan sobanın etrafına yakacağı miktarda nemli odun istif ediyordu. Anası görseydi oğlunun bu halini, ne hissederdi acaba? Kaloriferli evden çıkıp, sobalı bir yaşantıya ‘merhaba’ diyen oğlunun elinde kibrit ile soba tutuşturma sahnelerini görse, kesin ağlardı anası. Elektrikler kesildiği için telefonda edemiyordu eve… Şimdi nasıllardır acaba? Annesi de aramıştır ama ulaşamamıştır mutlaka… Üzülüyordur muhakkak, diye söylendi Ali.

Yalnızlığın ses hali çıtırdayan sobadan başkası değildi. Ve bir de, sobanın üzerindeki güğümün fokurtusu eşlik ediyordu, suyun kaynama noktasına ulaştığı anda. Sessizlik… İnsanın, sessizlikte kalp sesini daha çok dinlemeye fırsatı oluyordu. İçinden geçen seslere kulak veriyordu. Düşüncelerin içerisinde sukut edip dinlerken kalbinin sesini, yegâne şükredecek kapıya münacatta bulunmak ayrı bir huzur veriyordu insana.

Camdan dışarıya bakınca, omzunda tüfeğiyle ve ayağında karda kolaylıkla hareket edebilmek için yöre halkının ‘giyle’ adını verdikleri kar paleti ile yürümekte olan Kazım amcayı görmüştü Ali. Camı açıp merhabalaştılar, “evinin önü ile okulun arasına çığır açmaya geldim muallim bey” diye, ne kadar düşünceli olduklarını bir kez daha Ali’ye ispat etmişlerdi köy halkı. “Senin giyle yoktuk şincik, yürüyemen biz gibi sen karın içinde,” diye de bu mevsime karşı ne kadar hazırlıklı olduklarını aktarıyordu Ali’ye. Ali evin önüne kadar gelen Kazım amcayı eve davet etmişti. Ama Kazım amcayı tutabilene aşk olsun! Hiç mümkün müydü eve girmesi? Çok önemli bir işi vardı. Normal hava şartlarında bile Ali’nin bir çırpıda çıkabilmesi çok zor olan uzak mesafeli dağın tepesini göstererek “tee o yana gidip, yaban domuzu furacaam... Muzır hayvan çoğaldı eyicene... Kökünü kurutmaksak bahar geldi miydi ırahat vermeyolar bağa bostana” diye de kısa bir açıklama ile “haydi kal sağlıcakla” diye yola koyulmuştu çoktan. Ali bu ritüel karşısında ne diyebilirdi ki? Köyün adamları sırtında tüfeğiyle, bir bir dağa vuruyorlardı kendilerini. Kar yağınca muzır hayvanları izlerinden takip etmesi kolay olduğundan, derhal bu görevi ifa edebilmek için, adeta birbirleriyle yarış ediyorlardı.

Kar yağalı üç gün olmuştu. Zaman zaman yağmaya da devam ediyordu. Kapalı olan köy yolu ilçeden gelen greyderlerle üç gün sonra ancak açılabilmişti. Greyderin ardından bir fotoğraf karesi yakaladı Ali… Karla kaplı yolda engelleri sıyıran bu iş makinesinin, bu denli anlamlı olabileceği hiç aklına gelmezken, derin bir memnuniyet duyarak baktı, aşağı doğru kıvrılan yolda görevini ifa eden greydere...

Daha ne engeller vardı hayat yolculuğunda... Birer birer sıyrılması gereken? Hangi handikaplara maruz kalacaktı yaşam perdesinde? Bir kar kütlesinin sıyrılmayı beklemesi gibi, sorular birikti zihninin sathında…

Kendisinin bile hissedemeyeceği tonda, kalbî bir ses ile fısıldadı tüm istekliliğiyle… “Bir kar olup yağsam dağlarına Elif… Beni usulca bağrına kabul eder misin? Ey saçını rüzgâr, yüzünü dilber bildiğim sevdiğim, sen gelmeden gül kokun esti gönül bağıma… Bir ömür boyu sinendeki sükûnete ram olup, işte tam orada damla damla karışmak toprağına, mümkün mü? Ey kalbim söyle bana..!”

Ey Ali’nin kalbi… Sen diyeceğini dedin. Ya Elif? Elif bilseydi, bir masal diyarı kadar bakir olan o mekânda, kendisi için çılgınca atan bir kalp olduğunu? Ne hissederdi acaba?

Kar yine yağmaya başlamıştı. El ele tutuşup, lapa lapa penceresine düşen kar taneleri, Ali’nin düşlerine kristal bir fon vazifesi oluyordu. Ve o fonda bir tek Elif’in sesi hüküm sürüyor... Hayal dünyasında “Ali’m ben geldim” diye yankı buluyordu adeta…

“Ali’m… Ben geldim…”

“Ali’m… Ben geldim…”

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Bölüm -VI-

Eriyen karların üzerinden iki-üç ay geçmişti. Doğa kıpır kıpır bir canlanma ile gün be gün değişiyordu. Tomurcuklanan ağaçlar yeşil yapraklarını ve meyvelerini cüretkâr bir ihtişamla sergiliyorlardı. Yaprakların arasından resmigeçit töreni gibi, nizamlı bir ritüellikle börtü böceklerde rızıklanmak için çaba sarf ediyorlardı. Ali bahçesindeki dut ağacına yaklaştı... İri ve olgun bir taneyi eline aldı... Şekerimsi meyveyi ağzına götürürken az sonra çıkacağı yolculuğu için garip bir heyecan duyuyordu. Aylardır gönlünü mesken tutan bir ismi nihayet ru be ru görecekti... Onu ilk kez görecekmiş gibi içini garip hisler istila ediyordu…



İlk karşılaşmaları nasıl olacak? Onu ilk gördüğünde ne hissedecek? Peki ya Elif? Bilse ona olan bu hissiyatını, ne hissederdi acaba? Ya Osman? Bir de o vardı elbette… Kafasındaki soru işaretlerini birer birer yakalayıp, Elif’i görene değin bir dolaba kilitlemek istedi Ali… Bir kilitli dolap içinde birbirleriyle konuşsunlar dursunlar…



Vasıtalar varacağı şehre ilerledikçe, içindeki kilitli dolaptan gümbürtüler duyulmaya başlamıştı. Soru işaretlerinin nesi vardı? Kalbinin üzerine bir parende kurarak zıplamaya mı başlamışlardı yoksa? Bu düpedüz çılgınlık olmalıydı. Kalp kapakçığı hızlandıkça kuşkularında haklı olduğunu anladı Ali…



Otobüs istikametine hızla ilerliyordu. Elif’i görebilmesine çok kısa bir zaman dilimi kalmıştı. Yarın Osman’ın düğünü vardı. Elif’in şehrine adım atmaya hazırlandığı dakikalardı… Derin bir nefes aldı… Otobüsün camından dışarıya bakarken artık yabancısı olduğu şehir hayatını ne çok özlediğini fark etti. Otogara adım atıp, artık son vasıtası olan yeraltı trenine adım atınca, bir an bu hızın kendisine yetmeyeceğini düşündü. Ve kendi kendine bir oyun oynamaya karar verdi. İneceği durağı takip ederken trenin durduğu durağı bir önceki durak niyetiyle takip etmeye başladı. Ve nihayet ineceği durağa geldiğinde, içinden “ne çabuk geldik…” diyerek, süratlice gelmiş numarası yapıp, kendisini basit bir düşünceyle sevindirmeyi ihmal etmedi…



Kaldırımlar niye bu kadar güzeldi? Bir zamanlar yaşadığı şehirde okula giderken fark etmiş miydi? Düz ve çamursuz bir yolda yürüyebilmenin de, insan hayatında önemli bir yer kapsadığını? Şu arabalar? Egzozlarından çıkan dumanlardan şikâyet edenler... Köyde kaç kere ulaşım aracı sıkıntısından dolayı mahsur kaldığını bilselerdi ne hissederlerdi? Umurlarında olmazdı tabii… Peki, Ali biliyor muydu? Yaklaşık bir sene öncesine kadar, Anadolu’nun bir ücra bucağında görev yapmanın zorluğunu? Öğreniyordu. Elektrik telleri, rögar kapağı, belediyenin çöp arabası, doğal gaz boruları gözünde kıymete binmişti bir an.



Yüzler vardı… Bir sürü, enva-i çeşit tanımadığı yüzler! Kalabalığın içinde, her biri kendi istikametine adapte olmuş insancıklar. Kimi mutlu, kimi endişeli, kimi yorgun bakan yüzler… El ele tutuşan sevgililer... İşte bir çift geçmekteydi öteden. Yakışıklı bir gencin kulağına bir şey fısıldayan kız ve kıza rahat tavırlarıyla mukabele eden bir erkek yürüyordu karşıdan. Genç erkek kızın biçimli burnuna işaret parmağını usulca değdirdi ve kimseye aldırış etmeden oracıkta kızın yanağına kocaman bir öpücük kondurdu. Ali bakışını derhal çevirdi… Bu manzara karşısında bir hayli mahcup oldu. Bu tarz hadiselerin ulu orta yaşanmasına bir türlü anlam veremiyordu. Aşk demek bu değildi! Sevgi alış verişi bu olmamalı diye düşündü. İnsan sevdiğini hiç ulu orta öper miydi? İnsan sevdiğini başkalarının nazarından bile sakınır… Değmesini istemez hiçbir sinsi izin gölgesini… Birbirine latifçe akıtır, kimsenin bilmediği sırrını ve sevdasını. Yalnızca sevgilinin gül cemalini seyreden bilir, o gülün rayihasını, gülüşünü, ipeksiliğini… Ve her defasında, al renge doyan yanağının pembeliğini…



Hafif bir akşam esintisi dokundu Ali’nin cemaline… Şehrin, tozu dumana katan bu yoğunluğu saçlarının arasından akıp geçti. Elinde ufak bir valizle adım adım yaklaştığı apartmanın önünde derin bir nefes alarak durdu. Nihayet… Dedi. Birazdan iç sesiyle, dış sesini birbirine karıştırmadan konuşmaya başlayacağını düşünüp, tebessüm ederek kapının ziline isteklice dokundu.



Ve Elif’in her gün eşiğinden atladığı kapı, Ali’nin heyecanına ufak bir illüzyonla merhaba dedi. Bir şatonun ağır ve haşmetli kapısına dönüşüverdi birden… İki tarafında zırhlı muhafızların yer aldığı, derin gıcırtılarla açılan ve elinde meşalesiyle kendisine eşlik eden vazifeperver birisiyle içeriye gireceğini tasavvur etti. Hayal gücü ayaküzeri kendisine kısacık bir tiyatro sundu. Birazdan haşmet-me’âb’larının huzurunda -yani Elif’in babasının karşısında- nasıl bir soru yağmuruyla kıvranacaktı Allah bilir?



Tam o esnada kapı açıldı… Ve bir zarif ses…



— A a… Ali ağabey… Hoş geldin

Ali’nin tüm hayalleri, dörtnala giderken tökezleyen bir at gibi, yere kapaklandı. Takla attı. Uzunca bir süre kalabilirim burada, dercesine kurduğu hayaller gözünü mahzunca kırpıştırdı. Kapıyı açan ve onu içeriye buyur eden Elif değildi. Peki kimdi?

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~


Bölüm -VII-

~ Ali'nin kapı ziline dokunmasından 6 ay sonra... ~



Dolmuş kasabadan hareket edeli yarım saat olmuştu. Ali dağ yolunda inip, köye ulaşmak için kendisini bekleyen traktöre binecekti. Öyle kavilleşmişlerdi köydeki tek traktörün sahibi olan Hüseyin amcayla. Fakat aniden bastıran kar yağışı bütün planları alt üst etmeye yetmişti. Bu mevsimlerde İl ve ilçeyi birbirine bağlayan kıvrım kıvrım virajlı yollarda in-cin top oynardı. Saatlerce beklesen araba geçmezdi. Sadece günde birkaç defa sefer yapan minibüsler vardı. O dolmuşların ise hava şartlarının muhalefeti nedeniyle seferlerini iptal etmesi olasılık dâhilindeydi. Neyse ki Ali yolda inip, traktör ile köye ulaşacaktı. Bu havada ilçede önemli bir işi olmasa idi zaten yerinden kıpırdamazdı ama olmuştu bir kere. Köy yolunun ayrımına vardıklarında dolmuş kenarda durdu. Ali inmeye yeltendiği sırada dolmuş şoförü Ali’ye;



— Seni bekleyen var mı öğretmen bey? Bu havada burada inmen doğru olmaz dedi.



Ali dışarıya şöyle bir göz gezdirdi ve şoföre;



—Köyden Hüseyin amca beni bekleyecekti. Gelmiş olması lazım, dedi.



Ama ne var ki, gözükürde ne traktör, ne de Hüseyin amca vardı. Ali birkaç saniye içinde bir karar vermek zorundaydı. Ya dolmuştan inmeyecek lüzumu olmadan şehre kadar uzun bir yolculuk yapacak yahut ta bu ıssız dağ başında Hüseyin amcanın gelmesini bekleyecekti. Ali söz verdiğini yapmayı tercih etti… Hüseyin amca ne olursa olsun gelirdi. Dolmuştan inmeyi tercih etti. Dolmuş şoförü bir kez daha uyardı Ali’yi;



— Öğretmen bey, eğer traktör gelmezse senin işin zor gözüküyor. İstersen şehre kadar birlikte gidelim, bu saatten sonra buradan araba, dolmuş hiçbir vesait geçmez. Mahrum kalacaksın… Yine de kendin bilirsin amma tehlikeli olabilir, dedi.



Ali her şeye rağmen dolmuştan indi. Ayağı yer ile temas edince kalın botları bile bu işte bir aksilik olacağını hissediyordu. Araçtan inerken dolmuş şoförüyle göz göze geldiler. Bu iklimin adamıydı şoför. Endişe duyması olağandı. Ali dolmuşun kapısını örttü ve elini ılık nefesiyle ısıtmaya çalıştı.



Gelmek üzeredir, dedi…



Ali indiği tepede Hüseyin amcayı beklemeye başladı. Vakit ikindiydi. Kış mevsimi yağan karla insanın iliğine işliyordu. Ali bulunduğu yerde volta atmaya başladı. Elini buz kesmişti. Ağaçların arasında kaybolan köy yoluna gözünü isabetleştirerek bir traktör homurtusu işitmeyi umuyordu. Ama bu çabası nafileydi. Zaman durmaksızın, yağan kar taneleriyle beraber saniyeleri de ufaladıkça ufalıyordu. Ne olmuştu acaba? Hüseyin amca neden gelmemişti?

Köy yolu ayak bileklerini çoktan aşan kar örtüsüyle kaplıydı. Bu esnada greyderler hemen gelmezdi. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir hal alırdı köy yolu. Ancak dev-yarâsa tekerleriyle bir traktör cesaret edebilirdi köyden yolun geçtiği tepeye tırmanmaya. Fakat belli ki o da tırmanamamıştı! Ali’nin bekleyişi ve yağan karın yüzüne çarpışı o denli çoğaldı ki, yaklaşık 1,5 saat önce giden dolmuşun içinde olmayı istedi. Lakin bu kuru bir hayaldi. Donan ayağı ve üşüyen burnu tehlike sinyali veriyordu. Ve bir karar vermek üzereydi. Burada bekleyeceğime 7.km aşağıdaki köye yürürüm dedi iç sesi. Ah o iç ses…



Ama ne var ki Ali, o yollarda yürümenin kolay olacağını zannetmeyi çok acı bir şekilde ödeyecekti. Karın çılgın yakıcılığını ayaklarında hissedecek, kemiklerinden yukarılara doğru sızılar yükselecekti. Bir adım daha atamayacağım dediği bir an gelecek, ama yürümezse yolda donacağını bildiği için, kendisini zor- güç bir şekilde köye atmanın mücadelesini sürdürecekti. Soğuk hava damarlarına, iliklerine kadar işleyerek Ali’yi müthiş bir hastalığın pençesine doğru itiyordu. Ali bunu hissediyordu. Sırtına bıçak saptanıyordu adeta… Korkunç bir ağrıyla cebelleşirken köyü göreceği son dönemece de ulaşmıştı. Tam o esnada Hüseyin amca ve birkaç köy ahalisiyle burun buruna geldiler. Traktör arızalanmış, bu yüzden köylüler Ali öğretmene yürüyerek eşlik etmek için yola koyulmuşlardı. Tam zamanında gelmişlerdi, zira Ali dermansızlıktan neredeyse olduğu yerde düşüp bayılacaktı…



~ Ali’nin kapı ziline dokunmasından 1 gün sonra… ~



Osman’ın düğün günü…



Ali akşam eve geldiğinde Elif’i görememişti. Bütün aile toplanıp kız evine kına’ya gitmişlerdi. Ertesi sabah düğün hazırlıkları için ev bir curcuna halini almıştı. Bu karışıklıkta Elif’i görebilmek için can atıyordu Ali. Ne var ki misafir odasında düğün için hazırlanırken, Elif kız evine doğru sabahın erken saatinde gelinin rutin hazırlıkları için gitmişti. Onu ancak nikâh salonunda görebilecekti.



Osman ve bütün aile sevinç içerisindeydi. Ya Ali? Kalbi çocuksu bir sevinç içindeydi. Ve beklenen saate az kalmıştı. Nihayet yola koyulmuştu herkes…



Nikâh salonuna vardıklarında Ali’nin kalbi en az Osman’ın kalbi kadar hızla çarpmaya başladı. Elif’i arıyordu gözleri… Yoksa her şey bir yanılsama mıydı? Yok muydu Elif? Her şey bir hayal dünyasından mı ibaretti?



İşte tam o esnada gelinin beklediği odanın kapısı açıldı ve Ali ve Osman’ın beklediği odaya bir kuğu narinliğinde adım attı genç kız. Elinde süslü ve kocaman bir şeker sepeti vardı. Yüzünde inanılmaz huzur verici bir gülümsemeyle,



—Merhaba Ali, hoş geldin… Dedi.



Ali…

Kalbinin tüm çerçeveleri titreşerek yanıtladı bu suali. Elif, kocaman ve iri gözlerini, genç adamın kalbine bir projektör gibi tutuyordu sanki. Ali aşk’ın etten kemikten kisvesini bulmuş gibiydi. Avuçlarını ani bir ter basmıştı. Gözlerini genç kızın güzel yüzünden ayıramıyor, sanki yüzyıllardır bu anı bekliyormuş gibi, kalbini kuvvetli dalgalar istila ediyordu. O dalgaların sesini duyabiliyordu. Çok çılgınlar… Hem de çok…



Elif abisi Osman’a yaklaşarak,





—“Bugün çok yakışıklı olduğunu biliyor musun abiciğim?” Dedi ve Ali’ye doğru başını çevirerek, ondan da onay verici bir cümle işitmek istedi.



—Sence de öyle değil mi Ali? Damat olmak çok yakışmış değil mi? Dedi.



Ali’nin gülümseyerek yanıt verdi. Çünkü o sırada, iç sesi durmak bilmeyen bir yaygara koparıyordu gönül âleminde. Sürekli cümleler fısıldıyordu.







Elif… Elif’im olur musun?



Elif… Seni seviyorum duyuyor musun?



Elif… Elif…







Ali düğün boyunca mahcup bir edayla baktı Elif’e… Tüm vurgunluğuyla baktı. “Elini tutsam, gelir misin benimle ” diyen bir replik kadar isteklice. Ve Elif düğün boyunca o mahcubiyetin altındaki gizli, tutkulu bakışları sezinledi. Bir şey düştü Elif’in yüreğine. Tam sinesinde bir kıvılcım oluştu. Ama adını koyamadı bir türlü… Vakti gelince derilecek bir çiçek büyümeye durdu sonra… Bir çiçek büyümek için müsaade istemezdi. Usulca kabarır ve toprağı çatlatarak güne merhaba derdi. Dünya kurulalı beri bu böyleydi. Gizlisinde bir şeyler oluyordu işte…



Adı; AŞK. Manyetik bir dalga gibi dağılıyordu sonra, cümle âleme.



~ Ali’nin kapı ziline dokunmasından tam 19 sene önce…~



Seher vaktinde buram buram terin, sancıyla harman olduğu bir zaman diliminde, anasının göğsüne ak-pak bir kız bebeğini verdi hemşire. Yumuşacık… Mis kokulu… Anasını emdi bebek. Süt ne kadar da tatlı, analar nasıl da verimliydi. Sancısını unutturana şükretti anne. Bebeğini koklarken, bir müezzin ezanı okumazdan evvel fısıldadı kulağına;



- Elif’ im… hoş geldin kızım… Bahtın güzel olsun, tıpkı ‘sen’ gibi…



Anasının ak sütünü emdi, büyüdü, serpildi günden güne bebek… Kimi zaman düştü dizleri kanadı, kimi zaman sakladı yaralarını, kabuk bağlarken içi. Yürüdü, koştu, salıncağa bindi, zıpladı… Tekrar düştü. Ama yürümekten yılmadı hiçbir zaman. Adı, Elif idi…



~ Ali’nin kapının ziline dokunmasından tam 6 ay + 10 gün sonra… ~



Ambulans şehre doğru var gücüyle hareket ediyordu. Film şeridi gibi gözünün önünden geçti bütün ömrü. Birkaç dakikaya koca bir ömür nasıl sığar? Hepsi ne varsa bir bir dökülüyordu hayat perdesinden. Yaşamı, gencecik ömrü, demek burada son bulacaktı öyle mi? Yolun sonu burasıymış dedi. Kesik kesik nefes almaya çalışırken, aklına yalnızca bir tek isim geliyordu. Elif… O güzel yüzü nazenin duruşu gözünün önünden gitmiyordu.



Elveda kısacık ömrümün nev baharı dedi… Vücudu sarsılarak şiddetli bir titreme nöbetine girdi. Yattığı yerden doğrulmaya çalışıyor, burnuna verdikleri oksijen aparatını eliyle çıkarmaya çalışıyor, ambulansın sarsıntısından bir önce kurtulmak istiyordu… Sağlık görevlileri duruma müdahale ediyor. Ali’yi teskin etmeye çalışıyorlardı. ‘Peki…’ dedi zihninden geçirdiği son bir düşünceymişçesine... ‘Peki, şimdi ne yapacak bensiz?’



Ali şehre iletildiğinde doktorlar insanüstü bir çabayla derhal duruma müdahale etmişlerdi. Nefes alıp vermesi oldukça güçleşmiş bir genç adam duruyordu karşılarında. Tıpkı davul gibi gerilmiş derisi, normal dışı bir görüntü arz ediyordu. Vücudunda biriken ödemin ve günlerdir çektiği ızdırabın sebebi bulunmuştu. Akut böbrek yetmezliği geçirmekteydi genç adam. Bir hafta boyunca üşütme nöbetiyle sancılanmış, şimdi geçer elbet, ümidiyle günlerdir sancılar içerisinde kıvranmıştı. Ama ne köylüler ne de kasabadan gelen doktor bir çare bulabilmişti Ali öğretmene. Birkaç antibiyotik, ağrı kesici halleder ümidiyle iş çığırından çıkmış, son iki gün ise, nefes alması güçleşip hezeyanlar içinde yerde kıvranmaya başlayınca, acilen ambulans çağrılmıştı.



* * * *



Ve hastane koridorlarında ivedilikle merdivenleri adımlayan bir genç kız… Ali’nin hastaneye geldiğinden tam iki gün sonra haber duyulmuştu. Yoğun bakım ünitesindeydi ve hala hayati riski atlatamamıştı. Elif ömrüne dâhil olan bu genç adamı nasılda çok seviyordu… Nasılda çılgın bir aşk ile bağlanmıştı birden bire… Ve şimdi gözlerine bakmaya doyamadığını, bu hastane odasında kuytularda izlemek ne çok acı veriyordu kalbine… Biliyordu prosedürleri ama ne var ki dayanamazdı kalbi. Görmeliyim onu dedi. Genç bir hanımdı doktor. Gözlerini okudu Elif’in. Acısını derinlerde hissetti. Tamam görebilirsin ama çok kısa, dedi.



Elif, Ali’nin bulunduğu odaya girdi. Onu en son abisinin düğününden sonra, aşklarını birbirlerine itiraf ettikleri o masum buluşmalarından beridir görmüyordu. Nasıl da bitkin gözüküyordu? Ali yavaşça açtı gözlerini. Bir halüsinasyon gördüğünü düşündü. Yoksa bir rüya içerisinde miydi? Elif’i düşündüğü o ilk gün gördüğü rüyası gibiydi her şey…

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -



Elif ile gönülden gönle akarcasına konuşmaya başladılar.



—Elif sen... Buradasın, gelmişsin...

— Geldim evet.

— Aslında biliyordum geleceğini. İçime doğmuş gibiydi...

— Sen çağırmadın mı beni?

— Evet, gelmeni çok istedim.



- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -



Ali yarı uykulu vaziyetteydi. Elif yavaşça yanına geldiği hissediyordu. Tüm bitkinliğine yorgunluğuna rağmen kokusunu duyuyordu. Elif elini Ali’nin yanağına koydu, şefkatle okşadı sevdiği adamın yüzünü. Gözlerindeki nemi hissettirmeden oracıkta sevdiği adama baktı. Şükür ki hayattasın biricik, dedi. Ya sana bir şey olsaydı ben ne yapardım? Şükür ki yanımdasın hala, dedi.



- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -



— Geldim işte, buradayım… Yanındayım, dedi.



O sırada genç kız, elini Ali'nin kalbinin üzerine koydu. Ali bir an, sinesinden hızlı bir tren geçtiğini hissetti. Tüm ılıklığıyla Elif'in eli tam kalbinin üzerindeydi. Elif, "Biliyor musun insanın yaratılış sebebi aşk olmalı" dedi ve gülümsedi. Ali kalbine söz geçiremiyordu. "Elif..." diyebildi sadece.



- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -



Yoğun bakım ünitesinin içi gün ışığı gibi parladı. “Aşk” idi bu parıltının müsebbibi…



~ Ali’nin kapının ziline dokunmasından tam 2 sene 1 ay 12 gün 4 saat sonra~



Elif günlüğünü açtı ve şerh düştü.



“ Kendi ayaklarımın üzerinde duruyorum. Yuvamdayım… Ali’m var yanımda, çok mutluyum.”



* * *



Bir aşk ile çağıldamıştı iki gencin kalbi. Nasıl ve nerede buluşmuştu yürekleri? Ne önemi vardı? Onlar birbirlerini bezm-i elestten beridir biliyorlardı. Ruhları aşina idi birbirlerine, âlem-i ayanda tanışmazdan evvel.



İkisi de birer yolcuydu. Dünya konukluğunda aşk’a giriftar olan bir sarmaşıktılar…



Hepsi bu.



~ SON ~

BEDİA BELKIS BALCILAR

.Eleştiriler & Yorumlar

:: :)
Gönderen: Bedia Belkıs BALCILAR / , Türkiye
20 Kasım 2010
Teşekkürlerimle Ali Bey, kıymetli yorumunuz için sağ olunuz...

:: Güzel
Gönderen: ALİ YERLİ / , Türkiye
8 Kasım 2010
Hikayeyi okudum. Faruk Nafiz Çamlıbel'in "Han Duvarları" geldi aklıma.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın aşk ve romantizm kümesinde bulunan diğer yazıları...
Yusuf'u Kuyudan Kim Çıkarır?
Güvercin Kanatlarında
Haylaz Aşk
Gül Aşkım

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Suyun Ses Hali

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Ölü Atlar Kişnemesi [Şiir]
Kim Daha Şanslı [Şiir]
Tıflane [Şiir]
Özlem [Şiir]
Yağmur Yağıyor Seller Akıyor [Şiir]
Zerre [Şiir]
Yazarlığa Giden Yolda Çekilen Acı, Parmak Uçlarından Geçer [Deneme]
Rüzgâr'ın Sesi [Deneme]
Krizantem, Üç Oda, Gökyüzü Vesaire [Deneme]
Yazdıkça Gelir Cümlem [Deneme]


Bedia Belkıs BALCILAR kimdir?

ben bir kayığım bu ummanda. . denize bembeyaz köpükler bırakan.


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Bedia Belkıs BALCILAR, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.