Herkesin derdi başka. -Orhan Veli |
|
||||||||||
|
İLAHİ KİŞİ açıklamalar: BOKUMENA: TANRIAĞAÇ’ların en kıdemlisi SNADOKO: yılanların tanrısı. SNADOÇİ: SNADOKO’nun ulağı. BUKOÇİ: TANRİAĞAÇ’ların ulağı. CHİTENG: Tanrıların babası. “baba” bir saygı ifadesinden başka bir şey değildir. zira tanrılar cinsiyetsizdirler. CHİTENG, tanrıların kralıdır. Çünkü, CHİTENG dışında her tanrı, Sadece sorumlu olduğu varlıklar aracılığıyla görür evreni. Ağaçların olmadığı bir yeri, TANRIAĞAÇ’lar göremez…. Halbu ki CHİTENG tüm evreni görebilir. Çünkü O özel bir sorumluluk almamıştır. tüm kahinattan sorumludur. Bir bakıma o, BİLGELİKTANRISI’dır. YOGETAN: kehanet tanrısı. KARİNFİRA HİTOGAR: ilahi, bilge kişi. İTCHİTENG: Birliğin Tanrısı. O gün, hayat her zamanki gibi devam ediyordu. Kuşlar her zamanki gibi cıvıldıyorlar, ilkbaharın sevinciyle mesut olan çocuklar her zamanki gibi oynuyorlardı. Koskoca ormanda rahatsız olan kimse yoktu. Yani, Altınorman köyü her zamanki gibiydi. Köyün adının Altınorman olmasının sebebi: köyü çevreleyen ormanın ağaçlarının yapraklarının yılın her ayında altın sarısı olmasıydı. Bu ağaçların her birinin boyu otuz-otuz beş metre kadardı. bununla birlikte, her birinin gövdesi, uzunluğunun dört-beş misli kadar kalındı. Buna rağmen köye güneş bütün haşmetiyle doğuyordu. Sanki, güneşi ağaçlar çekiyordu. Ağaçların, kahverengi, pütürlü kabukl bir meyvesi vardı. Meyvelerin büyüklüğü bir karpuz kadardı. Yenilebilen ama daha çok şifa veren meyvelerdi bunlar. Bu meyve, geçmişi unutma hastalığının tek ilacıydı. Ki günden güne bu hastalık gittikçe yayılıyordu. Meyvelerin tadları müthişgüzeldi. her ağaç yılda iki-üç meyve veriyordu. Üstelik, bu ağaç türü sadece Altınorman köyünde yetişiyordu. Dünyanın her yerinden bu ağacın meyvelerini almaya geliyordu insanlar. Ama bu meyveyi dalından sadece hasta koparabiliyordu. Altınormanlılar bu ağaçlara tapıyorlardı. geçimlerini çiftçilik yaparak sürdürüyorlardı. Ezelden beri bir aile, Köyün bütün ağaçlarıyla meşgul olurdu. Bu aile köy tarafından beslenirdi. Ailenin her bir ferdine köy büyük bir saygı gösterirdi... Hatta bu aileye: “ilahi aile” denilirdi. Köyün yaşlılarına göre: bu aileyi, en yaşlı ağaç seçmişti. O günden bu güne ağaçların sorumluluğu bu ailedeydi. Şimdi aileden yalnızca bir çocuk kalmıştı. Ağaçların bakımı bir aileye göre bile çok zordu. Ama çocuk her gün, hiç usanmadan görevini yapıyordu. O kadar çok çalışıyordu ki omuzları çökmüştü. Ağaçları teker teker çapalıyordu her gün. bu Ağaçlara asalaklar çok uğradığından, her gün tekerteker onları köklerinden yoluyor, pişirsinler diye köylülere veriyordu. Çünkü köylülerin inançlarına göre, bu ağaçların asalakları, ağaçlardan besin aldıkları için kutsal sayılırdı. Gerçekten bu otların tatları çok güzeldi. Ama, asalaklardan ilahi aile tadamazdı. bu asalaklar, ağaçların her yerinde bulunabilirdi. En dibinden en tepeye kadar. Bir gün ihmal, ağaçları kökten kuruturdu. Onun için, küçük çocuğun işi çok zordu. Zavallı çocuk, o kapkalın gövdelere çıkmak zorunda kalıyordu. Bereket versin ağaçların gövdeleri çıkıntılıydı. İş onunla da kalmıyordu. Çocuk her gün, her ağaç için Yılanlarvadisi’nden bir yılan avlayıp, Ağaçların dibine gömmek zorundaydı. Üstelik, Yılanlarvadisi’ndeki yılanlarınMüthiş bir zehirleri vardı. Onların bir soluğuyla, dünyanın en güçlü adamı, on dakikada ölürdü. Yılanların her biri, iki metreydi. Hiç büyümezlerdi. Diğer yılanların aksine bu yılanlar yumurtayla çoğalmıyorlardı. Memeli de değillerdi; ama memeli bir canlı gibi doğum yapıyorlardı. Dişi yılan yavrusunu doğururken ölürdü. Çünkü yavru, iki metre boyunda doğardı. Ağaçlar, her gün gömülen yılanları kemiklerine kadar kuruturlardı. Küçük çocuk, binbir tehlikeye göğüs gererek, bu yılanları avlar ve ağaçların altına gömerdi. O gün de, her zamanki gibi, ağaçların topraklarını çapaladı, Asalakları topladı ve bir bidon süt alarak Yılanlarvadisi’ne doğru yürüdü. Güneş tam tepedeydi. Onu Güneş’ten koruyacak bir şapkası bile yoktu. Çünkü, bu yasaktı. Ağaçlara bakmak, bir ibadet gibi benimsendiğinden, Tabiata karşı yapılan bir korunma, günah sayılıyordu. Çocuğun üzerinde, sadece bu kutsal ağaçların yaprakları birleştirilerek yapılmış giyisiler vardı. Bu da, ilahi ailenin ayrıcalığıydı. Sadece onlar bu ağaçların yapraklarını giyisi yapmak için kullanabilirdi. Bu da çok büyük bir ayrıcalıktı. zira, yapraklar insanı kışın sıcak, yazınsa soğuk tutuyorlardı. Üstelik yağmur geçirmiyorlardı. Giyisiler kuru yapraklardan yapılıyordu. Çocuk on beş yaşındaydı. Annesi, o çok küçükken bir yılan sokmasıyla ölmüştü. Babası da, annesi öldükten iki yıl sonra ağaçtan düşmüştü. Ölmeden, görevini alper’e vermişti. Babası öldüğünde o on yaşındaydı. Alper, o günden bu güne, hiç durmadan çalışıyordu. Yılanları, artık boş olan bidona doldurdu. O kadar çok yılan vardı ki, her gün binlerce doğum oluyordu. Dişiler ölüyorlardı ama zaten ağaçlar canlı dişileri kabul etmiyorlardı. Çünkü dişiler yılanların nesillerinin devamını sağlıyorlardı. Alper’in bidonundaki ölü yılanların çoğu çoktan ölmüş dişilerdi. Alper, her yuvanın başına gidiyor, onlara süt veriyor, Onlar da, ölüleri varsa delikten itiyorlardı. Yoksa, aralarından birini seçiyorlardı ve Alper, seçilen yılanı öldürüyordu. Yılanları ağaçların altına gömdü. Daha birkaç sefer yapmak zorundaydı. Bidona süt doldurmuş tam gidecekti ki, Bir çocuk Alper’e doğru koştu. Alper bu işe şaştı çünkü, köy halkı ona mesafeli bir yakınlıkla davranırdı. öyle ki, O geçerken seslerini alçaltarak konuşurlardı. Ona yaklaşırken, Kutsal birine yaklaştıklarını akıllarından çıkarmazlardı. Çocuk, Alper’in yanına geldiğinde soluk soluğaydı: --Sizi bir adam görmek istiyor. Alper, çocukların ona her “siz” deyişlerinde ilahi aileye mensup olduğuna hayıflanırdı. --Beni kim görmek istiyor? --Yabancı bir adam. --Peki ne istiyormuş? --Sizinle biraz konuşması gerektiğini söyledi bana. Çok acilmiş. --Ama benim Yılanlarvadisi’ne gitmem gerekiyor. Daha beslenmeyen 40 ağaç var. Yarım saat bile sürmez. Yarım saat bekleyemez miymiş? --Elbette beklerim. Alper şaşırmıştı. Onlar konuşurken usulca yaklaşan adamı fark edememişti. Adam çok yaşlıydı. Uzun boylu ve zayıftı. Masmavi bir pelerin atmıştı omuzlarına. Gözlerinin ne renk olduğu anlaşılmıyordu. --Çabuk gelmeye çalışırım efendim. --Kolay gelsin. Alper, süt dolu bidonunu da alarak, Yılanlarvadisi’ne gitti. Yılanları bidonuna doldurdu ve ormana yollandı. Onları, yem bekleyen ağaçlara gömdükten sonra, Ormanın kuytu bir köşesinde, Başını ellerinin arasına almış kara kara düşünen yaşlı adamın yanına gitti. --Benden tam olarak ne istiyorsunuz? --Senden İLAHİ KİŞİ, senden bu evrenin kaderini belirleyecek bir şey istemeye geldim buraya. --Nasıl yani!? --Baban ölmeden önce bana bir miras burakmıştı, Bir giz… Evet. Babanın bana buraktığı tek şey, iki cümleydi ama, Derilere yazılmış o milyonlarca harf yığınından çok daha önemliydi. Gizi sana, on beş yaşına gelince söylememi istemişti. Ve sen İLAHİ KİŞİ, SEÇİLMİŞ KİŞİSİN. Baban, bu gerçeği Annen öldüğünde fark etmişti. Ama O, sezgilerini hiçe saydı ve, Hiç bir şey olmamış gibi davrandı. Bu da, hayatının en büyük hatası oldu. --Ne dediğinize ilişkin tek anladığım şey, babamı çok iyi tanıdığınızdır. Ama bu seçilmiş kişi de ne oluyor? Zaten ailemin tümü seçilmiş değil mi? --Ağaç sizi niye seçti biliyor musun? --Onlara bakmamız için. --Onlara alelade bir aile de bakabilirdi pekala. Hayır Alper, yaşlı ağaç, Çok daha önemli bir görev için seçti sizi. Daha doğrusu seni. --Seçilmiş’le ilahi arasında çok fark vardır Alper. İlahi, kutsal demektir. Köy halkı, ağaçlara bakmayı kutsal bir iş olarak benimsediğinden, ağaçlara bakma ayrıcalığına sahip oldunuz için size "İlahi Aile" diyor. Seçilmiş ise, bir görevi yapması için bir sürü insan arasından Uygun görülmüş kişi ya da kişilerdir. Aile içinden de sadece sen sözkonusugörevi yapabilirsin. yani sen, seçilmiş olansın. --Hangi görevden söz ediyorsunuz? Yaşlı adam: --Yaşlı ağaçtan birlikte öğreneceğiz --Şimdi mi? --Elbette. Birlikte yaşlı ağacın yanına gittiler. Yaşlı ağaç ansızın irkildi. Eğildi ve: --Seni selamlarım, bilge Aluva. Seni de, ilahi kişi. Kardeşlerim senden çok hoşnut olduğumuzu söylememi istediler. Neyse, sizden istediğimiz şeyi söylemeliyim. Dediklerimize harfi harfine uyulmalı. --Sizi dinlemekteyiz ulu ağaç. --Öyleyse, vakit geçirmeden, bu ormanı ateşe vereceksiniz, ve… --Siz ne diyorsunuz! --Evet, ateşe vereceksiniz. --Ama! --Bu gerekli. --Ya siz? --Görevimizi yapmış olmanın mutluluğuyla öleceğiz, hepsi bu. Şimdi beni dinleyin: Ormanı yaktıktan sonra ateşin içine gireceksiniz ikinizde. Sadece yürüyün. Ateşten çıktığınızda sizden başka hiç kimsenin görmediği Ve asla da göremeyeceği bir yere girmiş olacaksınız. Hepsi bu. Bir an önce işe başlamalısınız. Alper: --Ya köylüler? --Ateşin dumanını bile görmeyecekler. Ormana baktıklarında, sadece bir toprak parçası görülecek. Oraya hiç kimse, hiçbir şey ekmeyecek. Orda, kainatın en güzel bitkileri yetişecek. Yaşlı adam: --Seni selamlarım bilge ağaç! Rahat uyumanı dilerim! --Ben de öyle, bilge Aluva. İşinizin rast gitmesini dilerim. Ve, ateşi hemen yakmanızı talep ederim sizden. Bir arzum daha var. Önce benim gövdemi tutuşturmanızı istiyorum sizden. Ve bu işi Alper yapmalı. --İstediğinizi yapacağım. Elveda… Ve, derin bir sessizliğe gömüldü yaşlı ağaç. Bir an, kararsız bir sessizlik oldu aralarında. Neden sonra Aluva: --İşe koyulmalıyız, dedi Ve işe koyuldular. Ateşe, yaşlı ağacın gövdesini tutuşturmakla başladı Alper. Ve yavaş yavaş yandı orman. Aluva ve Alper, omzomuza ateşe girdiler. Her taraf kıpkızıldı. Garip bir tünelden geçiyorlardı sanki. Ansızın, kendilerinden geçtiler. Kendilerine geldiklerinde kendilerini, Daire şeklinde, etrafı uzun ve bir kalem kadar ince ağaçlarla çevrili bir alanda buldular. Ağaçlar o kadar narin görünüyorlardı ki, Narin ve esnek. İkisi de ayağa kalkıp bu alanı keşfetmeye koyuldular. Birdenbire, etraflarını çeviren ağaçlar kıpırdanmaya başladılar. Ve aralarından en büyüğü ve en ihtişamlısı, Aluvaya yaklaştı. --Sizi selamlarım, yüce Aluva. Bu gelişmeden sonra olanlar, Alper’i çok şaşırtmıştı. Aluva ağacın önüne gelip sağ dizini yere koyarak selam vermiş, sonra da: --Sizi görmek çok büyük bir mutluluk yüce BOKUMENA! --BOKUMENA mı! Siz! Gerçekten BOKUMENA’sınız! İnanılmaz! Gerçekten inanılmaz! --Sakin ol, küçüğüm, dedi BOKUMENA sakince. Alper hemen, BOKUMENA’nın karşısına geldi ve selam verdi. BOKUMENA, tıpkı Altınorman’daki ağaçlargibiydi. Ama onlardan çok çok daha ince ve narindi. Boyu o kadar uzundu ki! Gökyüzünü yere bağlayan bir direkti sanki. Diğer ağaçlar da onun gibiydi. Ama evrendeki her ağaç türünden bir tane vardı. Bu ağaçlar, TANRIAĞAÇ’lardı. Evrendeki her ağaç türünün bir tanrısı vardı. O kadar çok TANRIAĞAÇ vardı ki! Burası, TANRIAĞAÇ’ların yeriydi. BOKUMENA, diğer ağaçlara dönerek: --Yüce TANRIAĞAÇ'lar, beklediğimiz insanlar geldi! artık, her şey onların ellerinde. Bizi ve en önemlisi, bu evreni kurtaracaklar! Bunları, o kadar içten ve inanarak söylemişti ki, Alper, görevlerinin ciddiyetini nihayet kavradı. Tüm TANRIAĞAÇLAR, iki seçilmiş kişi’yi ve BOKUMENA’yı aralarına aldılar. BOKUMENA: --Şimdi, sizlere bütün TANRIAĞAÇ’ların huzurunda görevinizi söyleyeceğim. İyice kulak verin sözlerime. Buradan ayrıldığınızda, Hiç vakit kaybetmeden, SNADOKO’yu bulacaksınız. Ona: “BOKUMENA selam söyler ve emanetini ister,” deyin. Vereceği şeyi aldıktan sonra, İşte ondan sonra; görevinizin en çetin kısmı başlayacak. Ondan sonra, ilahi kişi, seçilmiş kişi olacak. Çünkü o, CHİTENG’i bulma şerefine erişecek! O o’nu seçti. VeO, ona layık olduğunu gösterecek. Ve sen, yüce Aluva: Sen, hiçbir TANRIAĞAÇ’ın ya da Tanrının erişemediği bir konuma erişeceksin. Aluva. --SNADAKO’yu nerde bulacağız? --Yılanlarvadisi’nde SNADOÇİ sizi bulacak. Alper: --Buradan nasıl çıkacağız? --BUKOÇİ sizi çıkaracak. BOKUMENA bunları söyler söylemez, bir buçuk-iki metre boyunda ipince, Donuk donuk parlayan, masmavi, dala benzeyen bir şey onlara doğru süzüldü. Ve tam önlerinde, havada durdu. BOKUMENA: --O BOKUÇİ’dir. Ona binmeniz, buradan çıkmanız için yeter. Aluva, sağ dizini yere koydu (bunu yaparken başı dik, göğsü ilerideydi) ve: --Sizleri selamlarım yüce TANRIAĞAÇ’lar, dedi. Aynı şeyi Alper’de yaptı, ve BUKOÇİ’ye bindiler. Bir göz açımında, kendilerini Yılanlarvaisi’nde buldular. Ve yanlarında BUKOÇİ’den eser yoktu. Aluva ile Alper, nasıl bir şeyle karşılaşacaklarını bilmeden, SNADOÇİ’yi bekliyorlardı. Alper, SNADOÇİ’yi çok merak ediyordu. Yılanlarvadisi’ndeki yılanlar, alışılmışın dışında davranıyorlardı. Vadinin ortasında toplanmışlardı. O kadar çoktular ki pullardan toprak görünmüyordu Adeta. Alper, eskiden ulu ağaçlarla dolu, şimdiyse hiçbir özelliği olmayan toprak parçasına baktı. şimdilik hiçbir şey yoktu ama, yaşlı ağacın dediğine göre kainatın en güzel bitkileri yetişecekti burada. bu toprak parçasının kaderiydi, eşi görülmez şeyler yetiştirmek. Sonunda, havada kızıl bir şey görüldü. Kızıl kütle, yavaşça yere indi. O şey, aslında, devasa, iki başlı bir yılandı. Havada uçmasını sağlayan kanatları,bir çadırın iki misliydiler. Vadideki bütün yılanlar, ucuca gelseler ancak onun boyuna erişebilirlerdi. Altınorman’ın artık olmayan ağaçlarının iki misliydi gövdesi. Buna Rağmen, çok kıvrak görünüyordu. Kıvrak ve narin. SNADOÇİ, Aluva ve Alper’in önlerinde durdu ve: --Sırtıma binin lütfen. Sizleri yüce SNADOKO bekliyor. Ve bindiler. Onlara, devasa yılan, öylece duruyormuş gibi geldi. Ve, bir an sonra, kendilerini çok garip bir yerde buldular. Cidden çok garipti. Alper, burayı, daha önce birinin gördüğünü sanmıyordu. Zaten kendisinin de bu odayıgördükten sonra nasıl ayakta sakin sakin durduğuna şaşırıyordu. Oda, yılanlardan, her türden, irili ufaklı yılanlardan oluşmuştu. Bastığı zemin bile. Yılanlar, yüksek tavanlı, uzun ve ihtişamlı sütunları olan bir oda oluşturmuşlardı. İşte SNADOKO oradaydı. Müthişti! Tek kelimeyle müthişti! SNADOKO, yemyeşil pulları olan bir ejder görünümündeydi. Devasaydı. Kanatları kapalıyken bile uçuyormuş gibi görünüyordu. Başı iki uzun boylu adamdan çokçok daha büyüktü. Ve üçgendi. Ağzına doğru gitgide daralıyordu. Başının vücuduna oranı kusursuzdu. Aslına bakılırsa, vücudunun her tarafı orantılıydı. Gövdesinin tamamı, kesinlikle bir bakışta görülemezdi. O kadar büyüktü ki! Tıpkı TANRIAĞAÇ’lar gibi, tanrı olduğunu belli eden bir asalet vardı üzerinde. Gözleri kıpkırmızı parlıyordu. O kadar çok parlıyorlardı ki! Yakutlar, onların yanında gülünç görünürlerdi. Elmaslar bile onlar kadar parlayamazlardı. Gövdesi silindirikti. Silindirikliği bozan tek şey, kanatlarının çıktığı yerdi. Ayakları yoktu. Kanatları bile rahat sürünmesini engellemiyordu. Boynu yassı ve inceydi. Bununla beraber, boynundaki pullar, sert ve kızıldı. ağzı, her ne kadar kafasının en dar yeri gibi görünse de, genişliği on-onbeş metre kadardı. Ağzını açtığı zaman, ilk göze çarpan devasa, çatallı diliydi. Dişleri damağına doğru katlanmış bir şekilde dururdu. Dişlerin boyu, bir buçuk-iki metre kadardı. Ve kalındılar da. Tam on üç tane dişi vardı. Konuştuğunda sesi cinsiyetsizdi. Tıpkı TANRIAĞAÇ’lar gibi. --Sizleri selamlarım… yüce Aluva ve İlahi kişi. Birden, odayı oluşturan yılanlar kaynaştılar ve tam SNADOKO’nun karşısında, İki tane tahta benzeyen koltuk oluşturdular. Bu olurken, odanın yapısında hiçbir değişiklik olmuyordu. SNADOKO: --Oturun lütfen. İkisi de, sağ dizlerini yılanlardan oluşan zemine koyup koltuklara oturdular. Alper, koltuğa otururken, içinden korku ve tiksinme karışımı bir şeyler geçirdi. Yılanlardan oluşan koltuk soğuk ve canlıydı. İşte o canlılık, Alper’in tüylerini ürpertmeye yetiyordu. Alper birden merak etti. SNADOKO nasıl sığabilmişti o odaya? Hem nasıl yılanlarda hiçbir değişiklik olmadan iki koltuk oluşmuştu odada? Aluva: --Yüce SNADOKO… yüce BOKUMENA , size selam söyler ve emanetini ister, dedi. SNADOKO: --Evet… emanet… onu sizlere vereceğim ama önce söylediklerimi dinlemelisiniz: size vereceğim bu tılsımı, CHİTENG’e ulaşmak için kullanabileceksiniz yalnızca, dedi ve ansızın, Alper’in ellerinde, İpekten bir şeride asılmış, bir kafa şeklinde, çok büyük bir madalyon belirdi. Madalyonun boyu, yaklaşık olarak, yüz-yüz elli santimdi. Alper, madalyonu ters çevirdi. Öbür yüzünde, helezon şeklinde çizgiler vardı. En içte de, aksakallı bir adamın yüzü işlenmişti. Yüzün ayrıntıları, tek kelimeyle harikuladeydi. Madalyon altından yapılmıştı. Ancak, üzerindeki çizgiler gümüştü. Alper: --Cüretimi bağışlayın, lâkin size bir şey soracağım. --Elbette sorabilirsin. --Bu madalyon neden bana verildi? --zira, YOGETAN seni seçti. --Nasıl? --Bir kehanetle. Alper: --Kehanet, tam olarak ne diyor? SNADOKO boğazını temizledi ve: --Kelimesi kelimesine şöyle diyor: “Ağacınoğlu geldiği zaman, O zaman, Olmamış olan kaos bir daha olmamak üzere sona erecek. O geldiği zaman, yanında birliği getirecek. Birliği ve evreni sırtında taşıyan, onların yerine, bilgeliği ve uzun ömrü alacak sırtına, Ve gidecek yoluna.” Böyle diyordu kehanet. Alper: --Ama ben bu şeyi kullanmasını bilmiyorum ki! Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum! Ne yapmalıyım Aluva? Sen söyleyebilirsin bana. Benden çok daha tecrübelisin sen. Neden kehanetin bahsettiği ben olmak zorundayım? Neden sen değil de ben! --Sakin ol Alper. --Bana yardım etmeyeceğine göre, niye geldin benimle! Buraya kadar ben de tek başıma gelebilirdim pekala! Alper kızgın ve umutsuzdu. Aluva, bir an için, kendisini suçlu hissetti. Neden gelmişti buraya? Alper haklıydı. Alper, kendisini gayet iyi idare ediyordu pekala. Peki O’nun ne işi vardı burada? burada bulunmaya ne hakkı vardı yardım edemedikten sonra! Yardım edemeyeceğini, baştan beri çok iyi biliyordu. Peki, her şeye rağmen, neden gelmişti? Neden boşu boşuna… Hayır! Hiçbir şey boşuna olmazdı. Ama, burada öylece hiçbir şey yapamadan durmak da, Kendisini çaresiz hissetmesine neden oluyordu. Çaresiz ve küçük. Alper’i cesaretlendirmeliydi. Tek yapabileceği şey de buydu zaten. Alper yatışmış, düşünmeye çalışıyordu. Ne yapıp yapmalı, CHİTENG’e ulaşmanın yolunu bulmalıydı. Madalyonu elinde evirip çevirmeye başladı. Ne işe yarardı bu şey. Düşünüyor, düşünüyor ama bir türlü işin içinden çıkamıyordu. Bununla beraber, madalyonun ortasındaki, ayrıntıları mükemmel çizilmiş yüzün çok önemli olduğunu duyumsuyordu. Ama nasıl. Alper, bu yüzün, Aluva’nınkine ne kadar benzediğini düşündü. Çok garipti. Benzemek bir yana, tıpatıptı. Gözleri… Evet gözleri… Gözlerine dokundu. Sanki capcanlıydılar. Dokunduğu zaman açılacaklardı sanki. Alper’in kafasına her şey dank etti. Anlıyordu artık. Her şeyi anlıyordu. Aluva’ya: --Vuldum! Nasıl gideceğimizi buldum! Omuzlarıma tutunmalısın. Çünkü, sen utlaka orada olmalısın. Sen, benim ulaştırmam gereken yegane şeysin. Sen, benim seçilme nedenimsin! Aluva, Alper’in omuzlarına tutundu. Alper, Bir an bile olsun gözlerini ayırmadan, öylece, dik dik baktı o ketum gözlere. Huzursuz bir an boyunca hiçbir şey olmadı. Sonra, o gözler açıldı. Tıpkı Aluva’nınki gibiydiler. Renkleri belli olmuyordu. Her bakışta değişiyorlardı. Gözlerden, olağanüstü bir ışık fışkırdı. Ve, ikisi de, madalyonun çekimine kapıldı. Madalyon onları, oraya, CHİTENG’in yanına götürüyordu. Büyük bir hızla uçuyorlardı. Alper, nasıl olup da düşmediklerine şaşırdı. Sonunda bir yerde durdular. Yere ayak basar basmaz, çok garip bir yerde buldular kendilerini. Buzlu camdan yapılmış, daire bir odaydı burası. Odada hiçbir şey yoktu. Sadece, her yer camdandı o kadar. Ansızın, ortaya, müthiş bir şekilde Aluva’ya benzeyen bir adam çıktı. Adamı ve Aluva’yı birbirinden ayıran şeyler o kadar azdı ki, Adamın pelerini, Güneş ışığından dokunmuştu. Boyu, Aluva’nınkinden çok daha uzundu. Ve en önemlisi, bu adamın tanrısal bir asaleti vardı. Bu adam, CHİTENG’ten başkası değildi. CHİTENG, Aluva’nın karşısına geçti ve: --Buraya neden geldiğinin bilincinde misin, yüce Aluva? --Hayır yüce CHİTENG, bilmiyorum. --Öyleyse dinle: duyduklarının ne kadar inanılmaz olduğunu düşünsen de, onlar doğru. Yüzlerceyıl önce, YOGETAN, tüm tanrıları, burada, Güneş’in içinde… --Biz Güneş’in içinde miyiz!? Dedi Alper şaşkınlıkla. --Elbette. lâkin konu bu değil. --Affedersiniz. --Toplantıya çağırdı, ve bize, SNADOKO’nun sana sözettiği kehaneti dile getirdi. Kehaneti değerlendirdik ve bir karar verdik. Kararımızı sana açıklamadan önce, kehanetin ne açıkladığını söylemeliyim: “Ağacınoğlu” kelimesi, Alper’i, yani İlahi kişi’yi simgeliyor. “olmamış olan kaos”’la ne demek istediğiyse çok açık: demek istiyor ki: tanrıların çokluğu, yakında kaosu hazırlayacak. Henüz olmadı ama yakında olacak. YOGETAN, geleceği gördü. Ve, hepimiz, bir karar verdik. Daha doğrusu, YOGETAN’ın öngördüğü kararı kabul ettik. Kehanetteki “Birlik” sensin. --Hiçbir şey anlamadım. --Yani sen, tüm tanrıların toplamı olacaksın. --Nasıl? --Tüm tanrılar, sendebarınacak. Böylece, birlik olacak. --Nasıl bende barınacaklar? --Hepimiz senin içine gireceğiz. Yani, birimiz hepimiz, hepimizse sen olacaksın. --Ben “Tek Tanrı”’mı olacağım? --Elbette. Böylelikle, kaosun olma olasılığı tamamen ortadan kalkacak. zira, artık tüm evrenden sen sorumlu olacaksın. --Niye ben? --Uygun tek insan sensin çünkü. --Peki, nasıl “BİR” olacağız? --Her şey bir anda olacak. Bir an önce insanken, bir an sonra ise, “Birliğin Tanrısı” olacaksın; hazır olduğun zaman elbette. --Ya Alper? --Kehanetin dediği gibi: “Birliği ve evreni sırtında taşıyan, onların yerine, bilgeliği ve uzun ömrü alacak sırtına Ve gidecek yoluna.” --Ne zaman gidecek? Görecek mi her şeyi ? --Elbette her şeyi görecek. Senin son halini görecek ve O, bir arif olacak. --Nasıl bir şey? Tanrı olmak yani. --Açıklamam olanaksız. Ancak çok yakında göreceksin. Tanrılar toplanacaklar ve sen hazır olduğunda, Her şey başlayıp bitecek. Bunları söyler söylemez, tüm tanrılar, Aluva’yı devasa bir çembere aldılar. Alper, çemberin dışında kalmıştı. İrkiltici çoklukta tanrı vardı. Tirilyonlarca, hatta katrilyonlarca, hatta çok çok daha fazla! Evrende ne kadar tür varsa, her türün bir tanrısı vardı. Aluva ve Alper, dilleri tutulmuş bir halde tanrıları izliyorlardı. Aluva, tüm tanrılara teker teker baktıktan sonra: (ki bu günlerce sürmüştü) --Hazırım, ancak, İlahi kişiye veda etmek istiyorum. Bunun üzerine tanrılar, Alper’i çemberin ortasına aldılar. Aluva ve Alper, karşı karşıyaydılar şimdi. Uzun bir sessizlikten sonra Alper: --Seni tanrı olurken göreceğim. --Evet Alper, ve bir arif olacaksın. Bundan böyle senin adın: KARİNFİRA HİTOGAR Olacak. --Sağol Aluva. Peki sana ne denilecek? Ne adla anlatmalıyım seni evrene? --Ben İTCHİTENG’im, ve sen, her şeyi bilensin. --Bildiklerimi kainata anlatmamı ister misin, İTCHİTENG? --Lüzumu yok. Sen sadece görevini yap. Ve, kainatı kendi haline bırak. Senin görevin: en ağır hastaları bile iyileştirmek olacak. Öyle ki, hasta ölmediği sürece, senin kudretin onu iyileştirecek. Ve bu gücü sana İTCHİTENG olduktan sonra vereceğim. --Peki Aluva, seni özleyeceğim. Ve Alper çemberden çıktı. --Hazırım. Bu sözler söylendikten sonra kör edici bir ışık çaktı. Işığa dayanamayan Alper, bayılmıştı. Çok kısa sürmüştü bu ışık. Işık durulduğu vakit, Güneş’in içinde, tek bir varlık vardı. Işık durulur durulmaz, tüm evreni, onulmaz bir inleme kapladı bir an. Bu iniltinin sahibi, artık İTCHİTENG olan Aluva’ydı. O kadar çok sorumluluk yüklenmişti ki omuzlarına! Evrenin her yerinde canlılar acı çekiyor, mutlu oluyorlardı… Ve O, o duyguları kendisininmişçesine hissediyordu. Müthiş bir sorumluluktu bu. İTCHİTENG, yerde yatan o küçük çocuğu kendisiymişçesine hissetti. Ve ona ihtiyacı olan şeyleri verip, ıssız bir dağın tepesine (ki o dağ hiç de ıssız değildi. Çünkü sayılamayacak derecede canlı vardı orada.) Çırılçıplak bir halde, usulca bıraktı. SON. bu yazıda yer alan "Yılanlarvadisi" Samet Behrengi'nin "Bir Şeftali Bin Şeftali" adlı romanından esinlenilmiştir.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Eylem Yurtsever, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |