"Yumuşak olma ezilirsin, sert olma kırılırsın." -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Şimdi o bileşkelerin bütününü kucaklıyor yüreğim. Bilmediğim tatmadığım ne olduğu konusunda en ufak bir yorumum bile olmadığı o duyguyu yüklüyor sessizce omuzlarıma. Arkadaş olmak mı? Yoksa kızmak mı? Ya da ne bileyim hırçın bir bakış mı? Olur mu hiç; dizine oturtup hayatı öğretmek mi yoksa? Yoksa oynamak mı delice ve halının üstünde tepinme mi alabildiğine? Sabahlara kadar uykusuz kalmak mı bir gaz sancısıyla? Hasta olmasın diye gözlerinin içine bakmak mı? NE NE NE bilen var mı Allah aşkına… Ya da ben bildiğim kelimeleri sıralayayım ardı arkasına… Anne karnında doğmayı beklerken bir yürek, Azrail’in peşine düşüp gitmek mi çaresizce? Kafam kazan gibi arkadaş… biri, birileri yada bir kaç kişi anlarsın bana… Öğretsin… Hayatta her şeye cevabı olan ben onlarca kitabın sayfalarında kaybolmuş onlarca duyguyu yüreğimde yaşamış ben bir bu duyguda susuyorum anlamsızca. Ve yine Can Baba yetişiyor imdadıma. “Bilmezdi ki oturduğumuz semti Geldi mi de gidici-hep, hep acele işi! Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi Atlastan bakardım nereye gitti Öyle öyle ezberledim gurbeti “ Keşke gurbette olsaydı ve ben çizgi çizgi ezberleseydim atlası. Bir pencere başında sokak lambasının aydınlattığı karanlık sokağa bakarken uyuya kalsaydım günlerce. Ne bileyim öyle büyük bir heyecanla kısacık pantolonumun paçalarından tutup beklemek isterdim kapıda. Ve kurulmak isterdim kocaman bir kucağa sanki tüm dünyanın sahibi misali. Bilmediğim bir duygunun adı konulmamış esiriyim şimdide. Yüreğimde tarifi imkansız bir fırtınanın esintileri. Gözlerimde umudun yarının anlamını taşıyan en aydınlık ışıltı. Beynimdeki kelimeleri sıralamaya güzü yetmeyen dilim ve kelimeleri anlamdıramayan sözcükler bunu yazmaya cesaret edemeyen kalem. Bu güne kadar bildiklerimi konuşmanın ve yazmanın rahatlığını yaşarken şimdi bilmediğimi yazmanın çaresizliği içindeyim. Bilinmeyeni zaman öğretecek yavaş yavaş. Şimdi bir testle başladı her şey. Sonra içten içten gelen kalp atışları ile anlamlaşacak hayat ve sonra yavaş yavaş büyüyen bir beden. Ve ne yapacağını bilmeyen içi içine sığmayan bir beden. Sonra mı? Kulakları çınlatan bir ağlama ve ve ve inanın bilmiyorum. Tıkanıyorum işte sizde beni anlayın. “İçinden geçenler neler? “diye sordular bugün. İçimden geçenleri söyleyemedim yazayım dedim. Onu da elime yüzüme bulaştırmakta üstüme yok. Beceremedim. Ama İçimden geçenleri sıralayacak olursak… yani içimden geçenler….. Tıkanmak bana göre değil ama ne yapalım. Hani Kemal SUNAL’ in gülen adam filminde bir çığlık sesine merhaba diyor ya göz yaşları ben daha o çığlığı duymadan tıkandım duyarsam acep nice olacak halim. Bir çiçeğe bakmak gibi değil ki bu iş yada akvaryumdaki bir balığa bakmak hiç değil. Zaten mutluluğun resmi bunlarla sınırlı da değil demiş Nazım HİKMET. Yazılmıyor mutluluk yaşanılası şeyler yazılınca anlamsızlaşıyor bende. Mutluyum. Ne resmini yapabiliyorum nede kelimelerle dans edip yazabiliyorum. Ama bildiğim tek bir şey var. Bilmediğimi en iyi şekliyle yaşatmak. Olduğu gibi dolu yaşanılası kucak dolusu yada iki damla göz yaşının tatlı pişmanlığı. Sabahlara kadar nefesini dinlemek baş ucunda saçlarını okşamak saatlerce. Anlasa da anlama da saatlerce kitaplar okumak baş ucunda Varoluş teoreminden, Zıtların birliğine oradan Sosyalizme oradan Cumhuriyet Devrimlerine.. Mustafa Kemal’i anlatırım ona Kurtuluş savaşı destanımızı fısıldarım kulağına Nazım usta’nın dizeleriyle ve Hamza’yı anlatırım Cemal SÜREYYA ile ona ve Can BABA’nın Maarif müfettişini okurum ona saatlerce. Tüm bunları yaparken onu bana katan onu dünyama katan ve onu var eden kadınıma şükran dolu bakışlarla bakarım. Bir hasret olur yüreğimdeki sevda derin derin ve hasret sevda sevda yanar yüreğimde ve bir buğday Filiz’lenir yüreğimde tıpkı ilk günkü gibi bir kelebek kanatlanır bir kozadan ve bir tırtıl tırmanmaya başlar bir ağaca sessizce. Bilmem ben nasıl yaparım hayatın bana yüklediği bu görevi. Ama bilmediğim halde hatta maarif müfettişi değilken ve hiç görmeden tanımadan Ben de BABA’mı çok sevdim. Hem de anlatılamayacak kadar çok. Duvarda duran siyah beyaz resimlerle konuşup hasret giderircesine çok. Öpemediğim ellerim kokusunu, kurulamadığım kucağın sıcaklığını özleyecek kadar çok. İnsan bilmediği bir duyguyu özler mi? Eğer o duygunun sonunda BABA kokuyorsa özler arkadaş. İşte ben yokken çok sevdim belki ben onun yanındayken beni sever ha ne dersiniz? Gerçi bu yazdıklarımı okuyacak olanda yok. Okuyanda yok. Yada galeye alıp bakan da yok. O yüzden ne dersiniz dedim ya bir şey demeseniz de olur. Günün birinde kulağıma eğilip “BABA SENİ ÇOK SEVİYORUM” derse biri o sıska sesiyle dünya konuşsa ne olur; sussa ne olur.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © HAMZA EKİZ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |