Yaşamdan korkmayın çocuklar. İyi, doğru bir şey yaptınız mı yaşam öyle güzel ki. - Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Yaşamın kime ne zaman neyi getireceği belli değil. Mutluluğun tarifini yapıyoruz elimizden geldiğince ama acının tarifini yapmak yerine onu yaşıyoruz çoğu kez. Ben bugün, acaba biz ne zaman ve niye acı çekeriz diye düşündüm. Belki neler yüzünden acı çektiğimizi sesli konuşursam bazılarının çok anlamsız olduğunu farkeder, güler geçerim diye düşündüm. Yani kendi kendimle konuşmaya karar verdim… Bakalım nelere varacağım. Okuduklarımdan, yaşadıklarımdan ve çevremde yaşananlardan gördüğüm kadarıyla canımızı gerçekler acıtıyor. Evet.. Gerçeklerin yüzüme söylenmesi hiç hoşumuza gitmiyor. Bu kıyafet bana yakıştı mı diye sorduğumuzda onaylanmasını istiyoruz. Hayır hiç yakışmamış, seni çirkin veya kilolu denmesi hoşlanılacak birşey değil. Sınav kötü geçti. Aslında hiç çalışmamıştım. Acaba ne not alacağım diye düşünürüz de hoca sonuçları okurken bir ümit bekler. Sıfır, başarısız denildiğinde kahroluruz. Çünkü bu gerçeğin yüzümüze vurulmasıdır, bilsek bile yüzümüze vurulan gerçekler canımızı acıtır. Bir ilişki yaşanırken sevgi ve güven duygusu yaşamak isteriz. Taraflardan birinin sevgisi veya ilgisi azaldığına buna kendimizin dışında sebepler ararız. Tam ilişkinin ortasında taraflardan birinin diğerine ‘’Ben artık seni sevmiyorum hadi son verelim, herkes kendi yoluna’’ denmesi ise hiç hoşumuza gitmez. Böyle bir gerçeği duymak istemeyiz. Başka bahaneler bulsun, gerçeği yalanların arkasına gizlesin isteriz. O yüzden de gerçekler hep yalanların arkasına saklanır. Gerçek acıdır, biber de acıdır. Öyleyse biber gerçektir diye espri yaparız da gerçeklerin yüzümüze yüzümüze söylenmesi ve gerçekle yüzyüze kalmak canımızı acıtır, içimizi sızlatır, bizi ağlatır. Kurulu bir düzeni bozup yeni bir yola çıkmak da sancılıdır. Bilmediğimiz gelecek, bildiğimiz geçmişten, alışkanlıklarımızdan daha ürkütücü, korkutucu gelir. Gelir de en çok acıyı ah keşke köprüleri yıkıp şöyle şöyle yapsaydım derken çekeriz. Yazarken bir yandan da düşünmeye devam ediyorum .Neler canımızı acıtır diye. Ne buldum biliyormusunuz? Ruhumuz henüz onsekizlikken, bedenimizin ruhumuza yaşdaş olamaması da canımızı acıtıyor . Kendimi hayal ederken gördüğüm yüzle, aynaya baktığımda gördüğüm yüz arasında fark var. Karşımdaki insanların yaşlanmasına alışıyor gözlerim. Kendime daha bir yabancıyım sanki. Benimle aynı yaşdaki arkadaşlarımla sohbet ederken onların benden daha yaşlı göründüklerine inandırıp kendimi teselli buluyorum. Şimdilik 40 lı yaşlardayım. 50 lerde 60 lardaki duygularımı anlatmayı geleceğe bırakıyorum.. Başka, başka evet buldum. Hakettiğimizi düşündüğümüz hayatı yaşamadığımızda üzülürüz değil mi? İsteklerimizin gerçekleşmemesi, umutlarımızın kırılması, fakirlik, yalnızlık canımızı acıtır. ‘’Ben bunu haketmedim ‘’deriz. Kaybettiklerimiz de acıtır bizi. Bu vakitsiz başka bir aleme göçen bir yakınımız da olabilir, elimizdeyken kaybolan değerler de. Oysa biliriz birgün herkesin göçeceğini, kim kalmış ki.. Ama yine de bizden uzak olsun ölüm isteriz. Gelince de çok şaşırır, kederlenir, isyan ederiz. Hele bize göre vakitsizse. Özlem canımızı acıtır, haksızlığa uğramak üzer, başarısızlık perişan eder. Öyle çok şey var ki canımızı acıtan. Ve en önemlisi ne biliyormusunuz, keder, üzüntü ve acı uzun sürüyor. 3 gün 3 gece ağlarsınız, aylarca sıkıntı çeker kederlenirsiniz de. çok keyif aldığınız birşey gerçekleştiğinde kahkahanız birkaç dakika sürer. O bile fazla.. Canımızı neler acıtır diye yazarken bile içim sıkıldı. Görülüyor ki, dert sıkıntı bitecek gibi değil Mutluluksa havai fişek gösterisi gibi birşey. Çok kısa süren muhteşem bir pırıltı. Onun için böyle değerli. Aslında buralara niye mi geldim biliyormusunuz… Bir okuyucum ‘’Hep sevgi, aşk, hoşgörü anlatıyorsunuz. Sanki hiç sorun yokmuş gibi bu dünyada hep pembe renkler içinde yaşıyorsunuz demiş.’’ Çok da haklı. Bütün bu saydıklarımın yanısıra pembesi oldukça azaltılmış hatta renkleri solmuş bir dünyada yaşamak benim de ruhumu ağrıtıyor. Gazete okumak, televizyon seyretmek istemiyorum, cayır cayır yanan ormanları, trafik kazalarında telef olan insanları, katilleri, haksızlıkları, adaletsizlikleri, ,insanın insana, insanın doğaya olan zulmünü, görmemek duymamak için. Bunların hepsinin altında yatan nedenin de sevgi eksikliği olduğunu biliyorum. Hiçbirşeyden emin olmadığım kadar eminim bu konuda. Sonu belli olan ve ölümün herkesi eşitleyeceği kesin olan bir hayatta; menfaatlerin, maddi çıkarların, anlamsız hırsların sevgi ve hoşgörünün üzerine çıkması yüzünden çekiyoruz bu acıları… İşte ben o yüzden sevgi, hoşgörü, dostluk ve aşkın gönüllü bir neferiyim. Kim ne derse desin olumlu bakmaya, bardağın dolu kısmını görmeye devam edeceğim ve bir daha böyle sevimsiz bir yazı yazmayacağım. İnci Fügen Yılmaz Ağustos 2001
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İnci Fügen Yılmaz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |