Bir ülke bağımsız olmadan, bağımsızlık da erdem olmadan ayakta duramaz. -Rousseau |
|
||||||||||
|
BİRİNCİ BÖLÜM -1- Akşam kalabalığı bastı İstanbul’u. Kaldırım kenarlarında yorgun gözlerle trafik ışıklarının bir an önce yeşile dönmesini beklemeye başladığımız saatler. İnsanlarla itişe kakışa dolmuş durağına doğru ilerlerken kendimi hazırlıyorum. Neye mi? Tabii ki mücadelelerin en büyüğüne yani beklemek zorunda kalacağım Talimhane’nin yarısına kadar uzanan dolmuş kuyruğuna... Bu ‘dolmuş kuyruğu’ vakasının hayatımın ne kadarlık bir kısmını benden çalıp götürdüğünü hesaplaya hesaplaya yürüyorum. Beklediğin onca zamandan sonra dolmuşa binerken insanın yüzündeki o zafer ifadesi ve sanki asla başaramayacağını sandığını başarmanın insana verdiği müthiş tatmin her şeye değer ama... Sıfırı tükettiğime kendimi kesin olarak inandırdığımdan beri hayatıma giren dolmuş, dolmuş şoförleri, kuyrukta başlayan dostluklar, sigara alışverişleri, araya karışmaya çalışanlara karşı yürütülen omuz omuza mücadeleler, sıranın etrafında oluşan simitçi, lahmacuncu piyasası, cam kenarında oturmak isteyen bir –simayen- tanıdığa yapılan jestler... Kafa yorduklarım beni dehşete düşürüyor. Esmer, kapkara tenli, bazen hangi lisanı konuştuğunu bile anlamadığım, sadece hemen hemen hergün “Muhammeeet, Metooooo” diye avazı çıktığı kadar bağırarak insanları etrafında toplayıp bir güzel azarlayan ve bunu neden yaptığını asla anlayamadığım şoföre gülümseyip sıranın sonuna doğru ilerliyorum. Dolmuşlar tam sekiz kişiklik. Bulunduğum yerden kafamı uzatarak insanları sekizer sekizer ayırarak sayıyorum ki kaçıncı dolmuşa bineceğimi hesap edeyim. Sekiz, bir sekiz daha, bir sekiz daha ve sonra ben beşinci kişiyim. Bu hesaba göre dördüncü dolmuşa binebiliyorum. Her dolmuş onbeş dakikada bir geldiğine göre tam bir saat sonra zafer benimdir! Ama dördüncü sekizin beşinci kişisi olduğum için cam kenarı benim olmayacak. Ancak şansım yaver giderse şayet, ön sırada oturabilirim. Hesabımı kitabımı yaptıktan sonra geçen hafta halimi hiç iyi görmediğini söyleyen anneme verdiğim cevap geliyor aklıma: “İşe dolmuşla gitmeye devam edersem aklımı kaçıracağım!” Yaptığım hesap dakikası dakikasına tutuyor ve önümdeki iki kişinin binmesini beklerken çalan telefonumla ellerim birbirine dolanıyor. “Alo?” “En güzel kadın nerdeymiş?” “Kimmiş?! Ay pardon, kimsiniz, çıkaramadım?!” “O zaman sen kim olduğunu çıkarana kadar bekleyelim...” Biz, yani ben ve telefondaki gizemli şahsiyet bekleşirken arkamdakiler beklemedi tabii. “Hadi ama hanfendi!” diye ite kaka çıkardılar beni sıradan! Aralarında geçmiş günlerde mutlaka bozuğu olmadığında parasını bozup, gerektiğinde üstünü almamak gibi bu devirde görülmesi zor kibarlıklar yaptığım insanlar tam vefasızlarmış diye isyan ederken, telefondaki gizemli şahsiyeti belirledik: Oktay. “Oktay, sen misin. Niye uğraştırıyorsun beni? Senin yüzünden sıramdan oldum ama insanların gerçek yüzlerini....” “Ne diyorsun sen Nilüfer, benim yüzümü iki yıldır ‘gerçekten’ görmedin. İnsan biraz heyecanlanır!” “Yoksa döndün mü?!!” “Ne o, üzüldün mü döndüğüme? Bak ben gelir gelmez seni aradım ama sen... Anlamadığım şeyler söyleyip... Her neyse... Nerdesin, hemen gelip alıyorum seni.” “Taksim’deyim. Eve dönüyorum, dolmuş bekliyordum.” “Olduğun yerde kal. Hemen geliyorum.” Karmakarışık! İçine düştüğüm durumu başka hangi sözcük daha iyi anlatabilirdi? Biraz önce milimetrik hesaplarla eve ulaşmaya çalışırken telefon çaldı, bir saat boyu beklediğim dolmuş sırasından ‘halk kararıyla’ atıldım, o aradı, Oktay, dönmüş. Burada yani, hemen yakında... Bir daha asla gitmeyecek belki ve biz ikimiz bu şehre kısılıp kalacağız yine. Tam da unutmuşken, yeni bir şeyler kurarken, hatta tam da yeniden aşık olacağıma inanmaya başlamışken... Oktay döndü. Dolmuş sırası daha da uzadı, lanet olası telefon yine çalıyor... “Nerdesin? Naptın? Akşam dokuz gibi sana geliyorum. Şarap filan da alırım, oooohh, balkonda keyif yaparız di mi?” “Yasemin, dur! O burada?!” “Kim orada?” “Oktay, dönmüş. Şimdi gelip beni alıyor, hala Taksim’deyim.” “Aaaa, o daha ölmemiş mi? Ben onun Amerika kıtasının bilinmez köşelerinde Kızılderili’lere karıştığını sanıyordum!” “Saçmalama Yasemin, dönmüş işte!” “Ve sen, akıl yoksunu, o gelip seni aradı diye hemen hazır nazır onu bekleyip, peşinden gidiyorsun. Sana sözüm yok artık!” “Yapma allah aşkına. Çok acele konuştu zaten, şaşkınlıktan hayır bile diyemedim. Ayrıca adamla kaçmıyorum ya, alt tarafı bir şey yer içer döneriz.” “Ne yaparsan yap ama gecenin bir körü geçmişinle yüzleşip, salya sümük beni arama da... Anladın mı?!” “Üfff, tamam. Emin ol sana ihtiyacım olmayacak!” En iyi dost dedikleri hep böyle benim Yasemin gibi bir şahsiyet mi olmalı? Yani insanı en görmemesi gerekenlerle anında yüzleştiren, canını sıkan, hatta içini daraltan... Oysa diğerleriyle her zaman, her koşulda istersem eğlenebiliyorum. Yiyip, içip, kıkırdayıp, hayat ve erkekler, yanlızlık ve yaşlılık üzerine bitmek bilmeyen yorumlarımıza hergün bir yenisini daha ekleyip, yaşayıp gidiyoruz. Annem bile onun kadar acımasız değil! Yasemin bu durumu şöyle açıklıyor: “Ben buyum. Böyle olmak zorundayım. Çünkü sen ağlarken benim dışımda hiç kimsenin içinden bir şeyler kopmuyor!” Zaman geçiyor. Gelen giden yok. Birbirimizi tanımamış olamayız herhalde. Bu seferde Nişantaşı – Taksim arası kaç dakikada gelinir, bunu hesaplamaya çalışıyorum. Çıkan sonuca yoğun trafiği ekliyorum ama hesap tutmuyor, gecikti. Hala insafı kalmış bir dolmuş muavininin uzattığı küçük tahta taburede bacağımı sinir içinde sallarken çalan telefonla düşüncem dağılıyor. “Canım, bekliyorsun değil mi? “Nerde kaldın?” “Daha bu sabah geldim ya, ablamlar geldi emrivaki. Sen eve git, ben seni iki saat sonra evden alırım. Zaten dolmuşların oradasın...Tamam mı?” Telefonu kapattığımda hiçbir şeye inanamıyorum. Birazdan Oktay’ı tam karşımda kanlı canlı göreceğime, parasızlığıma, yorgunluğuma, gece bittiğinde ihtiyacım olursa –ki olacağına bahse girerim, buna bile bile lades derler- Yasemin’in telefonlarıma çıkmayacağına ve tabii ki tekrar gireceğim dolmuş kuyruğuna... Omuzumda dünyanın yükünü taşıyarak sıranın sonuna ağır ağır yürüyorum ve başımı uzatıp başlıyorum saymaya... Sekiz, bir sekiz daha, bir sekiz daha ve bir sekiz daha... Sonra ilk sıra benim. Her dolmuş onbeş dakikada bir geçtiğine göre...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nehir A., 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |