..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Bildiğim tek şey, ben bir Marksist değilim. -Karl Marx
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Toplumcu > niyazi bircan




6 Temmuz 2010
Yayla Öyküleri – 2  
niyazi bircan
Bana deli derler. Hikâyelerini burada kesip biçtiğime inanmadıklarından… Oysa ruhsuzdurlar, ruhları, bedenlerinin kemikleri şu gönyenin ucunda bekler, haberleri yok. Olmaması da muhtemeldir. Bilenler var ama var hocam var… Siz de bilecekmiş gibi yapın, ötesi önemli değil. Kurmaca aklınızda yeni isimler bulun. Buldunuz da. Farkındayım. İnsan denilen şu yaratıklar, şimdi akşamın farkına varıp perdelerini kapatacaklar. Beni buradakilere benzetmediniz. Doğrudur. Hikâye biçenlerin, sizin inanmadıklarınız yani, oralı değildir. Onları ki mesela beni, bir yere koyamazsınız. Hadi düşün hoca! Ne diyor, ne anlatıyor bu adam? Daha sabah, sıkıntıdan patlıyordun, ötemle arana boşluklar koydun, ben de onu anlamadım. ..


:AGGD:
Marangoz

Koridorun yarı saydam karanlığında, Ahmet Efendi’nin getireceği torbaları bekliyordu. Sıkılmamak için iki hafta önce aldığı dergiyi iç cebinden çıkarıp okumaya başladı. Birinci sayfanın altındaki haftanın yazarlarını açıklayan, küçük buluta göz gezdirirken, koridorun sonundaki odadan müdür beyin birileriyle konuştuğunu duydu. Dergiyi kapatıp masaya bıraktı. Küçük iskemleye oturdu, boynunu uzatıp konuşulanlara kulak kabarttı. Canı git gide sıkılıyordu… Beş sene boyunca işine yarar dostluklar kurduğu, hayatını bir şekilde düzene soktuğu yerden ataması çıkınca ayrılmak zorunda kalmış; bu, hiç tanımadığı küçük kasabaya gelmişti. Şimdi yeniden başlayacak başka bir düzenin zorluğunu, sırtına binen bir yükmüş gibi hissedince de sıkıntısı daha da artıyordu… Gözleri, koridorun yarı saydam karanlığına dalmışken, Ahmet Efendi ile müdürün odadan çıkmak üzere olduklarını fark etti. Usulca ayağa kalktı. Seyrek saçlı, yaşına göre göbeği iyice fırlamış müdür; kulağında telefonu, elinde dosyalarıyla Ahmet Efendi ile birlikte geldiler. Müdür, telefonu kapatıp Ahmet Efendi’nin elindeki torbaları görünce, dudaklarını şöyle bir ısırıp merakla Arif’in sıkıldığını belli etmemeye çalışan yüzüne baktı.

- Hayrola?

- Evde birkaç küçük iş kaldı da. Sağ olsun, Ahmet Efendi de bir ucundan tutacak.

- Ya! Bizlik bir durum varsa çekinmeyin, lütfen söyleyin…

- Yok efendim. Sağ olun siz. Birkaç küçük iş, ahşaplık…

- Aman, aman! Yormayın kendinizi. Gençsiniz daha, lakin bilirim. Düzen tutmak zordur. Hele bir de kurulu düzeni yıkıp gelmişseniz… Arif’in belli etmek istemediği sıkıntı bir an için kaybolup gitti. İnsan yabancı yerde, kendisine el uzatan oldu mu, böyle hissedermiş diye düşündü. Beraber çıktılar. Dış kapının yanında, en yakın akşama misafirlik için sözleşip ayrıldılar.

Sakin, sessiz bir havası vardı kasabanın. Ara ara sınırlarından geçtiğimiz bağın, bostanın sahiplerini Ahmet Efendi, mırıldanarak anlatıyordu. Bu adamın yorgunluğunun yaşı, çalışmakla geçmiş hizmet hayatının üzerine tünemişti, doğrusu içimde aniden beliriveren düzen tutma sıkıntısını anlam veremediğim bir şekilde bertaraf da ediyordu. Küçük sokağın birine saptık… Yanımızdan geçen genç, yaşlı, evli, çocuklu kasabalılar da aynı bizim gibi yavaş ve sakince hareket ediyorlardı. Köşedeki çeşme başının etrafını sarmış küçük çocuklar az sonra, sayıları gittikçe çoğalan meraklılara dönüşecekti. Beş sene önce, öğretmenliğimin ilk yılında böyle küçük şenliklerle karşılaşmıştım. Köylüsü, kasabalısı; hocasını, öğretmenini tutar demişti biri. Doğru da söylemiş… Çocuklar bizi görünce, sadece kendi dillerinde var olan oyunlarını bırakıp merakla kendilerine yaklaşan yabancılara baktılar. İçlerinden birisi, çeşmenin küçük havuzunu dalgalandırıyor, diğerleri de aralarında fısır fısır konuşuyordu. Bu kasabanın, okulun yeni öğretmeni, kahvenin de hoca efendisi ben olacaktım. Ahmet Efendi, kendisini dinlemediğimi görünce sustu. Utandım… Altında küçük bir bakkalın olduğu, beyaz duvarlı, on iki numaralı binanın önünde durduk. Bakkalın sahibi, ben yaşlarda, kırçıl biriydi. Bizi görünce alelacele dışarıya çıktı. Ahmet Efendi’nin uzaktan akrabasıymış. Geldiğimi yeni duymuş hatta teyzesinin ortanca oğlu da fizik okuyormuş. Tanıyıp tanımadığı sorunca Ahmet Efendi’nin yorgun yüzüne baktım. İsmini söyledi. Nedendir bilmem, tanımadığım için utanacak gibi oldum. Adam pek de yerinde, oturaklı birine benzemiyordu. Gülerek çaya davet etti. Yaşlı hizmetli, çayın sırası olmadığını söyledi, söz alıp verip usulca uzaklaştık. Belki de şehirden farkı buydu, kasabaların. Paranın ötesinde bir söz alıp verme birliğinin olması… Yıllar yılı hiç bitmeyecek gibi duran, durağan bir yaşamla ancak böyle baş edebiliyorlardı demek. Oysa öncesinde çalıştığım yer pek de öyle değildi. Bazıları kesif duvarların ardına gizlenip yaşamlarını kimseye fark ettirmeden, dünyanın bir haber olduğu bir köşede, ellerinden geldiği kadarıyla her şeye bağlı yaşıyordu. Bazıları da bu kısmın tamamen dışına çıkıp, her şeyi bilmek, görmek, öğrenmek ve hatta tüketmek adına olmadık telaşların içine giriyordu. Emin olduğum şey ise bu içini merak bulamış insanların bu kasabada da çok olduğuydu. Diğerleri ise artık benim için, şans dediğimiz kavramın da ötesinde bir karşılaşma umuduyla, uzakta olan kimselerdi. Küçük yokuşu tırmanıp, benden önce yaşlı bir hanım öğretmenin oturduğu yeni evime geldik. Sürgülü bekleyen demiri ittirip torbaları bıraktık. Ahmet Efendi, eve kadar uğrayacağını söyleyip beni de davet edince duraksadım. Durumumu anlayıp gülümsedi, yokuşu yavaş yavaş inip evine yollandı. Bir saate kadar gelecekti. Etrafıma bakınırken saatlerdir sigara içmediğimi hatırlayınca, alışkanlıktan olsa gerek, tahta merdivenleri çıkarken bir tane yakıverdim. Aklımdan buraya alışmanın mide bulandırıcı hislerini ortaya çıkaracak, bozuk, tatsız birkaç cümle geçti. Kasabalıların köşkü dediği uzun balkondan önümde uzanan köye baktım. Yaklaşık bir ay sonra tarladan, ahırdan, bahçeden, arta kalan çocuklar sınıfları dolduracaktı. Bir anda tüm bu düzenin işleyişi gözümde büyüdü, sigaram bitti, içimi çekip arkamda uzanan kırmızılı kile baktım. Onda, şu kırmızılı, kimi yerde de kirli bir beyaza çalan, motifin uzanışıyla benim, yani aniden kile benzeyen yaşamımın, çevremdeki hayat ile hiçbir farkı olmadığını anlamıştım. Eski arkadaşlar görse ne derlerdi? Birkaçımız dışında, genelimizle aramızda tonla fark vardı. Bu farkı, bu yaşayışı bertaraf edecek hareketlenmeler nelerdi acaba? Düşündüm. Yıllar yılı aklımda olan soruları tekrar tarttım. Aynı hezeyan, aynı heyecan garip bir bütünlükle aklımdaki yerini alıverdiler. Elbet vakit geçecekti… Tarlaların ekilmek için su beklediği, bebeklerin büyüyüp ırgat ya da doktor ya da işsiz olmaları için süt beklediği gerçeği, yaşanmıyor gibi görünen bu ağır zamanın içinde gerçekliğine kavuşacaktı. Yine aynı soruların dönemecine gireceğimi hissedip korktum. Metanet dediğimiz şey belki de çaresizliğin diğer adıydı. Olsunlar, yapsınlar, bilsinler gibi fiillerle şimdi odama gidecek, kitaplarımı, defterlerimi, takım elbiselerimi düzene sokacaktım. İneklerin, kuzuların, onları yöneten köpeklerin hep bir ağızdan çıkardığı seslerin arasında odamdaki karmaşıklığı izledim. Dağınık eşyaların arasında oturacak bir yer bulup çok eskiden okuduğum kitaplardan birini aldım. Bölüm başlıkları, kahramanlar, numaralar gözümde büyüdü. Eşyanın, düzensizlikten sağladığı kendi karmaşasına göz gezdirdim. Yarın öbürsü gün, yaşlı hizmetlinin tanıdığı olan, kadınla kızı gelecek; dilinden anlamadıkları eşyaları, kitapları kendilerince bir düzene sokacaklar, belki bilinçsizce, yeni nefeslenmiş bu karmaşıklığı yok edeceklerdi, gözlerim büyüdü, garipsedim…

Ahmet Efendi’yi daha ilk görüşümde namuslu bellemiştim. Yanılmamışım. Kim uğraşır, kim dert edinirdi bunları? Eşyaların düzeni, taşınması derken sıra ahşaplara gelince gidip Mesut adında birini bulmuştu. Garipsenecek huylar vardı buralarda. Ahmet Efendi’ler, onun tanıdığı kadınlar, kadınların kızları, hiç tanımadığım Mesut, bakkal… Yaşam kılgısıydı bunlar. Şehirden, mahalleden, kahvehaneden farklı işleyen ama onları oluşturan kılgılar… Yoruldum dedim kendime. Şakaklarımdan hafif bir sızı geçti, gömleğimin üst düğmesini açıp, gözlerimi kapattım…

- Siz üstünüzü değişiverin.

- Ne oldu? Marangozu mu buldun?

- Buldum. Geç kalmasak. Beklemez. Az terstir.

- Ne çabuk buldun? Bana kalsa yarına artık derdim.

- Evinin orada boş beleş, oturmaktaydı. Çektim, söyledim. Az hızlı oluverin. Beklemez de giderse çok ararız.

- Tamam bakalım. Telaşla değiştirdim üstümü. Yorgunluğum iyice yapışmıştı üzerime. Buna sinirlenip, gittiği yerde durmaz marangoza takıldı kafam. Şaşkınlıkla çıktık evden…

- Neymiş bu kadar bekleyemeyecek Ahmet Efendi?

- Hocam. Siz bakmayın ona. Ters adamdır. Ama işi altındır. Kasabalı da pek sevmez onu. Az çok şundan bundan bilmişliği vardır, konuşur eder. Sağda solda olur olmaz lafları, hareketleri vardır.

- Lâkin işini iyi yapar, diyorsun.

- Ha işte Hocam, öyledir. Ok gibi çıkartır ahşabı. Sataşırsa uğraşmayın. Sinirlenir de çenesi açılırsa iyice orosbu ağzına döner iş ki, iyi de olmaz hani.

- Tamam, Ahmet Efendi. Tamam, iyice düşman ettin adamı.

Kahveye yaklaştıkça merakım artıyordu. Kimdi bu yersiz marangoz? Hayatımın sınırlarına nasıl da hızlıca girecekti, oturduğu yerden, üstelik hiçbir çaba sarf etmeksizin. Şaşkınlığım artsa da merakımın baskın hissiyle kahveden içeriye girdiğimiz anda etrafı kolaçan ettim. İşleri güçleri olmayan gençler, köşede kendi halinde bir yaşlı, çay ocağının yanında ocakçı ile hesap tutan birileri vardı. Masanın etrafındaki gençlerden biri yüzüme baktı, iyice süzüp selam verdi, usulca salladım kafamı, sinekler dolanıyordu tepelerinde, o gencin karşısındaki ağzı sakızlı genç, gelmeyen taşa okkalı bir küfür savurunca yaşlı adamla ben masaya dikkat kesildik. Ahmet Efendi, bilmez cesareti ile kolumu tutup masaya oturttu. Ocakçının yanındaki adam bize bakıp ocakçıya bir şeyler söyledi, yanımıza geldi. Elleri belinde, yüzü sıkıntılı, uzun boylu, güneş yanığı yüzüyle bana baktı. Ellerinin, derisinin, etinin belki de bakışlarının kabalığından, gözlerinin kısıklığından anladım. Meşhur marangozumuz… “ Çay getirem mi Ahmet Ağa? Dedi ocakçı, ıslak ellerini beyaz havlusuyla kurularken. Marangoz, arkasındaki gençlere bakıyordu bense ona. “İstemez İsa. İş var iş!” deyip hadi dercesine Ahmet Efendi’ye baktı. Çıktık. Kahvenin karşısında eski bir Anadolu’su vardı. Sığışıp evin yoluna koyulduk. Marangozla aramda küçük bir vites boşluğu kadar yer vardı. Anlamadığım bir çekingenlik üzerimde palazlanmıştı. Ne yapsam da o boşluğun ötesine geçemiyordum. İçime iyice yerleşen sıkıntı midemi bulandırmaya başlamıştı. Ahmet Efendi, marangoz ile eşten, dosttan, bağdan, bahçeden konuştukları küçük bir sohbeti de bitirince, marangoz türkü çığırmaya başladı. Neyse ki geldik. İvedilikle indim arabadan. Marangoz, metresini, kalemini, kâğıdını alıp yukarıya çıktı. Ahmet Efendi’de bir süre bekledikten sonra izin isteyip gidince içimdeki sıkıntı iyice arttı. Çaresiz ben de çıktım. Kapıların, tabanın, pencere pervazların, değişecek dolapların ölçüsünü bir bir aldı. Elindeki kâğıda, sağ kulağının arkasında beklettiği kalemi alp alıp yazdı, şekiller çizdi. Saatine baktı, dudaklarını büküp “vaktimiz de bol.” Deyip gülümsedi. Biran, içime dökülen kaynar suların rahatlığına şaştım. Bir yabancı, kavraması zor davranışları olduğu söyleniyor, görüyorum, ansızın gerilen yüzü, çatlamış elleri, ellisinde mi kırkında mı belli olmayan duruşu, sonra gülüveriyor, rahatlıyorum. Onu yaşam sınırlarıma sokuyorum…

Anadolu’nun boğuk egzoz sesiyle, kıvrımlı yolların üzerinden geçerek köyün etrafını dolandık. O, ara sıra bana gülümsese de ben hâlâ uzak davranıyor, pek fazla konuşmuyordum. İlk gördüğümde hissettiğim merak önce boşluk çekingenliğine sonra yüzeysel bir yabancılığın sessizliğine dönüşmüştü. Atölyesine geldik. Arabanın içine sinen talaş tozu genzimi yakmıştı. Küçük binanın kenarındaki çeşmeyi görünce koşup yüzümü yıkadım, buz gibi soğuk su her şeye iyi gelmişti. Gözlerimi ovuştururken önüme uzanan havluyu gördüm, şaşırıp baktım. Gülüyordu… Ne vardı gülecek? Neyim ona basit ya da çocukça geliyordu. Benim düşündüklerimi biliyormuş gibi, bunlar kuruntu hoca der gibi atölyeye girdi. Ardından ben de girdim, etrafı incelemeye başladım. Beklediğim gibi değildi. Dışarıda onlarca biçilmemiş tomruk varken içeride de her şey birbirine girmiş, yerdeki talaşlar toprakla bir olmuştu. Daha önce gördüğüm dükkânların, kesimci – biçimcilerin hiçbiri böyle değildi. Etrafı böyle kolaçan ederken bana baktığını fark ettim.

- Yalnızlıktan hoca, yalnızlıktan… Bak, sen bile konuşamıyorsun. Okumuşsun hâlbuki. Kim bilir neler neler söylediler?

- Yok. Şaşırdım sadece. Diyebildim. Utandım, kabuğuma çekilmek istedim. Niye geldim ki buraya? Çare yok. Gün boyunca çekecektim bu adamı. Ah can sıkıntısı!

- Ne o hoca? Zamanı mı merak ettin? Korkma.

- Hayır. Merak etmedim. Düşünüyordum öylece.

- Saat kaç?

- On iki buçuk.

Sustum. Utanmıştım. Nasıl yaptım bu hatayı? Nasıl düştüm bu oyunun içine? Saati sordu söyledim. Zamanı merak etmediğimi de söylemiştim. Zor adammış dedim içimden, içim beni doğrulamadı, içim hâlâ kaçak bir ceylan gibi geriye çekiliyor, kaslarını gerip gerip içimi titretiyordu. Dur dedim kendime. Dur artık. Bu kadar saçma gelen şey, burası, bu adam… Bu kadar düşündürücü gelen şey, adını koyamadığım, hayır hayır… Boynum bükük beklemeye başladım. Bu iş derhal bitmeliydi. Boğazımı sıkan bir belirsizlik, kasabaya geldiğimden beri üzerimden düşmeyen yorgunluk beni bu duruma düşürmüştü.

- Yine daldın hoca. Canın mı sıkılmakta?

- Düşünüyordum.

- Bu kadar fazla düşünen hocalarımız da varmış, güzel güzel.

- Ne zamana biter iş?

- Belli hocam. Belli, canın sıkılmış senin. Eee… Bizimkisi de böyle işte.

- Sizinki ne?

- O üstünde yürüdüğün talaş, baktığın turuncu tuğla hocam. Zaman senin bildiğin gibi akmaz buralarda.

- Yok. Ne alakası var? Yapmam gereken işler var da.

- Öyle ya. Benim arabaya binerken de öyle düşünüyordun ya. Utanma utanma. Beni anlatmadılar mı sana? Huysuzdur, delidir demediler mi?

- Hayır. Kimseden bir şey duymadım.

- Hadi hocam, kandırma beni. Ahmet’in bile şuursuzluğu üstündeydi. Belli ki konuşmuş. Bilirim, ruhunun hikâyesini tanırım onun. Şimdi sen de çattık deliye diyeceksin ya. O da doğrudur.

- Size deli demişliğim yok.

Sert sert yüzüme baktı, korktum. İyice içime çekilmek istedim. Ona doğru bakmak istemeyip de başımı çevireceğim anda yüzüme baktı, kulağındaki kalemi masasına atıp:

- Adım Mesut, hocam. Deli ya da akıllı… Sonuçta isim taktın mı bana? Kendince anlamlar verdin mi?

- Hayır. Bakın, yanlış anladınız. Size bir şey yaftalamak niyetinde değilim, üstelik sizi tanımıyorum bile. İnanın öyle bir şey düşünmedim…

Gülmeye başladı. Gülerken bile sorgular bakıyordu. Korkutmuştu beni. Yüzü nasıl da gerilip boşanıyordu. Anlamakta, çözmekte zorlanıyordum onu. Dedikleri kadar varmış demek, çok basite kaçardı. Bu adam, dışarıdaki ağaçların, atölyenin karmaşasının, makinelerin küfünün arasında kendini yitirmiş olmalıydı. Sakin olmalı dedim. Tedbiri elden bırakmamalı, suyuna gidip buradan uzaklaşmaya bakmalı…

- Hocam sen de! Amma korktun yahu.

- Siz…

- Ben mi? Size bakan, nah şu kalemle sizi gözetleyen… Güldüğüme bakma hoca. Ben onları haklı çıkarıyorum o kadar.

- Kimleri?

- Seni, hakkımda konuşanları, senin aklındaki kurtları, korkuları…

- Kendinizi deli…

- Ha şunu bileydin. Siz akıllı mısınız hocam?

Sustum. İçi boş, düşüncesi kurumuş bir tartışmaya gidecektik belki de. Ama o, o beni hiç umursamıyordu bile. Önündeki ağaç parçalarını masaya yatırıp motor keskinin yanına taşıdı. İşaretlediklerini teker teker götürdü, kesmeye başladı. Makinenin içimi titreten sesinden kurtulmak için dışarıya kaçtım. Soğuk suyun aktığı çeşmeden doyasıya su içip elimin tersiyle sildim ağzımın ıslaklığını. Bu adamdan, bıraktığı etkiden biraz uzak durmak iyi olmuştu. Sigara yakıp karşımda uzanan küçük, bodur ağaçlara baktım. Solumun uzağında caminin minaresi beliriyordu. İyice dinlediğimde; burada susan, titreyen zaman, orada sakince devam ediyordu. Yukarımızda kalan yoldan arada sırada köylüler traktörleri ile geçmekteydi. Gözlerim kapanacak gibi oldu. Şimdi, zamanın şimdisi olarak belirlediğim anın sıkıcılığı bitmiş gibiydi… Şimdi, iki haftadır üzerimden kalkmayan o yorgun mahlûk beni terk etmiş gibiydi. Açık havanın etkisinden olsa gerek deyip bir ay sonrasını, ilk dersimi, çocukları düşünmeye koyuldum. Marangoz yani gözlerini çatarak bana dediğine göre Mesut, arkamda kalan zamanda tahtaların, ağaçların arasında toza, tere karışmış çalışıyordu. Çalışsın. Parasını ben ödeyecektim. Onunla daha fazla tartışmaya girmemeye karar verecekken içimdeki sesin kışkırtıcı sızlanışını duydum. Ben ona bir şey söylememiştim, herhangi bir konuda, hadi isim verelim şuna da adı bu olsun dememiştim. Ne diye beni ötekileştirdin demeye getirdi ki? Hayır. Dedi, içimdeki o sızlanış. Bu, böyle olduğu gibi kalamaz… Ahmet Efendi’nin de dediği kadar varmış hani. Zaten o da hemen kaçıp gitmedi mi? Haklı mı haklı… Adamcağız sabahın köründen beridir peşimde koşturuyor.

- Bi cigara ver de içelim hoca.

Uzattım. Ne diyeceğini merak ediyordum. Gitti yüzünü yıkadı. Sigarasını yaktı. Pervazlar dedi, taban, merdiven, lambri dedi başka bir şey demedi. Saati sordu, güldüm. O da güldü. İkindiyi henüz geçmiştik. Kısa sürede bitirmişti işini. Yarın dedi, artık yarın takarız, yaşarsak tabi, deyip tekrar güldü. Yüzüne bakıyordum. Evde düşündüğüm o, söz alış verişleri aklıma yine geldi, sigarasına baktım. Acaba şimdi böyle konuşmasının nedeni de verdiğim sigara mıydı? Başkasına minnet duyularak verilen akşama bekleriz, balığa çıkarız, beraber biçeriz… Bu adamda tamamen maddiyat yönünde miydi? Saçma dedim. Saçma çünkü koca köylü bilmez mi bunu? Yüzüme bakıyordu, sağ yanağının üstünü kaşıdı, kıpkırmızı olmuştu kaşıdığı deri…

- Diğeri yalnızlıktan, bu da güneşten hoca…

- İlacı yok mu?

- Kâr etmez. Tozu var, tutkalı var…

- Zararlı değil mi?

- Her şey zararlı… Baktığın her şey… Toz, tutkal, makine bıçakları…

- O zaman yapma bu işi.

- O zaman seni, onları nasıl haklı çıkarayım?

- Marangozlukla mı bizi haklı çıkaracaksın?

- Marangozlukla tabi. Ya?

- Ne bileyim? Muhtar, çaycı, çiftçi…

- Onlar var zaten. Olması gerektiği yerdeler.

- Buralı değilsin galiba?

- Hangimiz oralı ki?

- Anlayamadım. Yani bu köyden değilsin galiba, demek istedim.

- Tamam hocam. Anladım. Birinin buralı olması için buradan kız alması, çoluk çocuk yapıp bir işin ucundan tutması gerekir değil mi?

- Denebilir de.

- Kök saldığın yer senindir derler, hocam bilir misin?

- Duymadım hiç.

- Yalan tez duyulur amma. Demek bunun daha doğruluğu varmış.

- Senin çoluk çocuğun yok mu?

- Yok. Hiç evlenmedim de. Evim de yok. Nah şu gördüğün araba, şu gördüğün ağaçlık…

- Şu boydan boya bodurların olduğu yer mi senin?

- Şu arkandakiler…

Dönüp baktım Kesilmiş ağaçları gösteriyordu. Zihnimin işleyişine kendi fiilsiz zihni ile saldırıyordu. Anlamıştım…

- Sen ne hocasısın?

- İlkokul öğretmeniyim. Birden beşe kadar…

- Benim de vardı. Birden beşe kadar… Sonra öldü gitti…

- Nasıl?

- Basbayağı öldü.

- Hasta mıydı?

- Yoo…

- E nasıl öldü o zaman?

- Hikâyesi bitti hocam, hikâyesi…

Anlamış gibi yapıp kafamı salladım. Bir an önce gitmek istiyordum. Ama nereye? Aklıma düşen sorulara neden böyle anlarda cevap veremezdim ki? Sırf bu işin verdiği bir karar ile buradaydım. Ama gitmeliydim ya da o susmalıydı… Bir süre sustuk da. Boyunlarımız yerde öylece düşünüyorduk. Ben ara sıra bana saat soruşunu hatırlayıp utanıyordum. Başımı yukarı kaldırıp, göz ucuyla ona bakım. Tek bir cümle daha kurmasına tahammül edemezdim… Ama insan… Bu, iki ayağıyla dik durunca, doğada kendine isim koyan varlık, nefret ettiği bir şeyin üzerine, belki de salt haz alacağından dolayı, ne sabırsızca saldırıyordu. Of pof edip atölyeye girdi. Yüzüne bakınca anlıyordum, buraların insanı değildi, ne konuşması, ne de hareketleri köylüyü, kasabalıyı anlatan şeylerdi. Aklıma onun ilkokul öğretmeni geldi. Kadın kim bilir ne sıkıntılar çekmiştir. Eski zor, eski anlamsız, eski tahammülsüzdü. Hele böyle öğrencilerin varsa… Hayır, hayır. Böyle düşünme. Düşündüğün şeyler onu gittikçe ötekileştirir. Öyleyse okulu, evi, memleketi, eski günleri düşünmeli. Geçen yıl bu günlerde neredeydim? Güneyde bir otelde, arkadaşlarla… Evet, hatırladım. Gülşah’ın düğünü için toplanmıştık. Ne garip. Şimdi çocuk bekleyecekler. Oysa daha geçen sene, belki de bugün, daha evlenmemiş, bizle beraber gülüp eğlenmişti. Şimdi nasıldır? Düğünden sonra kışa doğru bir pazartesi, öyleydi galiba. Arayıp selam söylemiştim, eşine… Artık herkes dağıldı. Aramızda evlenen dördüncü kişi… Bana seslendi. Dönüp baktım. Yine gülümsüyordu, yine alaycı, yine çok kızgın gibi. Anlam vermek zor, bu yüzü gördükten sonra şekil biçip değerlendirmek zor… İçeriye götürdü beni. Çay demlemiş. Küçük odasında eski bir taburenin üstüne oturdum. Badanasız, kırmızı tuğlalı duvarda ufak tefek torbalar vardı. Köşeleri örümcekler kuşatmış, ağlarını odanın tavanından aşağıya sarkıtmışlardı. Yalnız yaşamanın bir başka yüzü böyleydi demek. Ocağın altını kapatıp yanıma geldi. Tutkalın henüz kurumadığını söyledi. Bir avucunu açıp, neler yaptığının hayali çizimini gösterdi, haliyle hiçbir şey anlamadım. Sustuk. Saate baktım. Zaman, dolanmış, zaman geçmiyor, ama akşamın, karanlığın yakınlarında olduğumuzu biliyordum. İkinci bardağı da içerken, sigara istedi, verdim. Ailemi sordu. Neden kısa kısa konuşuyorduk? Ailem öldü dedim. Tek başıma olduğuma inanmamış gibi kafasını salladı. Aslında sigarayı pek sevmezmiş. Ara sıra, canı isteyince bulur içermiş. Tüm bunlardan bana ne diyeceğim tuttu, dilimi tuttum. Acıkmıştım da. Gözlerim karşı duvardaki raflara gitti. Anladı galiba, pantolonunu silkip kalktı, rafın en üst katından siyah bir poşet alıp tekrar oturdu. Poşete baktım, ekmek mi? Açmıyordu. Yüzümü incelediğini fark edince çayımı yudumlayıp dışarıyı seyrettim.

- Bunlar ne biliyor musun?

- Hayır, nedir?

- İnanmazsın, dalga geçersin. Ama olsun, o kadarı da olur.

- Niye dalga geçeyim?

- Niye inanmayayım demediğin için. İnsanoğlu, yabancılığını yıkmalı. Al bak, nasıl?

- Nedir bu?

- Kar kuşu. Bir arkadaşımdan almıştım. Kırk yıl önce. Zamanın zaman gibi akıp geçtiği yıllar. Biraz ezilmiş. O zaman polyester yok tabi…

Dondurulmuş kuşu inceledim. Başının yarısı yoktu ama ben canlıyım diyecekmiş gibi de ayakları vardı. Kırk yaşında belki de kırk bir. Geri verdim. Üstünlüğümü kanıtlayayım dedim.

- Al işte. Sana ne isim taktım, ne de başka bir şey söyledim. Hem buncağız kuştan insan birine neden böyle davransın ki zaten, neyse…

- Söyle hoca, çekinme söyle. Daha ne göstereceğim bitti, ne de anlatacaklarım.

- Şey… Ne bileyim? Başka bir şey göstereceksin sandım.

Kıkır kıkır güldü. Kalkıp poşeti rafa koydu. Yukarıda, yolda, traktörün sustuğunu duyduk. Bana otur sen der gibi yapıp dışarıya çıktı. Kapıda yaşlı bir adam, elleri titreyerek siparişini anlatıyordu. Bizimkisi hiç konuşmuyor, kaşlarını çatmış yaşlı amcanın ne anlattığına dikkat kesilmişti. Amca susunca iskele var mı diye sordu. Adam elini dudaklarına götürüp düşünmeye başladı, buluruz, camiyi boyecekle, onladan alı geliriz, sen gelive bi… Sustular, bizimkisi bana bakıp güldü. Vaktim olursa dedi, gelmeye çalışalım. Adamcağız söz almadan gitme niyetinde değildi, üsteledi. Sonra hiç anlamadım, ama çekip gitti. Çok garipsedim, yanıma gelinceye kadar sormak istediğim soruları aklımdan geçirmeye çalışıyordum. Fakat gelmedi, tutkallanmış ahşapları kontrol etti, makinenin birini çalıştırdı. Kenarda, düzensiz yatan büyük ağaçlardan birini sürüyüp demir tezgâhın üstüne çıkardı. Saate baktım, zaman şaşırtıcı, hızlanıp geçmiş, neyi beklerken oldu bu? Daha yenice zamanın yavaşlığını düşünmedin mi? Eliyle beni işaret etti, sanki benden başka kişiler de var. Kalkıp yanına gittim, önce sustu. Sonra bir şeyler geveledi…

- Ağaçlar, biz kadar canlıdır değil mi hoca?

- Öyledir herhalde.

- Senin kitaplarında yazmıyor mu?

- Yazıyor. Onları sen de okudun.

- Okudum ya. Unutmuşuz. Ama bilmediğin, görmediğin bir sürü şey var. İnsan işte. Hangisine yetişir, hangisini elinde tutar… Köşedeki çam kesiği bıçkıyı yediğini biliyor mu?

- Bilmem. Bilmiyordur ama.

- Biliyor hocam, biliyor. Diğerleri anlamaz bunu. Elime alırım, üzerine düşünürüm, kendine en uygun hangi hikâye varsa onu seçtirir, böylece başlar hikâyesi.

- Ağacın mı?

- Hayır.

- Ya neyin?

- Canlının. İlahi adaletimiz bu bizim.

- Anlayamadım. Nasıl canlı bu?

- Sen, ben gibi insan işte…

- Ağaçlar mı insan olan?

- Hayır. Hikâyeleriniz. Planyamın üstüne yığılan hikâyeleri yontarım ben.

Sustum. Susmam gerekti. Su içeceğimi bahane edip dışarıya çıktım. Anlamıştı ama. Bana da getir dedi. Çeşmeye yürüdüm, musluğu çevirdim, su akmadı, eğilip deliğin içine baktım, tekrar çevirdim, azar azar akmaya başladı. Tahtadan bardağa suyu doldurup içeri girdim. Az önce ikiye böldüğü ağacı şimdi dörderli parçalara ayırıyordu. Suyu kenara bir yere koymamı söyledi. Kalemini ağzına alıp ısırdı.

- Ben deli değilim.

- Biliyorum. Daha önce de söylediniz bunu.

- Ha işte. Öyle bilinmeli. Delirmedim. Akıllık işlerin peşinde değilim o kadar. Sizin inanmadığınız hikâye mesela. Akılla işi olmayanın derdidir. Ha tabi, şimdi yine neyin, kimin diye soracaksınız. Oysa anlamamanızın nedeni de açıktır.

- Sizi anlamaya çalışıyorum.

- Sadece sizden bahsetmiyorum. Çoğul var burada. Farkında olmadıklarınız.

- Kimseyi göremiyorum.

Etrafıma baktım. İnanacak gibiydim sanki. Böyle sözleri daha önce de duymuştum oysa. İçimden: şu adama bak, kesip biçtiği şeylerden hayat çıkaracak. Dedim. Duymuş gibi yüzüme baktı. Kalın sesiyle türkü söylemeye başladı, bir elinde de gönyesi vardı.

-Bana deli derler. Hikâyelerini burada kesip biçtiğime inanmadıklarından… Oysa ruhsuzdurlar, ruhları, bedenlerinin kemikleri şu gönyenin ucunda bekler, haberleri yok. Olmaması da muhtemeldir. Bilenler var ama var hocam var… Siz de bilecekmiş gibi yapın, ötesi önemli değil. Kurmaca aklınızda yeni isimler bulun. Buldunuz da. Farkındayım. İnsan denilen şu yaratıklar, şimdi akşamın farkına varıp perdelerini kapatacaklar. Beni buradakilere benzetmediniz. Doğrudur. Hikâye biçenlerin, sizin inanmadıklarınız yani, oralı değildir. Onları ki mesela beni, bir yere koyamazsınız. Hadi düşün hoca! Ne diyor, ne anlatıyor bu adam? Daha sabah, sıkıntıdan patlıyordun, ötemle arana boşluklar koydun, ben de onu anlamadım.

- İnancınız… Kafa karıştırıyor, ürkütüyor.

Güldü. Yine anlamsızlık vardı. Gözlerini gözlerime dikti.

- Yeni tanıdığınız birinin inancını merak etmek, ürkmeye delil olmasa gerek. Siz inanmadığınız şeylerin üstüne konuştuğumuzu sanıyorsunuz. Oysa farkında değilsiniz. Burada, önümde uzanan tahtanın size ait bir hikâyesi var. Arkanıza bakın, bakın dediğimde ağaçların üzerine sinen karanlığı göreceksiniz, ama niye ışıkların olmadığını sorgulamayacaksınız. Bu öyle bir hikâye bütünlüğüdür ki önce yaprakları, gövdeleri, dalları kitaplara benzetmelisiniz. Kendinizden ayrıksı bir hikâyenin içinde olabilmeniz için, bana inanabilmeniz için. Bu kadarını duydunuz, onlarca kez hikâye dedim. İnanmadıklarınız beni size dinletti. Doğrudur da… Öğretilenler böyle değildi değil mi?

- Hayır. Ne yazıyor, ne de öğretiliyor.

- İşte. Bu, beni deli diye höykürmelerinin temeli. Onlara dokunursunuz, üzerinde uyursunuz, her gün içinden yemekler yersiniz, nefes alırsınız, yaşadığınızı zannedersiniz?

- İyi, pekiyi. Ne yapmalı? Onları da mı katmalı?

- Sinirlendin hoca? Ürküyor olamazsın. Kim söyledi size? Adına madde dediğiniz şeylerin size, sizin de onlara ait olmadığınızı…

- İlk sizden duyuyorum.

- Başka diye kullandığınız kelimeden duyuyorsunuz. Ben diye bir şey, durum ya da isim yok. Sadece kelimeyim. Kesip biçen, üzerine olayları yontan, anlamdan uzak, anlamaya yakın ve fakat ayrılmış bir kelime. Şu, elimde gördüğün, tahta parçası… İşlenip bitince noktalanacak olan o kadar çok kelime var ki. Sadece okumasını bilmeli. Çevrenizde sizden habersiz ama sizinle bitip, büyüyen şu koca ormandaki her ağacın bir kitap, bir sayfa, kimi yerde bir kelime olduğunu bilmeli. Belki işittikleriniz, kavradıklarınız sizi, bunların dışına itecek olmazlara sahip edecek. Çok gördüm böylesini. Birçoğunun hikâyesi elimden çıktı. İşte şurada parçalandılar, şurada işte, deniz tutkalıyla birleştiler, isim aldılar, üzerine şekil biçildi de yüze kavuştular. Pekiyi, ya şimdi? Deli, huysuz diye adlandırıldıkları yerden uzaktalar. Dışarıya bakın, yerleştikleri yerin bulanıklığını da göreceksiniz.

Merakla dinlediğimi hissettim. Toparlandım. Sigara uzattım içmedi, ben yaktım. Söylediği şeyler beynimin içinde yankılanıp duruyordu. Kendi hikâyesini de bitirmenin zamanı gelmişmiş. Şaşırdım. Şaşırma dedi. Elindekileri gösterdi. Bana ait olanı sorunca güldük. Merak ettim, nasıl başladı diye sordum. Uyuyordum sanki. Gitti ışıkları yaktı. Atölyenin içinde, ortada bir yerlerde oturuyordum. Rüya gördüm dedi. Çocukken görmüş, ormanda kitap okuyormuş, o kadar… İnsan daha fazlasını bekler dedim. İnsan deyip sustu. Gönyesini alıp kestiği tahtaların kenarlarına çizikler attı. Sıkılganlığım geçti. Neden sonra onu bir yazara benzetmeye başladım. Sonra o sarı lambanın altında benzetişler arttı. İnsan dedi, insanoğlu demeye karşıymış. Güldüm. Hep bir şeyi, bir kalıbın içine sokmak ister, bilinmeyeni ancak böyle anlayacağını zanneder, dedi. Bunları okulda da söylüyorlar deyince kızdı bana. Korktum. Sonra alçakgönüllü oluverdi. Benim inanmadığım ve inanmayacağım bir kelime olduğunu söyledi. Bu yüzdenmiş hiçbir bilginin tek kelimesi olamayacağı. Kafam iyice karışmıştı. Yoğrulan düşünceler, ağaçların uğultusunu hatırlattı. Yerde yatan kesilmiş ağaçlara baktım. İşim bitti dedi, güldü. Kelime noktasına kavuştu dedi, tekrar güldü. Ayağa kalktım. Işıkları kapatıp çıktık atölyeden. Kapıya zincir vurmadı. Arabanın kasasına kesilmiş ahşapları taşırken yardım ettim. Düşündüm, yine saçma geldi. Hikâyeye ait değildiler. Olamazlardı. Usta saçması işte, dedi aklım. Bu öbeği nereden buldu bilemiyorum. Arabaya binip köye döndük, kahvenin yanından geçerken gençlerden biri ayağa kalktı. Bu, sabah bana selam veren gençti. Ondan uzaklaşınca camdan kafamı çıkarıp baktım, el sallıyor gibiydi. Sigara istedi, beraber birer tane yaktık. Ahşapları evin biçimsiz bahçesine dizdik. Bir süre dinlendi. Çay içelim dedim. Yetişmesi gerekmiş. Arabaya bindi, ışıkları yaktı, bana bakıp gitti. Arkasından görünmeyene kadar baktım. Yerde yatan parçaları kenara sürüdüm. Yorulduğumu hissettim. Sabah erkenden Ahmet Efendi gelecekti. Odama çıktım…

Sabah gelmedi Ahmet Efendi. Ben de pervasızca uyumuşum. Elbiselerim üstümde buruşmuş, elim kolum uyuşmuş durumdaydı. Cenaze vardı dedi. Hemen kaldırıp gömmüşler. Şansım yokmuş, marangoz Mesut öldü, jandarmalar sabaha yakın ölmüş demiş, öyle söylemişler kahvedekilere, millet bir olup gitmiş, musalla taşında duasını okumuşlar, taşımaya pek yanaşan da olmamış, ondan gecikmişmiş… Öyle dedi Ahmet Efendi. Adımın Arif olduğunu yeni hatırlıyordum, o bunları anlatırken, gördüğüm rüyada adımı arıyordum, evet, düşündüğüm şey buydu. Sigara yaktım, yolda sırtında çalı yüklü bir eşeğin yanında, ipi tutan bir kadın gördüm, bize doğru geliyorlardı…



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın toplumcu kümesinde bulunan diğer yazıları...
Gorki"nin Çocukları

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Yetenekli Kaybedişler Adına - 1 -
Jointy
Bavul
Yayla Öyküleri
Sokağımda
Ölümlüler

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Yağmur Alışkanlıkları [Deneme]
Akşamüstü ve Gölgeler [Deneme]


niyazi bircan kimdir?




yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © niyazi bircan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.