Yaşama karşı sımsıcak bir sevgi besliyorum... -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Kalemimden mürekkep değildi kandı akan, Beni böyle serseri eden zamandı akan, Harda göç nidaları beynimde çınladıkça, Burda sahte dünyamı saran tufandı kan... Yorgunluktan sandalyesinden kayıp şöminenin yanına yığılıverdi. Yazarken fazla kan kaybetmişti. Gece yarısına kadar deliksiz bir uyku çekecekti. Kabuslarından biri daha... Adak kayası çıplaktı. Ne allı yeşilli çaputlar, ne de gerçekleşmesi istenen umutlar, dilekler... Yerlerindeydiler. “Gülüm! Nerdesin gülüm? Beni tek başıma bırakma, gitme ne olur gitme, seni seviyorum...” Gülü, kayanın ötesine düşmüş can çekişirken bulduğunda uyandı. Onu hayata döndürmüş ama ölüme terketmişti. “Ne yaptım ben?” Bakındı. Zindan, taşıdığı tüm hatıraları dağ evinin içine kusmuştu. Odanın her yerine yığılı binlerce sayfalık doküman, kitap, defter... İlkokul anılarını bile... Savruk hayatının semeresiydi bunlar. Dağınıklıkta mavi kapaklı Kuran meali gözüne ilişti. Nereden nasıl eline geçmişti hatırlamıyordu! Kutsal kitabı rastgele açtı. Bu ayetle karşılaşmıştı: “De ki 'Ne dersiniz? Allah üzerinize geceyi kıyamete kadar sürekli kılsaydı Allah'tan başka hangi ilah sizi bir aydınlık getirecekti? Hala duymayacak mısınız?” Kirli sakallarını ıslatan hüzün yağmuruna engel olamadı. Ebedi karanlığa mahkum edilenlerden, gemiye tutunamayanlardan biriydi o da. Geçmişinin bir noktasında tufanı sezmiş, koşmuş ama sulara kapılmaktan kurtulamamıştı işte. Hatta çılgın dalgalarla boğuşurken gemiye dokunmayı bile başarmıştı. Huzur duyduğu o anı ve nasıl avuçlarının arasından kayıp gittiğini hatırladı. Onulmaz bir umutsuzluğa gömülmüştü. Başka bir hayat yaşıyordu sanki. Ne kitleler üzerinde yankı uyandıran kelimeleri ne de bedeni kendisine aitti. Çaresizdi... Çözüm üretmeliydi ama sorunun tam olarak ne olduğunu dahi kestiremiyordu. Yazdığı kitapları ve fikirleriyle ani yükselişini düşündü. Bu, son üç yılda gerçekleşmişti. Daha öncesinde ise aklına ilk gelenler yirmili yaşların acı hatıraları oldu. Peki aradaki on yıl... Ne olmuştu? Düşünüp mantık yürütmek lazımdı. İnsan hatıralar taşıyan bir varlıktır. Bu on yılda ne kadar sönük olsa da anıları olmalıydı. Ama hiçbirşey anımsamıyordu. Bir oda dolusu belgeyi didik didik etti. Şaşılacak şeydi bu. En ufak bir not dahi yoktu. Ne bir fotoğraf ne kağıt parçası ne de başka bir şey... Kafası allak bullak olmuştu. Hayalle karışık, zihin silsilesinin paslı bir halkasında saklanan, karanlık devirlerle ilgili bilgi kırıntıları ortaya çıktı. Ve akabinde konuyla ilgili kısa bir metin... Sayfada 'Hakkında hiçbir tarihi kaydın olmadığı, tam bir kopukluğun hakim olduğu çağlar...' yazıyordu. İnsan ırkının kayıp halkası! Onun da mazisiyle bugününü bağlayan zincir kopmuştu. Ay'ın sözleri geldi aklına: 'Karanlık devrin mahkumlarından birisin!' Yine de bunlar hala onun için bir şey ifade etmiyordu. En azından zincirin hangi halkada koptuğunu bulabilir; belki bu şekilde sonuca varabilirdi. Bilinçaltını karıştırırken en üstteki eski karalamalarının arasında büyük bölümü yanmış o kağıt parçasını gördü ve çekip aldı yığından. Sezgileri okumamasını salık veriyordu. Yine haklı çıkacaktı ama merakına yenildi. Göreceği dizeler sinirlerinin iyice boşalmasına neden olacaktı: “Aşkıyla yanıp gönlüme od düştüğü demdi, Sırlar bana vâkıftı, gülüşler hep elemdi...” Şir'i okuyunca nefesi daraldı. Soluk almakta zorlanıyor, kalbine söz geçiremiyordu. İki mısranın vücud verdiği parmaklıkları, ilk defa bu kadar yakından duyumsuyordu. Oksijene hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştı. Dağ evinde daha fazla kalması olanaksız... Odada ileri geri dolaşırken bilincini yitirip tökezleyince koşar adımlarla kapıya yürüdü. Kirişlerini kıracak kadar sertçe çarpıp dışarı attı kendini. Şiirin sahibini sonsuza kadar yokettiğini düşünüyordu. Ama o adam mısralarıyla yine karşısına çıkmıştı işte. İnsanın kendini kaybettiği bir an vardır. Şekiller gözüne bulanık görünür. Tinhu o anı doruğunda yaşıyordu. “Gülümü bulmalıyım, ona kimsenin zarar vermesine müsaade etmem!” Yüz yıl önce, memleketin düşman postallarıyla çiğnendiği günkü gibi dağa çıktı. Ne kadar koştuğunu bilmiyordu. Üstü başı paralanana, her yanı yara bere içinde kalana dek belki. Sık ağaçların, çalıların içine umursamadan dalıyordu. Kaybolduğunu farkettiğindeyse artık çok geçti. Bütün benliğini esir alan şey, korkuydu. Kahretti... Öfkenin gücü üzerinden çekilince insani zaafları belirivermişti. Yorgunluğunu ve başının döndüğünü hissetti. Gönlü bulandı. Bacaklarının bütün kuvveti çekilmiş; diz çöküp, gözlerini arşa dikmişti. Milyonlarca yıldızın ve kahramanlık abidesi gibi duran hilalin aydınlattığı göğe baktı. Ona imreniyordu. Saatlerce bir kurt gibi uluyarak, hıçkıra hıçkıra ağladı. Faili olduğu cinayetin ardından geç kalınmış bir yastı bu. Kardeşleri matemine ortak oldular. Gök kubbeyi titretti kurt ulumaları. Yıldızlar döküldü. Seneler önce öldürdüğü: Kendisiydi... Önce fahişe gülüşlerle sarsıldı toprak. Ardından dağlar bir bir patlamaya, büyüklü küçüklü ağaçlar köklerinden savrulmaya başladı. Koyu bir kızıllık sardı etrafı. Ayakları yerden kesildiğinde dağ evi gitgide gözden kaybolur oldu. Herşeyle birlikte... Deli rüzgar, ense kökünden tuttuğu gibi fezaya sürüklüyordu Tinhu'yu. Yalnızca acı bir çığlıkla karşılık verebilmişti. Acaba akıp giden yıldızlardan mı sorumlu tutuluyordu şimdi de! Korkunç mahşerin sebebi bu muydu? Işık gözlerini yakıyordu. Yerküreyi aştı. Güneş sistemini ve samanyolu galaksisini... Tüm boyutları, bütün bu karmaşayı, hercümerci... Ve en son, algılar evreninin dışına taştı. Tamamen savunmasız ve kontrolsüz -fırtınaya yakalanan tüy gibi- dehlizin içine çekiliyordu. Onu bilinçaltına -zindana- bağlayan hatıralarının oluşturduğu zincir, Tinhu'nun mahzenin derinliklerine düşüşünü durduramıyordu. Hayatının hatırlayamadığı on yılı, zincirin kayıp halkası, Tinhu'yu zindanla olan bağlarından kurtarsa da; bu sonsuz düşüşünün önüne geçecek hiçbir şey kalmamıştı geriye. Zincirin bir parçası, gençlik yılları, zindana tutunuyor; diğer parçası mahzenin derinlerinde hiçliğe savrulan Tinhu'ya... Ve geride on yıllık koca bir boşluk uzanıyordu. Sonsuza yuvarlanan Tinhu can havliyle mahzenin raflarına tutunmaya çalıştı. Her seferinde kayıyor; devrilen raflar, mahzeni Tinhu'nun başına yıkıyordu. Etrafı kitaplarla kuşandı. Bu kez rafları bırakıp cinnete sarıldı. Bir yandan -çaresiz- gayba sürükleniyor; diğer taraftan tutunamadığı mahzeni dizi, dirseği, parmakları, kafası, ayakları -her ne uzvu denk gelirse gelsin- hınçla dövmeye çabalıyordu. Parçalanan tahta sesleri yırtılan sayfaların hışırtısına karıştı. Devrilen rafların gürültüsü kırılan kemiklerinin ezgisine... Kitaplara yaptığı çılgınca saldırısı, mahzenin hışmına uğrayacaktı. Silindirin bir o yanına bir bu yanına çarpıyordu onu! Ama can yanığı, Tinhu'nun sıkılı yumruklarını bir an olsun gevşetemedi. Gaip lisanla yazılan kitapların yer aldığı raflara vardığını kendi kanından tanımıştı. Sinirleri gerildi. Dikkatini tahta kitaplığa verip sağlam kalan tek bacağını hazırladı. Aynı hizaya varmalarına saniyeler kala, tüm iradesini zorlayarak gövdesini boşlukta döndürüp, bacağını kanının hizasındaki raflara gömdü. Tuzla buz olan tahta raflardan kurtulan o kitap açıldığında, kızıl kanatlı dervişi karşısında bulmuştu. Yalnızca kızıl çizgileri, hatları belirgindi. Doğrudan Tinhu'ya bakıyor, kılı kıpırdamıyordu. Tinhu, kendini serbest bırakıp sakınmadan boşluğa saldı. Gözlerini kapattı. Resimden kayıp gelen kızıl siluet, usul usul içeri süzülecekti. _______0________ Ayıldığında bedenini bir tahtta kurulmuş buldu. Gözlerinin önü hala pusluydu. Bir süre göz kapaklarını ovuşturdu. Etraf hala bulanıktı ama kendisi gibi yüzlercesi olduğunu farkedebiliyordu. Biri ona doğru ilerleyip ortadaki büyükçe masanın üstüne sıçradı. Kıvrıldı, eğildi, acayip hareketleriyle süzdü onu. Bu ilginç vücut hareketleri, beyne sahip bir ateşin ilkel ritüellerini; jestleri -bir yaratığınkinden ziyade-, topluluğun ortasında yanan bir ateş hüzmesinin titreşimlerini andırıyordu. Masanın üzerine sıçrayan bu ateş ırkından ucube -görüntüler halen netleşmese de- Tinhu'nun içini ürpertmişti. “Siz kimsiniz? Niye buradayım?” “Ben bu konseyin başkanıyım!” dedi ortadaki adam. Sesinde bu dünyaya ait olmayan bir ton vardı. “Benden ne istiyorsunuz, ne konseyi...” “Siz, bunu gayet iyi biliyorsunuz?” Aslında karşısındaki ucube doğru söylüyordu. Tinhu, tüm duyularıyla öğrenmek istediği cevabı biliyordu. “Bu olamaz.” diyebildi içinden. Adam konuşmaya devam etti. “Yine de size biraz bizden bahsedeyim. Atalarınız albız derdi ya da erlik... Yer altı dünyasının hakimleri, karanlığın temsilcileri... Türk mitolojisi okuduysanız bilirsiniz. Gerçi siz aydın bir insandınız değil mi beyefendi! Bu kadar izahata gerek yoktu. Afedersiniz benim gevezeliğime verin.” Bu sözler üzerine kalabalıkta korkunç bir kahkaha dalgası dolaştı. Az önce, dağda kaybolduğunda duyduğu fahişe gülüşlerdi bunlar. Çok kızmıştı. Pis yaratıklara hadlerini bildirmek istedi. Saldırmak için hamle yaptı ama kımıldayamadı. Daha büyük bir kahkaha tufanıyla sarsıldı. Yaralanmış, onuru kırılmıştı. Beriki; “Hadi yapmayın, bizi üzmeyin böyle. Kibir sizi daha güçlü kılıyor. Ve bizi... Siz de bilirsiniz ki biz insanların kibriyle beslenen yaratıklarız. Yine de burada bize hakaret edemezsiniz. Çünkü şeytanlar konseyinde şeytanın sözü geçer.” Yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bu ucube sırf Tinhu'ya hakaret etmek için onu buraya getirmiş olamazdı. Nerede olduğunu düşündü! Cehennemde miydi acaba? Bu süre zarfında gözleri iyice görür olmuştu. Ama karşılaştığı manzara karşısında görmemeyi dileyecekti. Ortada ne taht vardı ne de masa... Karşısındaki yaratıklar iliklerine kadar titretmişlerdi onu. Biraz önce bunlara mı kafa tutmuştu! Hepsinden korkuncu zemin de yoktu. Yerin metrelerce üstünde boşlukta asılı duruyorlardı. “Ben neredeyim?” diye yineledi korkuyla. İblis'in cevabı tüm olup bitenlerden daha da şok ediciydi: “Çanakkale'ye hoş geldiniz!” Mantığın sınırlarının zorlandığı, dimağın yetersiz kaldığı bir gerçekliğin içindeydi. Gerçeküstü bir realite... Akılla kavranacak gibi değildi. Hatta hayal bile edilemezdi. Çocukken gitmişti Çanakkale'ye. Büyüklerinden atalarının bu topraklarda yarattığı destanı dinlemiş, çocuk ruhunun bütün saflığıyla duygulanmış, titremişti. Dedesine “Hiç korkmamışlar mı?” diye sorup da insanlar ona güldüğünde üzülmüş; Dedesi, “Onlar çok büyüktü delikanlı. Bir gün sen de çok büyük olacaksın. İşte o gün geldiğinde hiçbir şeyden korkmayacaksın!” diye teskin etmişti onu. Kirli el değmemiş çocukluk rüyalarını anımsadı. Anlatılanlardan o kadar etkilenmişti ki, bir gece elinde süngüsüyle Çanakkale'de görmüştü kendini. Belli belirsiz siluetlerle birlikte ölüme koşuyorlardı. Uyandığında terden sırılsıklam olmuş, boğazı kurumuştu ve kalp atışlarını duyabiliyordu. Yatağından kalkıp mutfağa yönelmiş, eşsiz cengaverliğini koca bir bardak suyla ödüllendirmişti. Her katresi rahmet her katresi nurdu sanki. Eğilip arza baktığında gördüğü manzara çok farklıydı. Çanakkale olamazdı burası. Artık algılarındaki gelişmeyi yoğun olarak hissedebiliyordu. Beş duyusunu aşmış, kalp gözüyle görür olmuştu sanki. İlk fark ettiği şey, bu yerin hem karanlığı hem aydınlığı bir arada barındırdığı oldu. Ne geceydi ne de gündüz... Bununla birlikte ortam, hem gecenin zifiri karanlığını hem de gündüzün en ışıklısını taşıyordu. Duyularının bunu kavrayabilmesine imkan yoktu ama biliyordu işte. Kendisi gibi boşlukta asılı duran, dev kaya kütleleri gözüne çarptı. Sonra göğün ve sonsuza uzanan denizin olağanüstü rengi... Müptelası olduğu mavi, burada gördüğü rengin ancak gölgesi olabilirdi. Suret ve şekiller... Beynini özgürleştiren kavramlar... Sezgilerindeki ani yükseliş... Dünyevi olan herşeyin üstünde, ötesindeydi şimdi. İnsan hissiyatını aşan bu muhteşem sanat eserinde eğreti durduğunu farketti. Yine de bu esrarlı yer iç dünyasını değiştirmişti. Hayranlığından dalıp gitmiş, kafasını meşgul eden sorulardan biraz olsun uzaklaşmıştı. Silkinip toparlandığında olasılıkları tartmaya başladı. Uzayda bir yolculuk yapmıştı. Hücrelerine ayrılıp yok olacağını düşünürken kendini bu ürkütücü konseyin karşısında bulmuştu ve Çanakkale'deydi. Zaman tüneline girmiş olmalıydı. Saçmaydı belki ama daha mantıklı bir fikri yoktu. Ya geçmişin bilinmeyen bir devrinde yer alan antik bir kent ya da belki milyonlarca yıl sonra kurulacak yapay bir uygarlıktı burası. Zihnindeki karmaşayı İblis'in sesi dağıttı: “Burası zaman ve mekandan beridir beyefendi!” “Nasıl, ne demek bu?” İblis, Tinhu'nun sorularına aldırmadan sözünü sürdürdü. “Yaşadığınız boyuttaki her varlık, her nesne üçüncü türdeki varoluşun, yani özün yansıması idi. Daha önce varlık hiyerarşisinin en cüz'i boyutunda bulunuyordunuz. Geçmiş yahut gelecekten bir kesitte değilsiniz... Burada zaman yoktur. İnsanlar dünyadaki faniliklerini zamanı icat ederek işaretlediler. Tıpkı yazıyı keşfedip sesleri işaretlemeleri gibi. Ölüm olmasa ve eylemî yararları bulunmasa belki zaman kavramına hiç ihtiyaç duyulmayacaktı.” “Şu an üçüncü türde miyim?” “Gerçekten şaşırtıcı değil mi?” Ucubenin yüzündeki sırıtma sinirlerini bozuyordu. Belli etmemeye çalışarak sordu. “Peki benden ne istiyorsunuz?” “Hala anlamamış olmanız inanılır gibi değil. Siz bu konseyin değerli bir üyesi olarak buradasınız.” Havsalası almıyordu. Nasıl olur da şeytanlar konseyinin bir parçası olabilirdi! Ayrıca bedeninde de bir değişme yoktu. Hepsinden farklı görünüyordu. İblis; “Varoluşun bu diliminde hiçbir öz, gölgeler dünyasından getirdiği suretini taşıyamaz.” dedi ve devam etti. “Üçüncü türde cismani varlığınızı koruyor olmanız, söylediğime delildir. Bize güvenmelisiniz. Burada her varoluş bir ilkedir. Ve her ilke olması gerektiği yerde durur. Sizi zorla tutuyor değiliz. Konseyimizdeki yerinizi ihtirasınızla belirlediniz.” Herşey duru su gibi berraktı. Ruhunu şeytana teslim etmiş olduğunu anlayabiliyordu. İhanet etmiş ve lanetlenmişti. Derinlerden gelen güçlü bir dürtüyle yok olmak pahasına savaşmaya karar verdi. Son anı da olsa doğru olanı yapmalıydı. Artık korkmuyordu. Çünkü ne için savaştıklarını biliyordu. “Sizden biri olamam.” diye haykırdı. Bunun üzerine laiyn güruhta bir hareketlenme oldu. Esas suretlerine büründüler ve artık çok daha korkunçtular. Tinhu'ya doğru gökyüzü adımlarıyla yaklaştılar. Tek ses duyuldu. Cehennem kokan bir ses: “Dönüşümünüzü tamamlamak üzere toplanmış olan bu konsey artık zamanın geldiğini düşünüyor.” Tahayyülü iflas etmişti. Ne yapacağını bilemiyordu! Onuruyla yok olma kararını hatırlayınca cesaret duydu. Korkaklığı ezip geçmek için oturduğunu sandığı yalan tahtından kalkması yeterli olacaktı. Ayaklandı. Küçük ellerini yumruğa dönüştürüp -zorlukla- yürüdü üzerlerine. Ruhundan bütün vücuduna ışık hüzmeleri akıyordu. Enerjiyi her zerresinde hissetti. Bu boyutta kendini görebilmek için aynalara ihtiyaç yoktu demek ki! Işık hedefine ulaştığında gözleri parladı. İblis'in; “Bu müellif!” dediğini duymuştu. Birden tuhaf biçimde paniğe kapıldılar. Daha da yaklaşamadılar Tinhu'ya. Hatta İblis dışında hepsinin gerilediği görülüyordu. Halbuki yalnızca üç adım atabilmişti üzerlerine. Alev saçan bakışları, ateş ırkını bile caydırıyordu. Çehrelerine şaşkınlık ve öfke hakimdi. “Nasıl bir aldatmaca bu? Böylesi görülmemiştir. Seni hatırlıyorum. Belki de en zayıflarıydın! Yorganının altında ağlayan bir zavallı... Bu nasıl olur?” Gerinip vücudunu esnetti. Acıya rağmen delice gülümsüyordu. Mahzende düşerken bütün kemikleri kırıldığından zihin gücüyle kendini ancak ayakta tutabiliyordu. Ama İblis'e meydan okumasını önlemedi bu. “Öyle mi? Yaklaş da dönüşüm nasıl olurmuş göstereyim!” Şeytanların kibir dolu saadetleri de böylece tarihe gömülmüş oldu. Yakıcı bir lisanla tehditler savurup kaçıştılar. Akabinde her yer karanlığa büründü. Üzerine koyu bir ağırlık çökmüştü. Tinhu ilk başta ağırlığın sebebini kavrayamadı. Karabasan gibi bedeninin her yanında aynı baskıyı hissediyordu. Parmaklarını kımıldatmaya çalışırken toprağı özümsedi. İşte o an toprak altında olduğunu anlamıştı. Dişiyle tırnağıyla kazdı; didindi ve nihayet ışığa ulaştı. Takatinin son damlasıyla üzerindeki toprak yığınından silkinip ayağa kalktığında, hayretle gökten izlediği topraklarda olduğunu görmüştü. İblis'in Çanakkale diye gösterdiği topraklar... Bu, Tinhu için yeniden doğuştu. Zincirin kayıp halkasını bulma amacı başarıya ulaşamadı belki, lakin tüm zincirleri kırılıp un ufak oldular. Bir kelebeğin kozasından sıyrılması gibi görkemli bir dirilişin eşiğinde duruyordu
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Umut Salih Tiryakioğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |