..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Çocukların eğitimi, zaman kazanmak için nasıl zaman yitireceğimizi bilmemiz gereken bir meslektir. -Rousseau
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Deneysel > Umut Salih Tiryakioğlu




16 Nisan 2011
Kalbindeki Karanlığın Yükselişi  
Umut Salih Tiryakioğlu
Gelgelelim sana, aşk benim en tatlı günahlarımdan biriyken, sen bunu bile en zavallı bir halet’i ruhiye içerisinde yaşamayı kanıksıyorsun. Hem de yeryüzünde dişi olan her yaratığın güce taptığını bilecek kadar akıllı olduğun halde! Aşkını yansıtırken kullanacağın hal lisanının -seninki gibi- romantik, zayıf ve kuruntulu izlenimler bırakması, dişi varlığa ‘Bana eziyet edebilirsin!’ demekten farksızdır. İnan o da bu fırsatı sonuna kadar kullanacaktır.


:BBJG:
Odasında ürkek ve kararsız adımlarla -hiçbiri bir diğerine benzemiyordu ve yürüyüşü derli toplu olmaktan çok uzaktı- sıtmaya tutulmuş gibi titreyerek volta atıyor; yaptığı ahmaklıktan ötürü ikide bir “Ben ne yaptım böyle!” diyerek yumruğunu sertçe kafasına indiriyordu. Bu bile sakinleştiremiyordu onu, aksine kulağının hemen üstünde patlayan ağır darbeler aklını başına getirdikçe kendine olan öfkesi de kabarıyordu sürekli.
Yarım saat kadar önce, radyosunda ardarda dinlediği -sanki kasten seçilmiş gibi hepsi de aşkı işleyen ve doğrudan onun güncel ruh haline seslenen- şarkıların verdiği tuhaf hazla yapmaması gerekeni yapmış; Ayça’ya olan aşkını, hem de en bayağı şekilde, telefonundan mesaj atarak ilan etmişti. Hatırladıkça sağ elinin baş parmağından en iğrenç mahlukmuş gibi tiksiniyordu. Hele de o fütursuz üslubu için, en ağır işkencelerle adam edilmeli diye, düşünüyordu. Zamanı biraz geriye alabilseydi onu kaplanların arasına atar, zevkle parçalanışını izlerken aynı zamanda ağır hakaretlerle de yerin dibine sokardı. Ama yaptığı şey ve utancı yüzünden arzın en aşağı katmanına gömülmüş gibi duyumsayan, aşkını itirafındaki üslubu değil, kendisi olmuştu.
Oldukça sade olan bu mesaj, şimdiki mahvolmuş halinden emareler taşımak şöyle dursun, düşündükçe midesine bulandıran kaypak bir özgüvenle karşısına dikiliyor ve hisleri ondan kaçmak istercesine, aniden voltasını yarıda kesip yönünü odanın herhangi başka bir yerine çeviriyor, ama içinde tutmayı beceremediği kelimelerinden buna rağmen kurtulamıyordu. Bu nasıl fütursuzluktu! “Sevgimi itiraf etmek için beklemeye gerek görmüyorum. Seni seviyorum.” yazılır mıydı hiç? Bir aşk dilegetirilecek cesaret bulunsa dahi böyle mi itiraf edilirdi? Oyuna gelmişti. Cesaretten ziyade şuursuzca “Tamam!” tuşuna basıp radyosu kahkaha atmaya başladığında yaptığı büyük hatanın farkına vararak ürpertiyle telefonu elinden fırlatmış ve yere sertçe çarpan lanetli makinanın kapağı, tuş takımı, kırılan ufak parçaları odanın farklı noktalarına savrulmuştu. Hisleri gibi…
On dakika daha geçmişti. Beklemeye lüzum görmüyordu ama beklemek hiç bu kadar acı verici olmamıştı daha önce. Yine de ilerleyen zamana koşut, tuhaf bir iyimserlik havası da hislerini sarmaya başlamıştı. Takriben kırk-kırkbeş dakikadır -içten içe- gelecek cevabı bekliyordu. Aslında bunu çok umursamıyordu. İçini dökmüştü ya, gerisi çok da mühim değildi! Ancak umutsuzluğa düşmek de istemiyordu. Mucizeler vardı, biliyordu ve ilk defa kendi mucizesini dilemişti. Böyle kaç umutsuz görünen aşkın mutlu sonla bittiğine şahit olmuştu o. İflah olmaz bir sinema tutkunuydu! Mide krampları onu yerden yere vururken, Ayça bir an önce cevap yazsın diye kıvranıyordu. Sancısı dayanılmaz hadde varmıştı ve mantığını dinlemeyip aceleci davranmak, ona ölene dek şiddeti dinmeyen mide ağrılarına malolacaktı. Zaman su gibi akmış; akrep ve yelkovan birbirini kovalarken beklediği cevap bir türlü gelmemiş ve sonunda dünyası başına yıkılmıştı. Umursanmamak onu daha da paralıyordu. Ağlamamak için sıktığı çenesinden kemik sesleri gelene kadar da tek damla yaş akmadı gözlerinden. Kanın tadını dilinde duyup, dudaklarında ıslaklığını hissettiğinde yorganının altına saklandı. Çarşaflar… Umrunda bile değildi.
“Senin ne işin var burada?” diye bağırdı sinirlerini dizginlemeye gerek duymadan. Şeytan, karşısındakinin acı çekmesinden mutluluk duyan ama bunu gizleyebilmek için yapmacık bir keder sergileyerek gösteriş yapan kadınlar gibi sokuldu; arsızca ve yılışık bir tavırla sırnaşıyor ve sanki üzülüyordu.
“Şu haline bak, berbat görünüyorsun; sana krallık vaadettim ama sen kız çocuğu gibi yorganının altında ağlamakla meşgulsün.”
“Beni rahat bırak İblis. Hiç seninle uğraşacak halde değilim.”
Onu kovmaya çalışır gibi davranırken, aslında şu an yalnız kalmaktansa -İblis dahi olsa- yanında konuşabileceği birinin olmasını tercih ederdi. En suskun ağızların bile konuşmak -kimse yoksa- sayıklamak zorunda kaldıkları ızdırapları vardır.
“Herkesten nefret ediyorum, hepinizden…”
Ruhi ve zihni kodları dış dünyayla ve kendi devriyle alabildiğine uyumsuzdu ve insanlarla iletişim kanalları yıllar geçtikçe iyiden iyiye kapanıyordu. Modern toplum kadim bir içgüdüyle olağandışı olanı kendinden soyutlayıp yalnızlığa itiyor, kangrene tutulmuş kol gibi keserek -hiç merhamet etmeden- hayatın dışına atıyordu; bunu da onurlu bir şekilde değil en alçakça metodla, bireyi farklılığından ötürü aşağılayarak yapıyordu. Yasalar adam öldürmeyi mübah saysa idi muhakkak ki bu güruh tüm yalnızları tek tek tespit eder ve onları tamamen yeryüzünden silmeden kıskançlığını söndüremezdi. Sistem katle cevaz vermediği için kanun boşluklarını dolanan sıradanlar sürüsü, yalnızı kahkahalarıyla öldürmeyi seçmişti. Şeytan da bu gerçeği biliyor olmalıydı.
“Benimle uğraşma zaten. Dışarda hayat var, çık gez ve dünyadan payını al! İdealizmin kimseye faydası olmadığını öğrenmen gerekirdi bunca zaman içinde. Neden kendi çağınla inatlaştığını anlayamıyorum. Sen onlar için kafa patlatırken onlar birbirlerinin kafasını patlatmakla meşgul! Gözlerinizi açıp bak, dünyayı savaşlar ve savaşları da kötüler yönetiyor. Ve kadınlar onları seviyor! Sen burada bir böcek gibi büzülüp onun için gözyaşı dökedur, sevgili Ayça’n bile şu an arkadaşlarına onurunu nasıl ayakları altına aldığını anlatıyor. Sana gülüyorlar, bütün okul sana gülüyor, yürüdüğün yollar ve hatta bütün dünya sana gülüyor!”
İblis kararlı bakışlarını yüzüne dikerek Şair’in görmemeye çalıştığı acı gerçekleri sıralarken, o şatosunun geniş balkonundan -yorganının altına gizlendiği her an yaptığı gibi- karanlığı ve yalnızca böylesi zifiri karanlıkta yetişebilen, ayrıca sadece şatosunun civarında görünen ormanını seyre koyulmuştu. Gece bitkileri zehir saçıyordu bugün. Şeytanın kışkırtmasıyla nefretin zirvesine vuran ağaçlar Şair’e -göklere- değin uzanıyordu. Soluk alıp verirken çıkardıkları gürültü, yaralı bir gulyabaninin feryatlarını andırıyor ve Şair’in içinde büyüyen kinle bu ürkütücü sesler, uyum içinde, karşılıklı olarak birbirlerini besliyorlardı. Bir ara İblis’e şöyle bir bakmış bulundu. İlk defa şatosundan karanlığı izlerken ormanından ve hayal kırıklıklarından başka bir varlık Şair’e eşlik ediyordu bu gece. Onun, -tüm hücreleriyle tiksindiği kalabalıkların bildiği haliyle- bir şeytan tanımına uyamayacağı malumdu. Ya kalbini dolduran aşk ve nefret tohumlarından yetişen bir hayal, ormanından kaçarak, şatosuna -yanına kadar- gelmeyi başarmış ya da bizzat ormanı -kalbini işgal eden bütün bu karanlık- artık Şair’le doğrudan bağlantı kuracak kadar büyüyerek şekle bürünmüştü.
“Bu senin, krallığının anahtarı!” diyerek bilindik, metal bir nesneyi Şair’e uzattığında şaşkınlıkla İblis’e dönecek ve hiç de dalga geçer gibi bir halinin olmadığına şahit olacaktı. Evirdi çevirdi. Ne olduğundan kesinlikle emin olmuştu.
“Bir krallık anahtarından ziyade şarap açacağına benziyor!”
“Harika tespit, zeki biri olduğunu biliyordum.”
Kolunu Şair’in boynuna dolarken -bu kez yapaylıktan uzak içten bir hali vardı-, ileri uzattığı diğer kolunu, avuç içi manzaraya dönüktü ve sanki gücü hissetmeye çalışıyordu, Şair’in kalbinde yetişen karanlık filizlerin yarattığı ormanda dolaştırdı bir uçtan diğer uca. Bunu yaparken gururluydu.
“Karanlık tohumların kalbinde nasıl kök saldıklarını görüyor musun? Düşlerinle maddi hayatın acı gerçekleri her çatıştığında yorganın altına sığınarak buna sen sebep oldun. Toplumun bir parçası olmayı reddederek yalnızlığın ruhuna ve kalbine işlemesine yol açtın. Yalnızlık, kavganı yürüttüğün bu yer, yalnızlık senin ormanın, yalnızlık senin kalbin ve -tüm bu karanlığı temsil etmekle yükümlü kılınan ben- fevkalade bir ordu kuruyorum senin için! Dilediğinde tüm dünyayı ayaklarının altına serebileceğin, dilediğinde -bir işaretinle- hepsini canından edebileceğin bir dünya… Ama küçük bir fedakarlığı benden esirgememelisin! Küçücük bir günah… İnan kendini daha iyi hissedeceksin.”
“Nasıl bir günah?”
“Daha doğrusu biz buna armağan diyelim. Dolabında seni bekleyen bir sürpriz. Ben burada bekliyorum.”
“Yorganın altında mı?”
“Acılarınla başbaşa bırakamam. Sana değer veriyorum!”
Merakla yorganını üzerinden atıp mutfağa koştu. Buzdolabının kapağı açılırken ortaya çıkan mütemadi kılıç sesinin damağında bıraktığı melodik tad, -bomboş dolapta yanyana uzanan iki şarap şişesini gördüğünde ortaya çıkan- günah işlemenin dayanılmaz ve şeytani çekiciliğiyle birleşerek, kılıç yarası ve alkol bileşimi ayrı bir lezzete dönüşmüştü dilinde. Şarap kaliteli, Fransız markaydı… Şair, şişeleri kaptığı gibi yorganının altına döndü yine. Şaraba kanmak için sabırsızlanmasına rağmen, kollarını surlara dayamış ve karanlığa bakakalmış olarak duran İblis’e doğru, bir asile yaraşır biçimde, ağır ve ciddi olarak yürümüştü.
“Bunlar çok pahalı olmalı!”
“Elbette çok pahalı… Bazen keşke insanlara parayı öğretmeseydim diyorum. Beni bile kazıklamaya kalkıyorlar. Ama tadı çok lezizdir.”
Usule hakim olduğu her hareketinden belliydi. Yarısına kadar dolu olan kadehini havaya doğru kaldırarak Şair’i onurlandırmayı atlamamıştı.
“Ayaklar altına alınan şerefine içiyorum.”
“Ayaklar altına alınan şerefime…” diyerek tasdik etti onu.
Kadehini bir dikişte içmişti Şair. İblis, içki adabına yaraşır şekilde küçük yudumlarla ilk kadehi bitirdikten sonra devam etmeyecekti. Halbuki başta oldukça hevesli görünüyordu. Ama Şair bu durumdan memnun olmuştu. Hem iki şişe de kendine kaldığı için, hem de sarhoş bir İblis’le uğraşmak istemiyordu. İkinci kadehten sonra kafası iyice ısınmaya başlamıştı ve peltekleşmiş lisanıyla sordu.
“Neden devam etmiyorsun?”
“Bana bu kadar yeter, içkiyle pek aram yoktur zaten; şimdi sözlerime kulak vermeni istiyorum senden. Adım adım kalbine yerleşirken seni iliklerine kadar tanıma fırsatı buldum. Şatonu -zavallılar gibi- ömrünün sonuna dek yorganının altında yaşatamayacak kadar gururlu ve kabiliyetlisin. Meziyetlerini doğru kullanmayı öğrendiğin takdirde, elde edemeyeceğin şey olmadığına emin olmalısın öncelikle.
İnsanlığın başlangıcından beri nice aydınlık kalplerin büyük yaralar alarak karanlığa sığındıklarına tanıklık ettim; bunlardan basit olanları yalnızca kuru bir egoya sahip olmakla yetinerek çirkef haller aldılar, lakin özel olanları vardı ki -hayatlarının bir bölümünde senin gibi insanlardan kopuk olarak yaşamlarını sürdürürken- doğru yöntemlere malik olmakla onları hakir gören bayağı insan kalabalıklarına şatolarından hitap edecek ve mazinin seyrini değiştirerek önemli işlere imza atacak mertebelere ulaştılar. Gelgelelim sana, aşk benim en tatlı günahlarımdan biriyken, sen bunu bile en zavallı bir halet’i ruhiye içerisinde yaşamayı kanıksıyorsun. Hem de yeryüzünde dişi olan her yaratığın güce taptığını bilecek kadar akıllı olduğun halde! Aşkını yansıtırken kullanacağın hal lisanının -seninki gibi- romantik, zayıf ve kuruntulu izlenimler bırakması, dişi varlığa ‘Bana eziyet edebilirsin!’ demekten farksızdır. İnan o da bu fırsatı sonuna kadar kullanacaktır. Zaten aşkla ilgili kesin gerçekler olarak piyasada dolaşan ve hakikat kabul edilen o büyük yalanların hepsi, kadınların erkekleri kölelere dönüştürmek için uydurduğu tuzaklardır. Yapman gereken şey onlara tepeden bakmak ve karşına çıkanı ezip geçmek, böylece senden korkacaklar ve tabiatları gereği zamanla sana saygı duymaya başlayacaklar; karanlığı o denli içselleştirmelisin ki bu korku ve saygı hisleri tapınmaya kadar varabilsin.
Kadınların yaradılışı ile ilgili çok şey biliyorum, ilk kadını dahi yoldan çıkaran ben olmuştum biliyorsun. Bu nedenle tavsiyelerimi can kulağıyla dinlemeni salık veririm. Ürkek ve tedirgin hallerinle onların gözünde değersizleşeceğin muhakkak… Yapmanı istediğim şey çok zor olmasa gerek, çünkü bu senin özünde var: Bencillik ve acımasızlık… Şarabından alacağın her yudum cesaretini biraz daha artıracaktır ve zevkin doruklarında dolaşırken bana şükranlarını sunacağına adım gibi eminim!”
İşini gerçekten layıkıyla yapıyordu İblis. Böylesine rezil haldeyken ihtiyacını derinden duyduğu o doğru motivasyon, şeytanın elinde tuttuğu görünmez bir şırıngadan kanına nüfuz ediyordu. Şehvetle kadehini dudaklarına götürüp yeni doldurduğu şarabını yudumlamaya başladı.
“Biliyor musun, aşkla ilgili düşüncelerin ilham verici; ayrıca bu karanlık ormanımın bana sunacağı o daha kaliteli yaşam düzeyini de görebiliyorum sanki. Ama benim gibi utangaç birinin birgün kitlelere dahi seslenebileceği düşüncesi fazla hayalcilik olur, diye düşünüyorum. Sarhoş olmama rağmen böyle bir olasılığın gerçekleşebileceğine inanmıyorum yazık ki!”

Şeytanın sinsi sinsi sırıttığı gözünden kaçmıyordu. Aldatıldığını hissederek kadehleri şatosundan aşağı fırlattı, onlara ihtiyaç duymuyordu artık. Krallığının anahtarıyla açtığı diğer şişeyi kafasına dikip şaraba doyduğunda iyice sarhoş olmuştu. Siyasi mevzulara girmek de kaçınılmazdı tabii.
“Neden olmasın ki! Ben dünyanın yüksek kürsülerine kurulan o yalancı ve alçak adamlardan daha dürüstüm en azından. Söyleyecek büyük sözlerim de var üstelik! Mesela,
Bir anka kuşu gibi yaktı kendini Şair,
Sevgisiyle beslensin istedi bir yüce ruh,
Her masalda bir parça bulurken ona dair,
Aşkı çirkinleştirdi insanlık denen güruh…
…Sesimi duyurabilecek olsaydım, ahmaklar bir şey yaptıklarını sanarak ve beni yalancı çıkarmak için mankenlerle evlenmeye kalkarlardı, zeka pırıltılarının sadece mizahçılarının beyninde parladığı bir çağdan başka ne beklenirdi ki! Hı!”
İblis, kahkahalar savurarak karnını tutuyordu.
“İşte bu Şair, işte bu. Bitir o şişeleri! İhtiras güçtür…”
Şair’le alay ettiği gün gibi ortadaydı ve bu durum onu -olması gerekenin aksine- çok da rahatsız etmiyordu. Sarhoşlarla herkes dalga geçerdi, bunda kızılacak bir yön bulamıyordu. Yüzü karanlığa dönükken şarabını yudumlayan aşık bir genç adamdı en nihayetinde. Ama saat ilerledikçe içine pişmanlık duyguları sızmaya başlıyordu işlediği günah yüzünden.

Varlığının birbirine hiç karışmayan, muhtemelen de birbirinden bihaber, metafizik savaşlara ev sahipliği yaptığını duyumsayabiliyordu. Bu iç savaşlardan birini bu kadar yoğun yaşarken, İblis’le aşk ve kariyer konusunda fikir alışverişi yapıyor olma sanrısını artık doğal karşılıyordu. Nasıl ki -yorganının altına saklandığında karanlık bir şato olarak beliriveren- kalbinin içine girmesi normal bir şey değil ise, olmaması gereken bir mekanda olduğunu düşündüğü İblis’in de reelde olmaması gerekiyordu aynı şekilde. Zayıflığından istifade ederek onu alkol almaya zorlayan ve böylece inancına ters düşerek ruhsal bir çatışma yaşamasına vesile olan şeytan soyut bir kavram olduğundan, doğal olarak, bu şekilde hayali bir şatoda karşısına da çıkmamış olmalıydı. En azından anormal olmayan çoğunluk, Şair’in yaşadığı benzer olayları bu şekilde değerlendiriyor; muhtemelen de daha kalabalık oldukları için haklı çıkıyorlardı.
“Kendine çok güvenme. Tek kadehte sarhoş oluyorsun, gerçekten var olduğunu düşünmeye başladın. Aksini sana ispatlayabilirim. İki şişeyi de bitirdiğimde uyku bastıracak, ben derin uykuma gömüleceğim ve uyandığımda sen ortalıkta olmayacaksın.”
“Üzgünüm ama ben oyum Şair, diz çökmediği için lanetlenen emekli biriyim. Ama görüyorsun ne kadar haklı olduğumu, sen zayıfsın; en küçük kalp kırıklığında yorganının altına saklanan korkak bir çocuk… Kimse zayıflar önünde diz çökmez. Senin yüzünden cennetten kovulmuş olmam ne kadar trajikomik! Şunu söylemeliyim ki sen olmadan da varlığımı sürdürebildiğim için beni inkar etmeni anlayabiliyorum, ama kendi kalbini de inkar ederek ondan kurtulabileceğini mi sanıyorsun?”
İblis sözlerini bitirir bitirmez, kalbinin üstüne bıçak saplanmış gibi iki elini göğsüne bastırdı Şair. Yüzünden soğuk terler boşalırken,
“Galiba ölüyorum!” diye sayıkladı. Nefes alamıyordu.
“Hayır, ölmüyorsun. Ama sarhoş da olsan politikacılar hakkında konuşurken daha dikkatli olmalısın. Onlara çok şey borçluyuz.”
Duydukları kanını dondurmuş, o krizlerden biri gelmişti yine. Etraftan gelen tüm sesler uğultuya dönüştü. Gözlerinin önü kararıp herşey bulanıklaşmaya başladığında istem dışı elini sigara paketine attı. Yaktığı efsunlu zehirden bir nefes çekti. Birşeyler söylemek istediyse de kelimeler adeta boğazında düğümlenmişti.

***

.Eleştiriler & Yorumlar

:: Tebrikler...
Gönderen: Hilâl Erboyacı / , Türkiye
17 Nisan 2011
İdealizmin kimseye faydası olmadığını öğrenmen gerekirdi bunca zaman içinde. Neden kendi çağınla inatlaştığını anlayamıyorum. Sen onlar için kafa patlatırken onlar birbirlerinin kafasını patlatmakla meşgul! Gözlerinizi açıp bak, dünyayı savaşlar ve savaşları da kötüler yönetiyor. Ve kadınlar onları seviyor! ..... Çok manidardı. Çok kutluyorum Sevgili Umut Salih bey...Sevgi ve selamlarımla...

:: ...
Gönderen: Ömer Faruk Hüsmüllü / , Türkiye
16 Nisan 2011
Kutlarım.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın deneysel kümesinde bulunan diğer yazıları...
Sanat Üzerine...
Sayıklamalar (Platon'u Düşlerken... )

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
"Bastığın Yerleri Toprak Diyerek Geçme Tanı"
Sayıklamalar 3 (Hegel'i Düşlerken)
Damarlarında Dolaşan Yazgı...
Bir İntihar ve Diriliş (Sembolik Öykü)...

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Beyit [Şiir]
Sen Gitme [Şiir]
Bütün Sanatçıları Susturun [Şiir]
Allah'ı Bulmak [Şiir]
Türk Milletinin Evlatlarına... [Şiir]
Şairin Hayatı [Şiir]
Biz... [Şiir]
Aklımdan Geçen Bazı Şeyler [Şiir]
Kıtalar [Şiir]
İtiraf [Şiir]


Umut Salih Tiryakioğlu kimdir?

. . .

Etkilendiği Yazarlar:
..


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Umut Salih Tiryakioğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.