Çirkin ördek yavrusunun hikâyesini bilmeyenimiz yoktur. Anne ördek, kuluçka süresinin sonunda kırılan yumurtalardan çıkan yavrularının arasında o çirkin, rengi ve biçimi diğer yavrularına benzemeyen gri tüylü yavruyu görünce; zamanla değişeceğini umut ederek bekler günlerce. Fakat zaman anne ördeği haklı çıkarmaz. Yavru gün geçtikçe büyür ama diğer ördek kardeşlerine benzeyeceğine gittikçe daha da farklılaşır. Kümesteki büyük küçük bütün ördeklerin alay konusu olur. Hem anne üzülür bu duruma hem kümesteki ‘’herkesin’’ taktığı adla andığımız ‘’çirkin ördek yavrusu’’. Sonunda daha fazla dayanamaz yavrucak, uzaklaşır aile bildiği ördeklerin yaşantısından, yollara vurur kendini. Çevresinde görüp tanımlayamadığı nesneler ve sesler arasında korkuyla gün boyunca yürür. Uzaklarda gölün yüzeyinde süzülen bembeyaz kuğulara hayranlıkla bakıp iç geçirir, çirkinliğini düşünür, utanır kendinden, geride bıraktığı ailesini terk etmekle doğru karar verdiğine bir kez daha inanır. O, yeryüzünün en çirkin yavrusu olmanın utancıyla yapayalnız yaşamalıdır... Derken günler geçer. Kendini suya yakın tutma hatta sudan hiç çıkmadan oynama isteğine kaptırmış, gölde mesut oynaşırken buluşuna ve ördek kardeşleri tarafından çirkin diye küçümsenmesine rağmen, gölün en güzel hayvanları olan kuğuların arkadaşlığıyla ödüllendirilmesine şaştığı günlerden bir gün sudaki aksini görür bir anda ve çığlığı basar sevinçten. Nasıl sevinmesin? O hayran olduğu bembeyaz kuğulardan biri olduğunu görmüştür sudaki yansımasında. Çirkin değildir o, kuğudur. Çocukluğunda bu hikâyeye bel bağlayan ‘’çirkin ördek’’ yavrularından biriydim ben de. Büyüyünce bembeyaz olacağımı sanırdım. Eminim aranızda aynı sanıyı paylaşmış pek çok ‘’çocukluk arkadaşım’’ vardır. Fakat bu hikâyeyi hafızalarımıza tekrar getirmemin nedeni, açtığı kapı sayesinde anılarımıza uzanmak değil, bir olguyu tespit etmem için yardımcı olacağını bilmemdi... Hayvanların yaşamlarını içgüdüleriyle sürdürdüklerini ve şayet içgüdülerinin itkisiyle uyumlu değilse hiçbir şartta çevreye uyum gösteremeyeceklerini anlatan bir hikâyedir (her ne kadar insanları dış görünüşlerine göre değerlendirmemek gerektiğini anlatmak için kullanılsa da) çirkin ördek yavrusunun hikâyesi. Bir kuğu yavrusu ördeklerin yaşam biçimine bile uyum sağlayamaz. Bu hikâye aynı zamanda insanın hayvandan ne denli farklı ya da farklılaşmış olduğunun da hikâyesidir nazarımda. Çünkü insan uyumluluk sayesinde hayattadır ve bu anlamda bir kültür ürünüdür. Hayvanlar arasında hayvan gibi homurdanarak da yaşayabilir insan; oysa insanların arasında yaşamakla hiçbir hayvan (maymun gibi fiziksel donanımı olsa da) insan diliyle konuşamamıştır henüz ya da içgüdülerinin aksi bir yönde yolculuğa yeltenmemiş ve bu yolculuktan yeni donanımlar kazanarak geri dönmemiştir. Bilim adamlarının bu konuda canhıraş bir çaba göstererek maymundan, insana yakın bir yaratık geliştirmeye çalıştıklarını biliyorum ama bununla ne elde etmeye çalıştıklarını, doğayı hâlâ ne diye böylesine zorlayarak bozmaya çalıştıklarını anlamıyorum doğrusu. Ben insanın farklılaşmış bir hayvan türü mü yoksa yaradılış hikâyesinin kanıtı mı olduğu hususunda bir tartışmaya girmektense, insana, hayvandan farklılığının sonucu ve göstergesi olarak bulunduğu yerden bakmanın en doğrusu olduğunu, aynı zamanda onu bir alt seviyeden çağırmak yerine bir üst seviyeye davetten kazanç elde edebileceğimizi düşünüyorum.
Geçmişte neydim bilmiyorum ama şu an ‘’insan’’ olmak için, insani değerlerime sahip çıkmak için mücadele ettiğimi ve bu mücadelenin başarıyla sonuçlanabilmesi için kendimi hayvanlaştırmak yerine insanlaştırmak idealiyle yönlendirmenin daha faydalı olacağını bilimsel tezlerin ışığında biliyor ve inanıyorum.
Ben çirkin ördek yavrusu olabilirim ama bembeyaz bir kuğu da olabilirim.
Ve kuğu olmayı seçiyorum. Beyazlığa öykünmem kültürel olsa da.
Nilüfer Aydur