Hiçbir kış sonsuza dek sürmüyor, hiçbir ilkbahar uğramadan geçmiyor. -Hal Borland |
|
||||||||||
|
Kur’an-ı Kerim, insanın yaratılış sürecini detaylı bir şekilde açıklar. Allah, önce insanın bedenini yaratmış, ardından ona ruhundan üflemiştir: “Hani Rabbin meleklere demişti: ‘Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım. Ona bir biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üflediğimde hemen ona secde ederek (yere) kapanın.’” (Hicr Suresi, 28-29). Bu ayet, insanın değerini ve üstünlüğünü yalnızca maddi yapısından değil, Allah’ın ruhundan aldığı ilahi nefeste bulduğunu göstermektedir. İnsan, ruh ile düşünme, hissetme, sevme ve irade sahibi bir varlık hâline gelir. Secde emri de bu ruhun insana kattığı ulvi değer sebebiyledir. İnsan, kendisine verilen bu ilahi nefes sayesinde kendi varlığının farkına varır. Ruh, insana "ben" diyebilme yetisi kazandırır. Secde Suresi’nde bu durum şu şekilde ifade edilir: “Sonra onu ‘düzeltip bir biçime soktu’ ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz?” (Secde Suresi, 9). Ancak insanoğlu, ruhun bu ulvi kaynağını unutup kendisini bağımsız bir varlık gibi algılayabilir. Oysa Kur’an, insanın mutlak bir varlık olmadığını ve yalnızca Allah’a bağımlı bir gölge varlık olduğunu açıklar: “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (İnsan Suresi, 30). Ruh, insana varlığı ve evreni algılama imkânı sunar. Ancak bu algı, sadece fiziksel bir süreç değildir. Örneğin, gözlerimizle gördüğümüzü düşündüğümüz şeyler aslında ruhun bir yansımasıdır. Gözler, fotoreseptör hücrelerden oluşur. Bu hücreler görüntüyü fiziksel olarak algılar, ancak "gören" asıl varlık ruhun kendisidir. Göz ya da beynin kendisi bilinçli değildir. Bu durum, felsefi açıdan da ele alınmıştır. Bertrand Russell, “Rölativite’nin Alfabesi” adlı eserinde şöyle der: "Madde genel olarak bir oluşlar grubu olarak yorumlanacaksa, bunu göze, optik sinire ve beyne de uygulamak gerekir.” Ruh, Allah’ın insana bahşettiği en büyük lütuflardan biridir. İnsanın bedeni, Allah’ın yarattığı bir araçtır; fakat hakikati ruhundadır. Allah, insanı bir sanat eseri olarak yaratırken, ona bir ruh vererek kendisinin tecellisini insanın içinde barındırmıştır. Kur'an, ruhun kaynağına ve hakikatine dair şu ayeti sunar: “Her türlü övgü, gökleri ve yeri yaratan, derin karanlığı ve (parlak) aydınlığı var eden Allah’a özgüdür.” (En’am Suresi, 1). Ruh, sadece insanın değil, tüm varlıkların hakikatini anlamada bir anahtardır. Allah’ın yarattığı ruh, farklı varlıklardan bakıldığında farklı algılar oluşturabilir. Ruh, insandan bakıldığında insan, melekten bakıldığında melek gibi hisseder. Ancak ruh, ne insandır, ne melek ne de başka bir varlık; ruh sadece Allah’ın bir tecellisidir. Bu durum, ilahi bir sanatın eseri olan kâinat kitabında okunabilir: “Yeryüzünde bulunan her şey yok olacak, ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabb’inin vechi bâki kalacak.” (Rahman Suresi, 26-27). İnsan, kendisine verilen ruhla Allah’ın yaratma sanatını müşahede eden bir varlık hâline gelmiştir. Bu bilinçle insanın görevi, Allah’a şükretmek ve ona kulluk etmektir. İnsan ruhunun varlığı, Allah’ın varlığını ve kudretini anlamanın bir yoludur: “O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır.” (Kasas Suresi, 88). Ruh, Allah’ın insana verdiği en büyük lütuflardan biridir. İnsan, maddi bir bedene sahip olsa da hakikati ruhunda saklıdır. Ruh, insanın Allah’a yakınlaşmasının bir vesilesidir ve bu yakınlık, insanın kendisini ilahi tecellilerin bir yansıması olarak görmesini sağlar. Bütün övgüler Allah’adır çünkü hakikatte ondan başka varlık yoktur. Bu hakikati kavrayan insan, dünyanın faniliğini anlar ve ruhun ebediliğine yönelir. Allah, insana ruh ile bilinç, akıl ve irade vermiştir. Bu bilinçle insan, yaratıcıyı tanır ve ona kulluk eder. Çünkü ruh, insanın Allah’ın varlığını idrak eden, O’na yönelen ve O’nu tesbih eden bir aynasıdır. İnsanın aynada gördüğü kendi özün değildir. İnsan, maddi bedeniyle özdeşleşmemelidir, çünkü bedenin ötesinde bir varlık olan ruh, gerçek kimliği oluşturur. İnsan, aynada gördüğü bedenine aşırı değer vererek, onunla özdeşleşmemelidir. Ruh, bedenin geçici ve fani yapısının ötesinde, ebedi bir varlıktır. Kur'an, insanın dünya hayatındaki varlığını ve onun sonrasını şöyle ifade eder: “O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır.” (Kasas, 28:88). Bedenin sadece bir araç olduğunu ve insanın esas kimliğinin ruh olduğuna dair anlayış, insanın dünya ve ahiret perspektifini doğru bir şekilde kavramasına yardımcı olur. İnsanın aynada gördüğü onun ruhsal özün değildir. Bu beden, Allah’ın ona verdiği bir emanettir. Bu emaneti doğru bir şekilde kullanmak, Allah’a olan sorumluluğumuzdur. Dünya, ruh sahibi olanlar ve ruh sahibi olmayanlar olmak üzere iki sınıfa ayrılmıştır. Ruh sahibi olanlar cennet ehli, ruh sahibi olmayanlar ise cehennem ehli olarak nitelendirilir. Peki, ruh nedir? Ruh, Allah tarafından seçilmiş kullarına bahşedilmiş bir armağan ve bir izleme mekanizmasıdır. Ruh sahibi insanlar, 180 derecelik bir alanda Allah’ın takdir ettiği görüntüleri izler ve bu görüntülere müdahale edemezler. Bu durum, mutlak kontrolün yalnızca Allah’a ait olduğunu bir kez daha gösterir. Ruh, Allah’ın kudretini, sanatını ve rahmetini gözlemleyen bir varlıktır. İnsan, pencereden bakıp izlediği şeylerin hiçbirine sahip değildir; her şey Allah’ın mülküdür. Bu hakikat, Kur’an’da şu şekilde ifade edilmiştir: > “... Allah, gerçekten kullara zulmedici değildir.” (Âl-i İmrân, 3:182) Ruh sahibi bir insanın dünya hayatı sona erdiğinde, ruhu bir boyut değiştirir. Bu boyut değişikliği, mekânsal bir geçişten ziyade, görüntülerin niteliğinde ve niceliğinde bir değişimdir. Ölüm meleği, ruh sahibine dünya hayatının bittiğini bildirir. Ardından, kıyametin kopuşuna ve mahşer boyutuna tanıklık eder. Cennet ehlinden olan ruh sahipleri, bu süreç boyunca huzur ve soğukkanlılık içinde görüntüleri izlerler. Ruhsuzlar ise cehennem ehli olarak tanımlanır. Ancak bu varlıklar acı hissetmez ve pişmanlık duyamazlar. Cehennem ehli, dışarıdan bakıldığında acı çekiyor gibi görünebilir, fakat Kur’an’ın bildirdiği üzere Allah hiçbir kuluna zulmetmez. Bu durum, şu ayetle desteklenir: > "Ve andolsun ki biz cehennem için birçok cin ve insan yarattık; onların kalpleri vardır, fakat onlarla anlamazlar; onların gözleri vardır, fakat onlarla görmezler; onların kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha sapkındırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridir."(A'raf Suresi 179. ayet) Ruhsuzlar, sadece gözlemci bir ruh sahibinin onları izlediği anlarda var olurlar. Bunun dışında yokturlar. Bu hakikat, modern kuantum teorileriyle de örtüşmektedir: > “Eğer ona bakan bilinçli bir kişi bulunmuyorsa, zaman mekân kavramı içinde hiçbir obje yoktur.” (Amit Goswami, Penguin Books, 1995, s. 59-60) Cennet ehli için cehennem ehlinin hâli, bir ibret ve şükür vesilesi olacaktır. Cennet ehli, cehennem ehline bakarak Allah’a olan minnettarlığını artırır ve nimetlere daha çok şükreder. Bu durum, şu ayetle ifade edilmiştir: > “Yeryüzünde bulunan her şey yok olacak, ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabb’inin vechi bâki kalacak.” (Rahmân, 55:26-27) Vahdet-i vücud felsefesiyse yanlış bir anlayıştır. Allah’ın zatı ve tecellileri birbirinden ayrıdır. Güneş ve onun ışığı arasındaki fark gibi, Allah’ın yarattığı varlıklar da Allah’ın zatının bir parçası değildir. Allah'ın tecellileridir. Bu gerçek Kur’an’da şu şekilde vurgulanır: > “O’nun zatından başka her şey yok olacaktır.” (Kasas, 28:88) “O’nun benzeri bir şey yoktur.” (Şûrâ, 42:11) Ruh sahibi insan, Allah’a kulluk etmek için yaratılmıştır. Ruh, insanın gözlerinden Allah’ın sanatını temaşa eder. İnsan, bu hakikati anlamalı ve her an şükretmelidir. Ruhsuz bir varlık ise bu ilahi sanatın farkına varamaz ve hakikate tanıklık edemez. Kur’an, müminlere yönelik şu mesajı vermektedir: > “Ey insanlar! Allah'ın size olan nimetlerini anın. O’ndan başka sizi gökten ve yerden rızıklandıracak bir ilah var mı? O’ndan başka ilah yoktur. O halde nasıl çevriliyorsunuz?” (Fâtır, 35:3) Ruh, Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük nimetlerden biridir. İnsan, bu nimetin farkına varmalı ve her an Allah’a şükretmelidir. Ruhsuz varlıklar ise sadece birer ibret vesilesidir. İnsan, dünyadaki görevlerini yerine getirirken Allah’ın ilahi sanatını anlamalı ve hayatını bu hakikat doğrultusunda düzenlemelidir. Allah’ın kudretine ve rahmetine olan inançla, ruh sahipleri cennet nimetlerine kavuşacak, ruhsuzlar ise sadece ibret vesilesi olarak varlıklarını sürdürecektir. > “Şüphesiz ki Allah bütün âlemlerden müstağnidir.” (Ankebût, 29:6) Kur’an’daki bir başka önemli öğreti ise Kehf Suresi’nde geçen bir olayda ortaya çıkar. Çocukların ruhsal varlıkları ve onların doğalarıyla ilgili derin bir anlam taşır. Bu ayetlerden biri şu şekildedir: “Ve onlar bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürdü.” (Kehf, 74). Bu ayetteki öldürülen çocuk, ruhu olmayan bir varlıktır. Çünkü ruh, insanın varlık âlemindeki Allah’ın sonsuz tecellilerini müşahede etmesi ve yaratılışa şahitlik etmesi için gözlerden bakar. Çocukların ölümünün ardından ruhlarının var olmadığı gerçeği, insanların ölüm ve yaşam anlayışlarına dair önemli bir açıklama sunar. İslami öğretilere göre, ruhun varlığı, Allah’ın takdirine bağlıdır ve bazı varlıkların ruhu yoktur. Ölen çocuklar, henüz olgunlaşmadıkları için, onların varlıkları sadece maddi bir seviyededir. Ruhsuz varlıklar, gözlemci bir ruh sahibi tarafından izlenmediği sürece varlıkları yoktur. Bu, modern kuantum teorileriyle de örtüşmektedir. Amit Goswami, kuantum fiziğinin temellerine dair yazdığı eserinde şöyle bir görüş sunar: “Eğer ona bakan bilinçli bir kişi bulunuyorsa, zaman mekân kavramı içinde hiçbir obje yoktur.” (Amit Goswami, Penguin Books, 1995, s. 59-60). Bu açıklama, ruhsuz varlıkların sadece gözlemci bir bilinç tarafından fark edildiğinde var olduklarını ifade eder. Ruhsuz insanlar dışarıdan bakıldığında acı çekiyor gibi görünse de, aslında onlar gerçek bir varlık olarak var değildirler. Çünkü onların ruhları yoktur. Ölen çocukların ruhu yoktur, çünkü onlar henüz Allah’a kulluk etme bilincine sahip olmadan dünyadan ayrılırlar. Ruh sahibi olanlar ise Allah’ın kudretini ve rahmetini gözlemler ve bu hakikatleri anlamaya çalışarak, hayatlarını düzenlerler. Ruh, sadece gözlemler ve tefekkürler aracılığıyla varlığını ve gerçekliğini gösterir. Allah’ın zatı, yarattığı hiçbir şeye benzemez. Bu hakikati Kur’an şöyle ifade eder: "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir." (Şûrâ Suresi, 11. Ayet). Bu ayet, Allah’ın yaratılmışlardan tamamen farklı olduğunu ve yaratılmışların da Allah ile bir olmadığını açıkça bildirir. Allah, yarattığı tecelliler âleminden müstağnidir. Tecelliler, Allah’ın zatı değil, onun yaratmasıdır ve bu nedenle varlık âleminde birlik yoktur. Kur’an, varlık âleminin aslında bir hayal ve görüntüden ibaret olduğunu vurgular. Maddi bir yapısı olmayan bu görüntü âleminde, sebep-sonuç ilişkisi dahi bir yanılsamadır. Furkan Suresi’nde bu hakikate şu şekilde işaret edilir: "Rabbini görmedin mi, gölgeyi nasıl uzatıvermiştir? Eğer dilemiş olsaydı onu durgun kılardı. Sonra biz güneşi ona bir delil kılmışızdır." (Furkan Suresi, 45. Ayet). Burada Allah, önce gölgeyi yaratır, sonra sebep olan Güneş’i yaratır. Bu düzen, Allah’ın mutlak kudretini ve insan aklının sınırlı kavrayışını ortaya koyar. İnsan, varlık âleminde gördüğü her şeyin maddi bir gerçekliği olduğunu zanneder; oysa su, çöl ve diğer maddi görünen her şey bir hayaldir. Ruh, Allah’ın yarattığı bir varlıktır ve tecelliler âleminde kendine has bir varlık biçimiyle hareket eder. Allah’ın ruhu, hayali izleyen ve anlamlandıran bir varlık olarak tanımlanır. Kur’an, ruhun mahiyetini şu şekilde bildirir: "Sana ruhtan soruyorlar. De ki: 'Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.'” (İsra Suresi, 85. Ayet). Ruh, Allah’ın yaratmasıdır ve meleklerden farklıdır. Melekler ve ruh, Kur’an’da farklı varlıklar olarak ele alınır: "Melekler ve ruh, O'na bir günde çıkabilmektedir ki o günün süresi elli bin yıldır." (Meâric Suresi, 4. Ayet). Eğer ruh, Cebrail isminde bir melek olsaydı, ayette melekler ve ruh diye ayrı bir vurgu yapılmazdı. Kur’an’da geçen Ruhü’l-Kudüs ve Ruhü’l-Emin ifadeleri, geleneksel anlayışta sıklıkla Cebrail ile özdeşleştirilmiştir. Ancak ayetlerde bu kavramların Allah’ın ruhunu nitelediği görülmektedir. Şu’arâ Suresi’nde bu gerçek şöyle ifade edilir: "Onu Ruhu'l-emin indirdi. Uyarıcılardan olman için, senin kalbinin üzerine (indirmiştir)." (Şu’arâ Suresi, 194. Ayet). Nahl Suresi’nde ise vahyi indirmenin Ruhü’l-Kudüs’e ait olduğu belirtilir: "De ki: 'İman edenleri sağlamlaştırmak, Müslümanlara bir müjde ve hidayet olmak üzere, onu (Kur'an'ı) hak olarak Rabbinden Ruhu'l-Kudüs indirmiştir.'" (Nahl Suresi, 102. Ayet). Bu ayetler, Allah’ın ruhunun vahyi getirdiğini, geleneksel anlayışın aksine Cebrail’in bu süreçte bir aracı olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. İnsan, tecelliler âlemindeki görüntüleri izlerken, benlik hissine kapılır. Oysa bu benlik, nefsin bir yanılsamasıdır. Kur’an’da nefis, fücura ve takvaya eğilimli bir varlık olarak tanımlanır: "Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü), ve ondan sakınmayı ilham edene andolsun." (Şems Suresi, 7-8. Ayetler). İblis’in yanılgısı da bu enaniyet kaynaklıdır. Kendini merkeze koyarak Allah’ın adaletine şüphe düşürmüştür. A’raf Suresi’nde bu kıssa şöyle aktarılır: "Derken şeytan, kötülüklerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi. Rabb’iniz size şu ağacı melek/melik olmayasınız veya ölümsüz olmayasınız diye yasakladı, dedi." (A’raf Suresi, 20. Ayet). İblis, insanoğlunu Allah’ın aleyhine düşünmeye sevk ederken, insanları maddi dünya ile aldatır. Oysa Allah’ın mülkünde hiçbir şey insana ait değildir ve insan, Allah’ın tecellilerinden ibarettir. Varlık âlemi, Allah’ın ruhunun izlediği görüntülerden ibarettir. İnsan, bu hakikati kavradığında, benliğini aşar ve Allah’a teslimiyetin huzuruna erer: "Onlar, iman eden ve Allah’ı anmakla gönülleri huzur bulan kimselerdir. Bilin ki kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle huzur bulur." (Ra’d Suresi, 28. Ayet). Allah’ın ruhunun tekliği, varlık âlemindeki tüm görüntülerin aslında Allah’ın ilminin yansıması olduğunu gösterir. Ruhun izlediği bu tecelliler, insana varlık âlemine dair derin bir bakış kazandırır ve insanı mutlak gerçekliğe, yani Allah’a yöneltir. Bu anlayış, insana, Allah’a kulluk etmenin ve O’nun mülkünde bir tecelli olarak var olmanın huzurunu yaşatır. İslam’da, özellikle geleneksel düşüncede, bazı kavramlar ve terimler zamanla yanlış anlaşılmış veya çeşitli eklemelerle çarpıtılmıştır. Bu kavramlardan biri de “Ruhü'l-Kudüs” ve “Ruhü'l-Emin” ifadeleridir. Geleneksel tefsirlerde, bu ifadelerin genellikle Cebrail’e (Gabriel) atfedilmesi, Kur'an’ın temel mesajından sapmalara yol açmaktadır. Kur'an'da geçen “Ruhü'l-Kudüs” ve “Ruhü'l-Emin” ifadeleri, genellikle bir melek olan Cebrail ile ilişkilendirilse de, bu doğru bir iddia değildir. Ruhü'l-Kudüs, kelime anlamı itibariyle "Kutsal Ruh" veya "Yüce Ruh" anlamına gelir. "Kudüs" kelimesi, Arapçadaki "kuds" kökünden türetilmiş olup, "kutsal", "temiz" ve "yüce" anlamlarına gelir. Ruhü'l-Kudüs, Allah’ın yüce sıfatlarından biri olarak, saf ve tertemiz bir ruhu ifade eder. Kur'an'da bu terim, Allah'ın özünden bir parça olarak değil, O'nun sıfatlarının bir tecellisi olarak kullanılır. Kur'an'da, Ruhü'l-Kudüs'ün Cebrail’le ilişkilendirilmesi geleneksel bir anlayış olsa da, bu bir yanlış anlamadır. Zira, Kur'an’da Ruhü'l-Kudüs’ün doğrudan bir melek olarak tanımlandığına dair hiçbir belirti yoktur. Aksine, Ruhü'l-Kudüs Allah’ın manevi bir sıfatıdır ve insanlara vahiy getiren bir melekten ziyade, Allah’ın her işinde kendisini gösteren bir özelliktir. Örneğin, Kadr Suresi'nde geçen “Melekler ve ruh, onda Rablerinin izniyle her bir iş için inerler” (Kadr Suresi, 4. Ayet), Ruhü'l-Kudüs'ün Cebrail’le ilişkilendirilemeyeceyeceğini, onun bir melekten çok daha öte bir kavram olduğunu işaret eder. Eğer Ruhü'l-Kudüs bir melek olsaydı, bu ayetlerde meleklerin ve ruhun birlikte inmelerinin anlamı farklı olurdu. Ruhü'l-Emin terimi, "Güvenilir Ruh" olarak çevrilebilir. Bu da Allah’ın, kullarına güvenle yönlendirdiği ve vahiy taşıyan manevi bir özelliğidir. Kur'an'da, Ruhü'l-Emin özellikle resullerin kalbine ilahi mesajları aktaran bir güç olarak öne çıkar. Şu’arâ Suresi’nin 194. ayetinde yer alan, “Onu Ruhu'l-emin indirdi. Uyarıcılardan olman için, senin kalbinin üzerine (indirmiştir)” ifadesi, vahyi Allah’ın Ruhunun taşıdığına işaret eder. Burada Ruhü'l-Emin, tefsirlerde vahiy meleği olarak tanımlanmış olsa da, bu ruh bir melekten daha çok, Allah’ın elçisi olan Nebimiz Muhammed'e doğru ilahi bilgiyi taşıyan bir manevi özelliktir. Kur'an’daki “Ruh” kelimesi, maddi bir varlık ya da melekten bağımsız olarak, ilahi bir sıfat ya da güç olarak kullanılır. Bu durumda, Cebrail gibi bir melekle ilişkilendirilmesi doğru değildir. Cebrail kelimesi, Arapçadaki “cebr” (zorlamak) ve “iyl” (Allah’ın ismi) kelimelerinden türetilmiştir. Dilbilimci Ragıb el-İsfahani, “cebr” kelimesinin, "zorla yaptıran" anlamını taşıdığını belirtmiştir. Allah Cibril ile yani vahiy ile toplumların itikadını ve sosyal hayatını ıslah eder, onarır. Bu sebeple Kur'an’da "Ruhü'l-Kudüs" ve "Ruhü'l-Emin" gibi terimler, maddi varlıklar ya da meleklerle doğrudan ilişkilendirilmemelidir. Aksine, bu terimler, Allah’ın yüce sıfatları olarak, her türlü kötülükten arınmış ve Allah’a yakın olan manevi bir gücü ifade eder. Kur'an'da, ruh ve melekler arasındaki ilişkiyi anlamak için birkaç önemli ayeti gözden geçirebiliriz. Nahl Suresi’nin 102. ayetinde, “De ki: ‘İman edenleri sağlamlaştırmak, Müslümanlara bir müjde ve hidayet olmak üzere, onu (Kur'an’ı) hak olarak Rabbinden Ruhu'l-Kudüs indirmiştir’” ifadesi, vahyin, Allah’ın Ruhü'l-Kudüs tarafından indirildiğini vurgular. Bu, Ruhü'l-Kudüs’ün bir melekten çok, Allah’ın bir sıfatı ve vahyin taşıyıcısı olduğunun altını çizer. Bakara Suresi’nin 253. ayetinde ise, “Meryem oğlu İsa'ya apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs'le destekledik” denir. Burada Ruhü'l-Kudüs, İsa'ya indirilen ilahi güç ve destek olarak tanımlanmıştır. Bu, bir meleğin ötesinde, bir ruhani gücün etki alanını gösterir. Ruhü'l-Kudüs ve Ruhü'l-Emin, Kur'an'da, bir melekten ya da maddi varlıktan ziyade, Allah’ın yüce sıfatlarının bir tecellisi olarak kullanılmaktadır. Geleneksel İslam düşüncesinde, bu kavramlar Cebrail’le ilişkilendirilse de, Kur'an’ın orijinal metnini ve anlamını dikkate aldığımızda, bu yorumların yanlış olduğunu görmekteyiz. Allah’ın Ruhunun sıfatları olarak, bu ifadeler, insanlara ilahi hikmet ve vahiy sunan manevi bir güçten bahseder. Bu nedenle, Ruhü'l-Kudüs ve Ruhü'l-Emin gibi kavramları bir melekle ilişkilendirmek, Kur'an’ın derin anlamını çarpıtan bir yaklaşım olacaktır. Ruh, insanın dünya ile kurduğu ilişkiyi anlamlandıran temel güçtür. Bilinç, ruhun bir tezahürü olarak insanın dış dünyayı algılamasını sağlar. İnsan, yalnızca bedensel algılarıyla değil, aynı zamanda ruhsal algılarıyla dünyayı deneyimler. Bu durum, insanın nihai sonunu, yani cenneti veya cehennemi belirler. Kur’an’da bu durum Secde Suresi’nin 9. ayetinde şöyle ifade edilir: > “Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz!” Ruh, insana verilen bir emanettir ve bu emanet, insanın ahlaki ve manevi gelişiminde belirleyici bir rol oynar. Modern bilimde, özellikle kuantum fiziğinde yapılan araştırmalar, ruh kavramıyla derin bir ilişki kurar. Kuantum mekaniği, fiziksel gerçekliğin gözlemciye bağlı olarak şekillendiğini ortaya koyar. Eugene Wigner gibi fizikçiler, bilincin gerçeklik üzerindeki rolünü vurgulamış ve fiziksel dünyanın, gözlemcinin algılarıyla dinamik bir şekilde şekillendiğini ileri sürmüştür. Bu anlayış, ruhun bir gözlemci olarak fiziksel dünyayı deneyimlemesini ve şekillendirmesini destekler. Kur’an’daki yaratılış ayetleri de bu bilimsel anlayışla paralellik gösterir. Örneğin, Hadid Suresi’nin 22-23. ayetlerinde, insanın başına gelen her şeyin önceden yazılı olduğu belirtilir: > “Yeryüzünde olan ve nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır. Öyle ki, elinizden çıkana üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız.” Bu ayet, insanın kaderi ve bilinçli varlığı arasındaki bağı gösterirken, ruhun fiziksel gerçeklik üzerindeki etkisini de açıklar. İnsanın ruh sahibi olması, onu Allah’a yakınlaştıran bir özelliktir. Ancak, ruhsuz olan insanlar, Kur’an’a göre Allah’ın rahmetinden uzak olanlardır. Fussilet Suresi’nin 20-22. ayetlerinde, cehennemlik insanların ruhsuz halleri şöyle anlatılır: > “O gün, cehenneme sunuldukları zaman: ‘Ey Rabbimiz! Bizi çıkar da, daha önce işlediğimiz salih amelleri yapalım.’ derler. ‘Size dünyada bir ömür verdik mi? Hem de sizi öğüt alıp düşünüp ders almanız için peygamberler gönderdik. O hâlde tadın. Artık zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.’” Ruhsuzluk, insanın manevi anlamda çöküşünü temsil eder. Bu kişiler, yalnızca maddi dünyaya sıkışmış, manevi boyuttan yoksun bir varoluş sergiler. Kur’an, ruhun sırlarına dair sembolik anlatımlar sunar. Secde Suresi’nin 9. ayeti, ruhun yaratılışındaki derin manayı şu şekilde ifade eder: > “Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz!” Ruh, Allah’ın bir tecellisidir ve insanı diğer varlıklardan ayıran en temel özelliktir. Allah’ın insana üflediği ruh, insana bilinç, ahlak ve iman gibi manevi değerleri kazandırır. İnsan, Allah’ın ona verdiği ruhla dünyayı algılayan ve deneyimleyen bir varlıktır. Ruh sahibi insanlar, Allah’ın rahmetine mazhar olacak ve cennette sonsuz nimetlere kavuşacaktır. Ruhsuz insanlar ise, cehennemde Allah’ın rahmetinden mahrum kalacaklardır. İnsan, bu dünyada ruhunun farkına varmalı ve onu Allah’ın yolunda kullanmalıdır. Kur’an’da insanın yaratılışına dair anlatılar, ruh kavramının önemini ortaya koyar: "Ona şekil verdiğim ve ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın" (Hicr Suresi, 29). Allah’ın, Âdem’e ruhundan üflemesiyle, Âdem’in diğer yaratılmışlardan ayrıştığını ve değer kazandığını görmekteyiz. Ruh, insanın varoluşunda ilahi bir bağdır ve bu bağ, insana akıl ve irade gibi yetenekler bahşeder. Ancak bu yetenekler, insanın kendi çabasıyla değil, doğrudan Allah’ın takdiriyle kazanılır. Ruh ve akıl, insanın gördüğü, duyduğu ve anladığı her şeyde temel rol oynar. Bu bağlamda, Kur’an şöyle buyurur: "İnkâr edenlerin örneği, bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyen haykıranın örneği gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler" (Bakara Suresi, 171). Bu ayet, ruhun ve aklın bir insan için ne denli hayati olduğunu gözler önüne serer. Ruh, insanın sadece duyularla algıladığı maddi dünyayı değil, aynı zamanda manevi hakikatleri de idrak etmesini sağlar. Şeytan, insanın ruh ve akıl bağını zayıflatmaya çalışan bir düşmandır. Allah, bu düşmanlığı açıkça bildirmiştir: "Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır" (Fatır Suresi, 6). Şeytanın insana olan düşmanlığı, ilahi bir imtihanın parçasıdır. İblis, insana negatif düşünceler telkin ederek onu hakikatten uzaklaştırmaya çalışır. Ancak bu vesveseler, insanı Allah’a daha fazla yakınlaştırmak için bir fırsattır. Kur’an’da bu konuda şöyle buyrulur: "Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir" (Araf Suresi, 200). Şeytan, hakikatte bir varlık olarak değil, insanın fikir dünyasına girerek etkisini gösterir. Şeytan, insanın kalbine vesvese verir; ancak bu vesveseler, ruh sahibi bir insanın Allah’a olan yakınlığını artırır. Allah’ın yarattığı her şey gibi, şeytanın varlığı da insana bir hikmet taşır. Ruh, ilahi hakikatleri görme ve anlama kapasitesine sahiptir. Ancak bu kapasite, maddi bedenin sınırlarını aşar. Said Nursi’nin ifadesiyle: "Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder." Bu bakış açısıyla ruh, Allah’ın tecellilerini seyreder ve bu tecelliler aracılığıyla ilahi hakikati idrak eder. İnsan, bu idrakle dünya hayatındaki imtihanını anlamlandırabilir. Kur’an’da, ruhun Allah’ın varlığına ve birliğine tanıklığı şu şekilde ifade edilir: "Dediler ki: 'Her şeye nutku verip konuşturan Allah, bizi konuşturdu" (Fussilet Suresi, 21). Ruh, Allah’ın tecellilerini görür ve bu tecelliler insanın yaratılış amacını kavramasına vesile olur. İnsanın, ruh ve beden arasındaki ilişkiyi kavraması, hakiki benliğini anlamasıyla mümkündür. Kur’an, bu konuda insanın sahiplik iddialarını şu şekilde eleştirir: "Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır" (Saffat Suresi, 96). İnsan, bedenini ve ruhunu kendine ait zanneder; ancak hakikatte, her şey Allah’a aittir. Bu idrake ulaşan bir insan, tevhit bilinciyle hareket eder ve sahiplik iddiasından uzaklaşır. Ruh ve akıl, insanı diğer varlıklardan ayıran ilahi nimetlerdir. Bu nimetler, Allah’ın insana verdiği değer ve sorumluluğun göstergesidir. İnsan, ruhuyla Allah’a yakınlaşır, aklıyla hakikati idrak eder ve şeytanın vesveselerine karşı koyar. Kur’an’ın rehberliğiyle ruh ve akıl arasındaki ilişkiyi anlamak, insanın hayatını anlamlandırmasında ve imtihanını başarıyla tamamlamasında yol göstericidir. İnsanın gerçek dostu yalnızca Allah’tır ve her an O’na yönelmek, hakikatin kapılarını aralamak için bir fırsattır: "Kendisini tek olarak yarattığımı Bana bırak" (Müdessir Suresi, 11). Allah’ın insan üzerindeki tecellilerini idrak etmek, ruhun ve aklın ilahi birer emanet olduğunu kavrayarak yaşamakla mümkündür. Bu anlayış, insanı hakikate ulaştırır ve ebedi saadete götürür. Beden, insanın dünyadaki fiziksel varlığını temsil eder. Ancak bu varlık, ölümle birlikte tamamen yok olur. Nitekim Yüce Allah, Saffat Suresi 96. ayetinde şöyle buyurur: "Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır." Bu ayet, insanın yaratılışındaki hikmetin yalnızca bedene dayalı olmadığını, insanın varlığının Allah'ın iradesinin bir tecellisi olduğunu hatırlatır. Ölümden sonra beden toprağa karışır ve hiçbir atomu bile kalmaz. Eğer "ben" dediğimiz şey sadece bedenimiz olsaydı, ölümle birlikte varlığımızın tamamen yok olması gerekirdi. İnsanın asıl kimliği ruhunda saklıdır. Ruh, Allah'ın insana üflediği kutsal bir emanettir. Bu gerçek, Bakara Suresi 255. ayetinde şöyle ifade edilir: "... Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar..." Ruh, Allah'ın ilminden bir parça olup, insanın varlık âleminde Allah'ın isimlerini ve tecellilerini anlamasını sağlar. Ancak ruh dahi insana ait değildir. İnsan, ruhuna "ben" der, ancak bu "benlik", Allah'ın mutlak mülkiyeti altındadır. Said Nursi’nin ifadesiyle: "Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder." Ruh, Allah'ın çeşitli isimlerinin ve sıfatlarının bir tecellisi olarak, dünyayı ilahi bir pencere üzerinden izler. İnsanın ruhunun Allah'a ait olduğunu anlaması, onu kibirden ve enaniyetten uzaklaştırır. Ancak İblis ve onun takipçileri bu gerçeği inkâr ederek, insanı yanıltmaya çalışır. Nisâ Suresi 118. ayetinde bu durum şöyle ifade edilir: "Allah, onu lanetlemiştir. O da (şöyle) dedi: 'Andolsun, senin kullarından 'miktarları tespit edilmiş bir grubu' (kendime uşak) edineceğim." İblis’in amacı, ruhsuz insanları kendi etkisi altına alarak cehenneme sürüklemektir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken, İblis’in dahi bu rolünün Allah tarafından takdir edilmiş olmasıdır. İblis, kaderin bir parçası olarak, "ruhsuz" denilen insanların ebedi azap yurdunda yerlerini almasına vesile olur. Ruh, ölümle birlikte boyut değiştirir ve ahiret âlemine geçer. Nâzi’ât Suresi 2. ayetinde müminlerin ruhunun nasıl alındığı şöyle belirtilir: "Yumuşacık çekip alanlara..." Müminler için ölüm, acı veren bir süreç değil, bir perde değişimidir. Dünya hayatı bir rüya gibi sona ererken, ahiret âlemi daha net ve gerçekçi bir şekilde kendini gösterir. Bu, Allah'ın insanı sınadığı bir görüntü âlemi olduğunu hatırlatır. Hayat, Allah’ın insan için yazdığı bir senaryodan ibarettir. Bu senaryoda başrol oyuncusu insan, seyirci ise Allah’tır. Her sahne, en küçük detayına kadar Allah tarafından takdir edilmiştir. Fussilet Suresi 21. ayetinde şöyle buyrulur: "Dediler ki: 'Her şeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi konuşturdu.'" Bu, insanın gördüğü her şeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu ve onun hikmeti ile yaratıldığını ifade eder. Hayatın her detayı, insanın tekâmülü için özel olarak tasarlanmış bir imtihan filmidir. Allah, zaman ve mekândan münezzehtir. İnsan, zaman algısı içinde yaşar; ancak Allah için geçmiş, şu an ve gelecek birdir. Ahiret âlemi, bu sonsuz ilmin bir tecellisidir. Müddessir Suresi 11. ayetinde bu durum şöyle ifade edilir: "Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak." Bu, insanın dünyadaki yalnızlığı ile Allah’a olan yakınlığını bir arada ifade eder. İnsan, bedeniyle değil, ruhuyla anlam kazanır. Ancak ruh dahi insanın mülkü değildir; Allah’a aittir. İnsanın görevi, bu emaneti korumak, kibirden ve enaniyetten uzak durarak Allah’a kulluk etmektir. Hayat, Allah’ın bir sınavı ve onun hikmet dolu planının bir parçasıdır. İnsan, bu gerçeği idrak ederek, varlığını Allah’a teslim ettiğinde, hakiki huzura ulaşır. "Allah ve Allah..." Her şey O’ndandır ve O’na döner.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © Muhammed Rıdvan Kaya , 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |