İnsanın en iyi tarafı ürperebilmesidir. -Andre Gide |
|
||||||||||
|
ALAÇAM’DA BİR SABAH Alacakaranlıkta şimşekler çaktıkça karaçamların sülietleri puslar arasında bir görünüyor bir kayboluyor İzmir bunaltıcı bir yaz sabahına hazırlanırken, biz 300 kilometre ötedeki zirvede kış mevsimini yaşıyor gibiyiz Sabahın altısında bile İzmir’de sıcak bir günün yaşanacağının belirtileri var. Temmuz ayında dağların serinliğini doyasıya hissetmek için yola çıkıyoruz. Aracımız bisikletler, çadırlar ve kamp malzemeleri ile yüklü. Hedefimiz Balıkesir’in Dursunbey İlçesi ile Kütahya’nın Simav İlçesi arasındaki Alaçam Dağları.. Otomobille farklı bir güzergah izliyoruz. İzmir-Turgutlu-Ahmetli-Marmara Gölü-Akhisar-Sındırgı, Marmara Gölü’nün yanıbaşındaki Hacıveliler Köyü leyleklerin bolluğu ile ilgimizi çekti. Çünkü yolculuğumuz sırasında Sındırgı’da belediye binasının çatısı dışında hiçbir yerde leylek yuvası yoktu. Kıyıköy Yangın Ekibi’ne bir çay içimi kadar konuk oluyoruz ve yeniden yola koyuluyoruz. Akhisar’dan 50 kilometre uzaklıkta, Sındırgı virajlarının sona erdiği Kertil Köyü’nde ise yoğun bir faaliyet var. Artık aylarca süren uğraşın ardından boy veren ve sonra biçilen buğday tanelerinin patozla ayrılması aşamasına gelinmiş. Buğday yığınlarıyla kaplı köy merasında patozlar çalışıyor ve bütün köy imece yapıyor. Yüzümüze vuran kuzeyli rüzgar buğday tanelerinin ve uçuşarak bir yere yığılan samanın kokusunu uzaklara taşıyor. Köyde yalnızlık Molaları da dahil edersek buraya dört saatte geldik ama 1662 metre yüksekliğindeki Alaçam’ın zirvesine ulaşabilmek için daha uzun sürecek bir yolculuk yapacağımızı biliyoruz. Çaygören Barajı vadisine giriyoruz ve orman örtüsü yeniden başlıyor. İnişli çıkışlı, virajlı karayolu barajın göl alanının kıyısından devam ediyor. Kızılçam, çınar, ceviz, yaban kirazı, yaban eriği, armut ve meşe ağaçlarının gölgelediği yolda 10 kilometre sonra Düğüncüler Köyü sapağından orman yoluna giriyoruz ve tarmanış başlıyor. İki yanımızda tütün ve buğday tarlaları.. Naylon örtülü barakaların önünde tütün dizen kadınlar, genç kızlar arkasındaki bisiklet askısında üç bisikletin asılı olduğu aracımızı merakla izliyor. Düğüncüler Köyü’ndeyiz.Bu bölgede bütün köyler birbirine benziyor. Ahşap ve taş karışımı duvarları olan, kırmızı kiremit kaplı evler, iri ağaç gövdelerinden yapılmış kilerler, kapalı köy kahvehaneleri..(Çünkü erkekler bu mevsimde gün boyunca tarlasında çalışıyor) Köy sessiz, terkedilmiş gibi.. Bir çınarın gölgesinde ağızlarının çevresinde yedikleri meyvalardan bulaşmış iki çocuk (Birinin ön tekeri patlak bir bisikleti var), hareketsiz ve şaşkın, gözleriyle bizi takip ediyorlar. O an bu köyden acaba yılda kaç yabancı insan geçiyor diye düşünüyorum. Köyde çay içme imkanı yok. Bunun yerine bol bol yaban kirazı, armut ve erik var.. Artık son köyü de geride bıraktık, bir orman denizinin derinliklerinde ilerliyoruz. Boyları 20-30 metreye ulaşmış karaçamlar, hatmi çiçekleri, yabani anasonlar, böğürtlenler, adaçayı, yabani çilekler, eğrelti otları, küçük akarsular ve sessizlik.. Güneş giderek alçalıyor, gölgeler uzuyor, hava serinliyor.(Aslında soğuyor) İlerlediğimiz toprak yol bazen ikiye ayrılıyor, uyarı levhası olmadığı için artık şansımızı deniyoruz, bizi artık hangi yolun zirveye ulaştıracağını bilmeden ilerliyoruz ve şansımız bize yardım ediyor. Üç saatlik tırmanıştan sonra ansızın Aktuzla Yangın Müdahale ekibinin binasını görüveriyoruz iri karaçam ağaçlarının arasında.. Güneş ağaçların arasında kaybolmak üzere ve günbatımını görmek için yüksek bir yere çıkmak şart. Yangın ekibinin bir görevlisi, “Sabah sis olabilir, hiçbir şey göremezsiniz, gelin kuleye şimdiden çıkın” diyor ve 30 metrelik çelik yangın kulesine tırmanıyoruz.(Ben biraz da korkuyorum. çünkü şiddetli rüzgar kuleyi sallıyor ve aşağıda en yüksek ağaçlar bile giderek aşağılarda kalıyor) Kulenin tepesindeyiz. Gerçekten bir orman denizi. Dört yanda ufka kadar uzanıyor. Sürekli fotoğraf çekiyorum çünkü güneş az sonra kavuşmuş olacak. Orman görevlisi bu arada orman sonsuzluğunu dürbünle gözlemeyi sürdürüyor. Yeniden aşağıya inip asırlık bir karaçımın altına çadırlarımızı kuruyoruz. Ormancılar bize büyük bir konukseverlik göstererek, tanrı misafiri gibi yemeğe davet ediyorlar ama teşekkür ederek geri çeviriyoruz. Kentteki yaşam biçimimizi burada da sürdürürsek yaptığımız bu gezinin ne anlamı kalır? Biz kamp ateşinde kendi yemeğimizi pişirip yemenin tadını çıkaracağız. Hav alacakaranlık, günbatımında kuzeydoğuda oluşan bulut zamanla bütün zirveyi örtüyor, fenerlerimizi yakıyoruz, hızını arttıran rüzgar burnumuza yağmur kokuları getiriyor. Sucuklar, domatesler, ince biberler hazır.. Sındırgı’dan sıcak ekmek de almıştık. Büyük bir iştahla yemeğe başlıyoruz. Bu arada yol boyunca beni rahatsız eden başağrısının sessizce kaybolduğunu fark ediyorum. Ali Bey, “Vücuduna saf oksijen girmeye başladı, ağrılarının kesilmesinin nedeni bu” diyor. Orman sonsuzluğu Gerçekten zirvede soluduğumuz hava İzmir’de soluduğumuzdan farklı. Hava, her nefes alışımızda bedenimizin gençleştiğini hissettiriyor bize.. Rüzgarın fırtınaya dönüşmeye başladığı saatlerde bardaklarımızda kalan çayı bitirip çadırlarımıza giriyoruz. Işık Teoman’la birlikte kaldığımız çadırda saat 01.30’de sabah oldu diye uyanıyoruz. Hiç istemediğimiz halde yeniden yatıyoruz, çünkü dışarısı zifiri karanlık ve çok soğuk.. Saat 05.00. Gökgürültüleri ile uyanıyorum.. Birbiri ardınca şimşekler çakıyor, gürültülü yansımaları tepeden tepeye yankılanıyor. Şimşekler elimle tutabileceğim kadar yakın. Çünkü o ürkütücü yağmura yol açan bulutun altında değil tam içindeyiz. Şimşekler sağımızda solumuzda patlıyor. Çadırın üzerinde tıpırtılar… Sıcaklık 10 derece Dışarı çıkıyorum, şimşekler parladıkça, yaşlı karaçamların korku filmlerindeki görüntüleri anımsatan silüetleri bir görünüp bir kayboluyor. Şimşekler aralıksız, gökgürültüleri korkutuyor. İzmir, bunaltıcı bir yaz sabahına hazırlanırken biz 300 kilometre ötede kış mevsimini yaşıyoruz. uyku tulumu sırtımda olduğu halde üşüyorum.(Sonradan burada gece sıcaklığın 10 dereceye kadar düştüğünü söylediler) Sabah 06.00’da kahvaltı.. Ardından çadırları topluyoruz. Ortalık hala sisler içinde, yola çıkacağız ama yol 50 metre ötede kayboluyor. Isı arttıkça güneş sis perdesinin arasından kendisini gösteriyor. Artık veda zamanı.. Yeniden karaçam denizinin içindeyiz. Ovaya inerken başka bir yolu kullanacağız ve bu kez bisiklet üzerindeyiz. Işık Teoman ise otomobille bizi izliyor. Ormanda bol miktarda geyik, karaca, domuz, tavşan ve sülün yaşadığını söylediler. Hiçbiriyle karşılaşmadık ama ahenkle ötüşen yüzbinlerce kuşun konseri de bizi yetiyor. Ormanın zemini yemyeşil. Burası boyları 1 metreye yaklaşan eğrelti otları ve birçok endemik bitkinin yaşama ortamı. Bu bitkilerin mor, koyu sarı, kavuniçi, kırmızı, pembe çiçekleri sis perdesi içindeki ormanın yeşili ile bütünleşiyor. Yükselti azaldıkça sis kayboluyor ve her molada giysilerimizi biraz daha incelterek yola devam ediyoruz. Çaygören Barajı yakınlarında ana yola ulaştığımızda yeniden yaz mevsimi ile karşılaşıyoruz. Ovada insanı buram buram terleten cehennem sıcağı var. Üç saat sonra İzmir’deyiz ve öğle saatlerine kadar yaşadıklarımız bize bir rüya gibi geliyor.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Engin Yavuz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |