Aşık olmayan âdem / Benzer yemişsiz ağaca. -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
“Bir sigara verir misin, bende kalmadı.” “Arabada içme istersen.. Bak dumanaltı olduk. Camlardan birini aralasak, dışarısı Alaska gibi.. Soğuk rüzgar yüzünü kesiyor insanın. Biraz sabret. Kertil’e ne kaldı. Birkaç viraj daha hepsi o kadar. Çay molasında tüttürürsün sigaranı..” Sındırgı yolundan Simav’a gidiyorlardı üç arkadaş.. Ege’nin kar yağışının üç-dört yılda bir gelip geçtiği, havası ılık bir sahil kentinde yaşıyorlardı. Ovası, dağı karla kaplı iç Ege’de bir gezinti yapmaktı üçünün de amacı. Bu keyfi bir an önce yaşayabilmek için sabahın saat altısında yola çıkmışlardı güle-oynaya.. Üstelik, “Karda-kışta yolculuk, deli misiniz siz, oturun oturduğunuz yerde” diyen dostlarının uyarılarını da kulak ardı ederek.. “Karda sucuk yiyerek birkaç kadeh şarap içmekten ne anlar onlar, Allah bilir kar helvasının tadını bile bilmiyorlardır” diyordu Birol, “İnsanın başına bir dert gelecekse oturduğu yerde de gelir. Kısmet neyse o olur. Karlı yollarda yolculuk yapmak zorunda olanlar insan değil mi. Bizim ne farkımız var onlardan?” Akhisar çıkışında yeni demlenmiş çay ve gevrekle yaptıkları kahvaltının ardından - günlük gazetelere de göz gezdirmişlerdi-Sındırgı sapağından girip birkaç kilometre ilerledikten sonra İzmir’den bu yana yaşadıkları bahar havası yerini kışa bırakmıştı.. Bir zamanlar İzmir-İstanbul arasında yolcu taşıyan otobüslerin zorunlu olarak aşmak zorunda oldukları virajlı yol yükseldikçe hava sertleşmiş, ormanlık alanda kar örtüsü giderek kalışlaşmaya başlamıştı. İlk fotoğraflarını orada, yalağı buz tutmuş bir çeşmenin başında çekmişti Onur.. Çam ormanlarının arasındaki sık virajlar yolun tamamı da kar ve buzla kaplanıncaya kadar hem aracı kullanan Tolga, hem de karlarla ve doğa ile iç içe olmanın tadını çıkaran Onur ve Birol için eğlencenin küçük bir ayrıntısından ibaretti.. Az eğimli bir yokuştan inip bir dereyi aştıktan sonra yeniden yukarıya doğru sola yöneldiklerinde az ötede yolculuğun ilk sürprizi ile karşılaştılar. Buzda kaymış ve yolu tamamen kapatmış yüklü bir kamyondu bu.. Arka tekerleklere kar zinciri bağlamaya çalışan kırmızı kazaklı sürücü ter içindeydi.. “Biz de zincir taksak iyi olacak” dedi Birol, “Ne olur ne olmaz, biraz daha yükseleceğimize göre buz da mutlaka kalınlaşır. Başımıza bir iş gelmesin..” Bir sigara içimi kadar sürede ön lastiklere taktılar zincirleri ve bu işi bu kadar çabuk nasıl başarabildiklerine şaşırdılar. * * * * “Bu karlı ve soğuk havada sırası mı şimdi gezmeye gitmenin? Ben birlikte bir yere gidelim desem gitmezsin, türlü bahaneler uydurursun, arkadaşların teklif etti mi hiç hayır demiyorsun. Gez bakalım.. Nereye gideceksiniz. Kütahya’ya mı? Köyleri mi dolaşacaksınız? İlk kez mi gideceksiniz Kütahya’ya? Bu heyecan niye? Sanki o kasabaları, köyleri daha önce hiç görmemiş gibisin.. Aynı yollardan bin defa geçsem bıkmam. Bozkırı seviyorum ne demek? Kim demiş bozkır kasabalarından hoşlanmam diye? Ben de severim o kasabaların tenha sokaklarında dolaşmayı.. Çarşıya girerim, vitrinlere bakarım.. Ben de bir bozkır kasabasında olmanın tadını kendime göre çıkarırım. Çabuk sıkılacağımı da nereden çıkardın Tolga? Doğru, senin kadar mutlu olamam. Ne yapayım benim karakterim de böyle.. Ben büyük kentlerin yirmidört saat yaşayan yanını seviyorum. Alışveriş merkezleri, sahil restoranları, barlar, eğlence yerleri, giysi, ayakkabı mağazaları.. Biliyorum sen de böyle yerlerden hoşlanmıyorsun. Eğer sen hoşlanmıyorsan bu benim de hoşlanmayacağım anlamına gelmiyor. Ben nerede mutlu oluyorsam oraya giderim demek istiyorsun.. Tabii karışmaya hakkım yok, hayatını ipotek altına alamam. Madem kararlısın uğurlar olsun. Ama ne olur bir geceden fazla kalma.. Geceleri, çocukla bile olsa yalnız kalmaktan korkuyorum biliyorsun. Saat kaçta çıkacaksınız? Altıda mı? Görüşemeyiz o zaman. Gittiğin yerlerden cepten ararsın beni.. Bir de incik-boncuk bulursan almayı unutma olur mu? Kendine iyi bak.. Sana iyi yolculuklar Tolga…” * * * * “Yarın sabah yola çıkacağım ama aklım burada kalacak.. Yasemin ile görüşemedim. Sonuçlandırılamamış tartışmalar rahatsız ediyor beni. Keşke telefonu yüzüne kapatmasaydım.. Bu kadar sinirlendirmeseydi.. Onu ne kadar seviyorum oysa.. Ama bir insan bu kadar oyalanmaz.. Nelerden vazgeçtim onun için.. Sırf onu kaybetmemek için. Ne aldım karşılığında.. Hiç! Her seferinde daha fazlasını istiyor. Vermekten bıktım artık. Bu ilişki yorgunluk benim için. Yıpratıyor, acı çekiyorum. Ben kovalıyorum o kaçıyor. Daha fazla koşmak istemiyorum. Neymiş hanımefendiyi ihmal ediyormuşum. Daha ne yapmam gerekiyor? Benim elimden gelen bu.. Onun yanında olmam gerekirken arkadaşlarımla yolculuğa çıkmak ne demekmiş.. Ne yapacaktım ya.. Sen arkadaşlarınla o bar senin bu bar benim dolaşırken ben pencerenin önünde senin yolunu mu gözleyecektim.. Bunu mu bekliyorsun benden? Mutsuz bir evlilik geçirmiş de.. Yeni bir evlilik için karar vermek zormuş da.. Üç senedir bekliyorum, daha ne kadar bekleyeceğim? Evet demiyorsan eğer sen yoluna ben yoluma.. İyi ama dün gece telefonda niye ben bütün bunları Yasemin’in yüzüne söyleyemedim? Niye onu kırmaktan bu kadar korkuyorum? Beni terk edip gitse ne olacak? Çok duygusalsın diyor arkadaşlarım. Artık gerçekleri görmenin zamanı gelmedi mi? Şu iki günlük gezi biraz düşünmem için iyi bir fırsat olacak. Ama iki gün boyunca ne telefon, ne mesaj. Cebimi de kapatacağım. Yeter be! Benim de yaşayacak bir tek hayatım var, yaşayacağım. Başkaları için yaşamaktan bıktım. Sevgili Yasemin, sana benimle oynamanın bedelini ödeteceğim..” * * * * “Sergi açmak ne kadar zor? Yıllardır kasaba, köy dolaşıyorum. Fırsat buldukça Anadolu yollarındayım, binlerce fotoğraf çektim. Fotoğrafçılığıma güvenirim başarılı bir fotoğraf sanatçısı olduğumu söylerler. Şimdiye kadar kaç sergiye katıldım, sayısını hatırlamıyorum. Karma sergiye fotoğraf çekmek kolay da, sıra kişisel sergi açmaya gelince zorlanıyorum, seçici oluyorum, beğenemiyorum. Evler Evler sergisi için karar vereli neredeyse üç ay oldu. Hala kararsızım, O mu olsun acaba, bu mu daha güzel.. Kültür merkezinden Seda sıkıştırıyor, vakit iyice daraldı, elini çabuk tut diyor. Sergide en az kırk fotoğraf olmalı. Her kasabadan bir eski ev seçsem.. Olmaz, zorlamanın alemi yok.. Binlerce karenin içinden çıka çıka yirmi fotoğraf çıktı sergilenebilecek. Duygusuz buldum çoğunu.. Biraz daha çalışmam lazım. Kendime uydurtmuş dedirtmem. Yapacaksam en iyisini yapmalıyım. Babam bana bunu öğretti. Gediz’i, Hisarcık’ı görmedim. Kimbilir ne güzel evler, sokaklar vardır. Bu geziden daha iyi fırsat olur mu? Karlar arasında taştan inşa edilmiş bir köy evi hayal ediyorum. Ağaçlar bembeyaz olmalı, gökyüzü soğuk mavi.. Evin bacasından duman tütmeli, ahşap pencerelerinde kırmızı perdeler. Bir penceresinden mavi gözlü bir kız çocuğu gülümsemeli. Çektiğim her fotoğrafa duygularımı katmalıyım, çektiğim her karede bir şiir yazmalıyım.. Sergi afişlerimi görür gibiyim, Onur Adanalı, Evler Evler fotoğraf sergisi, Kültürevi, 21 Mart 2003 Cuma, saat onsekiz..” * * * * Bu havada yola koyulmaya cesaret edebilmiş bazı sürücülerin kontrolünden çıkıp devrilmiş araçları gördükçe Onur, arkadaşlarına dönüyor, “İyi ki taktık zincirleri.. Bu yollarda zincirsiz dolaşılır mı? Şu kamyona bakın, bu kadar yükle bu rampadan inilir mi? Delilik bu! Ne cesaret! Akılsız şu insanlar. Yarım saat uğraşmak zor geliyor, sonra işte böyle oluyor. Yaşanan kazalardan kimse ders almıyor” diyordu. Karla kaplı ağaçlar, çatılarından buzdan kılıçların sarktığı köy evleri, kar suyu ile beslenen coşkulu dereler, yiyecek arayan serçeler, ağaçkakan ve karatavuklar, ansızın karşılarında çıkıp aynı hızla sekerek kayıplara karışan geyik ve bütün cömertliği ile tabiat. Her şey onlar içindi.. “Sevmezler bu kış mevsimlerini. Soğukmuş, karmış. buzmuş, hava kömür kokarmış. Tad almayı bilmiyor bu insanlar” dedi Birol, “Şu güzelliğe bakın. Ne iyi ettik de geldik..” Yalnızca kedigözü takılı kilometre taşlarının kılavuzluğuna güvenerek yol boyunca ilerlediler. Dağın zirvesindeki Kertil’de kerpiçten yapılma çok eski iki katlı bir evin kahvehaneye dönüştürülmüş alt katında çay içip soluklandılar.. Birol sürekli Tolga’ya takılıyordu: “Kırk yılda bir işe yaradın Tolga, bu geziyi düşündün. Bu keyfi biz yıllardır yaşamadık.. Simav Ovası’nın sırtını dayadığı bindörtyüzelli metrelik Katran Dağı’ndaki Gölcük’tü o günkü son durakları.. Dizlerine kadar yükselen kara aldırmadan, buz tuttuğu için kuşların bile terk ettiği gölün kıyısına kadar yürüdüler.. Onur hayal ettiği fotoğrafları çekti soğuktan titreyerek. Birol otomobilin bagajından çıkardığı piknik tüpünde sucukları kızartırken, plastik piknik bardaklara kırmızı şarap dolduran Onur, “Haydi arkadaşlar sıhhatinize.. Karlı dağlarda sucuk yemek için saatlerce yolculuk delilik diyordum kendi kendime.. Ama değermiş doğrusu. Bu dağ başında herkesin yapamadığını yapıyoruz. Biz özel insanlarız..” Yorgunluklarını o gece Simav’da ilçenin meşhur kaplıcalarında unuttular.. Kaldıkları üç yataklı, sıcak odada erkenden düşlere daldılar.. Dışarıda bıçak gibi keskin bir ayaz, soluk lambaların aydınlattığı bahçede karları savuruyordu.. “Haydi arkadaşlar, güneş doğmak üzere, davranın, giyinip kahvaltımızı edelim, yolcu yolunda gerek..” Karınlarını doyururlarken, restoranın buğulanmış pencerelerinden karla kaplı Simav Ovası’nı seyrettiler birlikte. Onur, “ Her yer bembeyaz.. Ağaçlar çırılçıplak. Hava soğuk.. Kanada’dan farkı yok buranın. Tıpkı belgesellerdeki manzaralar gibi” dedi.. Katran dağı’ndan yaban hayvanlarının yüksekliği yarım metreyi aşmış kar kütlesine karşı çaresizliğinden yararlanmayı avcılık sanan kalabalığı hayretle izleyerek Hisarcık Ovası’na indiler.. Karda bahardı yaşanan.. Sessizliği Onur bozdu.. “Arkadaşlar yol üzerinde artık kar, buz yok. İleride bir yerde zincirleri çıkaralım dilerseniz, lastikleri yıpratmayalım boşu boşuna..” “Haklısın Birol, tekerleklere zincir takılı diye hızlı da gidemiyoruz. Baksana elli kilometre yolu iki saatte geldik. Hiç olmazsa biraz daha hızlanırız” dedi Tolga.. Parke kaplı dar ana caddesi, bu caddenin iki yanına sıralanmış iki katlı kerpiç evleri, vitrinlerini aradan geçen yıllara rağmen korumayı başaran bakkalı, tuhafiyecisi, gelenlerin yer bulamadıkları kahvehaneleri ve kömür kokusuyla Hisarcık kasabasında Onur hangi sokağın, hangi evin fotoğrafını çekeceğini şaşırdı.. Birol ile Tolga, “Haydi Onur, geç kalmayalım. Erken akşam oluyor” dedikçe Onur, “Çivit mavisi boyalı evin, sarıya boyanmış kapısının güzelliğine bakın. Ne olur birkaç kare de buradan çekeyim. Hemen geliyorum” diyor, bir yandan arkadaşlarını oyalamaya çalışıyordu.. “Sucuk ekmek zamanı. Tertemiz hava nasıl da acıktırıyor insanı, artık yemek yiyecek bir ağaç altı bulalım.. Yer beğendiremedim size, orada çok kar var, burası esiyor, şurada hiç manzara yok… Hiç olmazsa karnımızı doyururken şu tabiatın doyumsuz güzelliğini seyrederiz, fena mı olur? Bırakın artık manzarayı, çok acıktım ben. Bir yerde dursak artık..” Ön koltukta oturan Onur, otomobili kullanan Tolga ile arkada yığılı eşyaların arasında kaybolan Birol’a söylendiği sırada Çavdarhisar-Kütahya yolundaydılar.. Aslanapa’dan Altıntaş’a, Dumlupınar’a geçecekler, oradan Uşak yoluna çıkacaklardı.. Hisarcık ile Gediz arasında her yer yine kalın bir kar örtüsüyle kaplıydı ama asfalt üzerindeki buz tabakaları güneşi görünce hızla erimişti.. Karaçam denizinde ağır yükle rampayı nefes nefese tırmanmaya çalışan bir kamyonu sollayıp zirveye vardıklarında - çok yükseldiklerinden olacak- yol yeniden kar ve buz tabakasıyla kaplanmıştı.. Tereddüt ettiler bir süre, ama hızla gelip geçen zincirsiz araçları gördükçe yolun güvenli olduğuna karar verdiler.. Dümdüzdü ilerledikledikleri asfalt yol.. Çevre öylesine pürüzsüz ve ağaçsızdı ki- gözün görebildiği her yer bembeyazdı- kimsenin yaşamadığı bir dünyada insana sonsuzluktan gelip sonsuzluğa gittiği hissini veriyordu.. Gökyüzünün mavililğine ipince sütunlar gibi yükselen dumanlar olmasa, bütün evlerin çatılarının da karla örtüldüğü köyü bile fark etmeleri imkansızdı.. “Bir ağaç bulabilsek” diyordu Birol.. Onur da Birol’a takılıyordu: “Çok komiksin. Sucuk kızartmak için niye bir ağaç altı. Bu kış kıyamette gölgesinde mi serinleyeceğiz? Gelin karnımızı doyuralım, saat üçe geliyor. Millet neredeyse akşam yemeğini yiyecek. Hiç insaf yok mu sizde?” Yol ovayı bir ucundan bir ucuna aşan, cetvelle çizilmiş on metre yüksekliğinde bir set gibiydi, iki yanı tarlaydı, tarlalar araziye serilmiş beyaz halılar gibi sıralanıyordu.. Birol, “Tamam Onur haklısın. Şu zincir takınız yazılı levhayı geçelim, mola veririz. İstediğimiz gibi manzara yok ama olsun, hiç önemli değil, açlıktan ölmeyesin..” Kırmızı bir kamyon Çavdarhisar tarafından hızla geldi, kar tozlarını havalandırarak geçti yanlarından, zincirsizdi.. “Gördünüz mü” dedi Birol biraz da tereddütle, “Bir Allahın kulu zincir takmıyor. Ne yapalım, zaten hızlı gitmeye korkuyoruz ama ne yapsak yeniden zincir taksak mı? Tedbirli olmakta fayda var..” Birol yeniden Onur’a bir laf atmaya hazırlanıyordu belki, o anda hayat bir an için durdu, otomobil yoldan çıkmış uçuyordu.. * * * * Saatler sonra bir minibüsle götürüldükleri jandarma karakolunda Tolga, hemşehrisi uzman çavuşla koyu bir sohbete dalmış, bir yandan önlerine tabaklarla konulan domates, salatalık ve peynirle karnını doyuruyor, bir yandan anlatıyordu: “O anda ne düşündüğümü, neler hissettiğimi hatırlamaya çalışıyorum. Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Hayatım gözümün önünden film şeridi gibi geçti diyorlar, yalan!. Belki on, belki onbeş saniyelik zaman dilimi.. Aracın içindesin, olayı izliyorsun ve karşılaşacağın sonu bekliyorsun.. Otomobilin nasıl savrulduğunu gördün, takla attığını biliyorsun, o anda başını arkadaşının kolunun altına gömüyorsun, o da senin üzerine kapanıyor.. Bu kazadan payına düşeni bekliyorsun. Birkaç kez yuvarlanan otomobil en sonunda ters dönmüş olarak elli santimetrelik kar tabakasının üzerine yumuşacık konuyor.. Ön cam kırık- beş on saniye önce üzerine bastığın kar zincirlerinden biri direksiyona takılmış sallanıyor, diğeri kollarına dolanmış çözmeye çalışıyorsun.. Otomobilin kaloriferi hala çalışır durumda.. Tavanı ezilmiş otomobilin yan camından sürünerek çıkıyorsun, gezi notların karların arasında darmadağın olmuş, hayati belgelermiş gibi onları toplamaya çalışıyorsun. Hepsi ıslanmış, ıslanınca mürekkep dağılmış, kelimeler birbirine karışmış, sayfalardan biri eksik.. Yanıbaşında Birol, kar yığınının üzerine oturmuş, başı iki elinin arasında, sağ şakağından parmaklarının arasından kan sızıyor, buna aldırmıyor, kanyak şişesini soruyor.. Yoldan görünmeniz imkansız, yukarıdan araçlar hızla gelip geçiyor, yapayalnız olduğunu hissediyorsun. Sürüne sürüne yola ulaşan Onur karlar arasından çıkardığı fotoğraf makinesi ile ters dönmüş otomobilin ve kanyağını yudumlamaya başlayan Birol’un fotoğraflarını çekiyor. Sesleniyor bu arada: “Tolga, açamadın mı daha Coca Cola’nın kapağını? Yardım ister misin? Gülüyor bir yandan, sevinçten mi, sinirden mi, korkudan mı belli değil.. Cep telefonun çalıyor, ellerin titreyerek açıyorsun. Karşında iki gündür sesini duymadığın kızın, ne kadar kötü bir zamanlama ama sana bu dünyada yalnız olmadığını hissettiyor: “Baba neredesin? Neden aramadın beni..” Kimsenin yaşamak istemediği ve çoğu zaman geride kalanlara acı veren olaylardan birisi yaşadığın. Ama şanslısın.. Çünkü hayat bu kazadan payına düşen zararsız sıyrıklara rağmen devam ediyor.. Sevdiğin ve seni sevdiklerine inandığın insanlar yaşadığın kentte seni bekliyor..”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Engin Yavuz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |