İnsanlar yalnızca yaşamın amacının mutluluk olmadığını düşünmeye başlayınca, mutluluğa ulaşabilir. -George Orwell |
|
||||||||||
|
Fatma, altında ince meşe palamutu dallarının közlendiği çamaşır kazanının önünde doğruldu, “Anaa” diye seslendi. “Kumaşçı gelmiş, gidip alsak mı?” “Sordun mu kocana” diye soruyla cevap verdi annesi, “Bakmasına bakalım da kızmasın sonra” diye ekledi. “Hasan’ın haberi var, bugün kumaş beğeneceğimi söylemiştim. Sen merak etme. Zaten sözü vardı bana.” “İyi o zaman, şu türlüyü ateşe koyayım gelirim birazdan..” “Acele et ana, kumaş aldıktan sonra daha ormana gideceğim madımak toplamaya..” Sonra kendi kendine “Aman niye hep acele, acele, arkamdan koşturan var sanki.. Köyde iş biter mi” diye yakınan Fatma yüksek sesle ekledi bu kez: “Ünzile de yemek ister.Sabahın köründe kalk, kocanı memnun et, inekleri sağ, kahvaltıyı hazırla, kazanda su ısıt, çamaşırları yıka, çocuğu besle, ortalığı temizle, yemek pişir, git ormana ot topla. Ne zor be ana.. Sen beni bunun için mi doğurdun. Kadınlar bunun için mi var? Hizmetçilik etmek için mi yaşıyoruz biz? Bir elbiselik pazen istese canım, kocana sordun mu diyorsun. Hakkım değil mi sence? Kocam nerede şimdi? Ya kahvenin birinde kağıt oynuyordur, ya da tarlanın kıyısında bir ağaç altında uyuyordur. Hadi geleyim ben de şu işlerin bir ucundan tutayım der mi? İnekleri sağ bari, yok erkek işi değilmiş.. Erkek işi neymiş? Git kahvede kağıt oyna, çene çal, öğleden sonra gel evde akşama kadar kıçını yay, yemeği ye akşam yine kahveye git. Bir de benim şu halime bak. Güya 20 yaşındayım ama aynaya baksam tanıyamam kendimi.. Baktığım da yok ya.. Böyle ölüp gideceğim..” “Ünzileee,” diye seslendi az ötedeki gübre yığınlarının üzerinde eşelenen tavukları yakalamaya çalışan 3 yaşındaki kızına.. Kara gözlüydü Ünzile, kestane rengi saçları vardı, elleri yumuk yumuktu, güleç bir kız çocuğuydu.. Üzerinde kırmızı çiçek desenli mavi basma entarisi vardı. Lastik potinleri çamur içindeydi. Koşa koşa geldi.. “Gel kızım besleyeyim seni..” Az önce sahanda ısıttığı önceki günden kalan bulgur pilavı ile bir bardak ayranı aldı getirdi. Evin önüne serili kilimin üzerine bağdaş kurdu, bir dizinin üzerine oturttu kızını.. “Üşümüşsün” dedi, “Bak buz gibi olmuş kolların.” Aylardan Mayıs’tı ama köyde sanki kış henüz sona eriyor gibiydi. Yıldız Dağı’nın zirvelerinde hala kar duruyordu.Geceleri hala soba yakanlar vardı köyde. Hele bulutluysa çok üşütüyordu hava.. Bugün ise güneşin kendisini bol bol gösterdiği nadir günlerden biriydi.. Tabiat da güneşin nimetlerinden yararlanıyor, meyve ağaçlarının tomurcukları patlamaya hazırlanıyordu. Fazla çiçek de yoktu ama her yer mis gibi bahar kokuyordu. Kuşlar en neşeli şarkılarını söylüyorlardı bugün.. Daha leylekler gelmemişti. Yine geç kalmıştı ama olsun, bahardı yaşanan. Bitişik otururlardı.. Annesi seslendi yandaki evinin penceresinden: “Kız Fatma, haydi hazırım ben..” “Tamam ana, yemeği bitti bunun da..” Köy meydanına giderken birkaç komşularını da aldılar, birlikte yürüdüler hoşbeş ederek.. Komşuları Ünzile’yi sevdi biraz, o da buna sevindi bütün çocuklar gibi. Gezgin satıcı, çınarın gölgesine çekilmiş, kırmızı renkli, çoktan hurdaya çıkma zamanı gelmiş toz içindeki minibüsünün önünde hareketli bir pazarlık içindeydi. Beğendirdiği kumaşı satmaya çalışıyordu şimdi.. “Bak abla, metresi iki milyon liradan bir lira aşağıya olmaz. Bu kumaşın metresini sana bir milyon dokuzyüz bin liradan veremem. O kadar yolu aşıp geliyorum buraya.. O zaman ne gerek var gelmeme. Otururum evimde.. Hiç olmazsa boşa çenemi yormam, boşa benzin de harcamam..” “İyi hadi, ver ikibuçuk metre yeşilli olandan” dedi kadın. Şalvarının lastiği altına gizli küçük siyah çantadan para çıkardı, uzattı satıcıya.. Minibüsün arka kapıları ardına kadar açıktı, top top kumaşlar saçılmıştı, mavi, kırmızı, yeşil, turuncu, sarı çiçekli basmalar, pazenler, patiskalar.. Herkesin göz zevkine göre kumaş vardı, herkesin kesesine göre.. Fatma, ilgiyle, özlemle, severcesine karıştırdı kumaş toplarını, gönlüne göre petrol yeşili üzerinde bordo renkli güllerin yer aldığı basmayı beğendi, annesine baktı, “Nasıl ama güzel mi alsam mı bunu” diye sordu. “İçine sindiyse al” dedi annesi.. Fatma kumaş kestirdi yeteri kadar, parayı uzattı satıcıya, sardırdı annesine verdi. “Ana, al eve götürüver. Sonra Saime teyzeye diktiririz. Ben Ünzile ile madımak toplayayım biraz. Akşama yemeğini yaparım, yarın da böreğini. İstersen sana da toplarım. Oturur yeriz birlikte..” dedi. Fatma 16 yaşına yeni girmişti. Yaşıtlarının birer birer evlendirildiği dönemdi. Yoksulluk yükünü azaltmanın bir yoluydu belki biraz başlık parası karşılığı evden bir kişinin eksilmesi. Bir taşla iki kuştu. Doğurunca allah verdi diyorlar, sonra evlensin gitsin diye bakıyorlardı. Fatma ise hayaller kuruyordu o sıralar.. Hacı Hüseyinler’in küçük oğlu Hasan’a yanıktı. Hasan da ona. Varlıklı bir ailenin çocuğu değildi Hasan. Ama köyün güçlü, yakışıklı gençlerindendi. Esmerdi, baktı mı insanın yüzüne, yüreğiyle bakardı. Askerlik görevini bitireli bir yıl olmuş tu. Daha bir iş tutamamıştı. İki ağabeyi ile babası yetiyordu tarlanın işlerine.. “Sen daha dinlen, nasıl olsa çalışacaksın” diyorlar tembelliğe alıştırıyorlardı iyice.. Evlerinin arkasında büyük ceviz ağacının kuytusunda gizlice buluşmuşlardı birkaç kez.. Gelecekten, evlilikten söz etmişlerdi, hayaller kurmuşlardı birlikte. Fatma Hasan’ın kendisine sarılıp öpmesine izin vermişti.. Hasan, Yıldızeli İlçesi’nde bir iş bulacak, evlenip beraber ilçeye yerleşecekler, küçücük bir evde oturacaklardı. Bir çocukları olacaktı. Hasan yaşatacaktı Fatma’yı. Ayakkabı, elbise, takı, şimdiye kadar hasret kaldığı ne varsa alacaktı birer birer.. “Biraz daha sabret, bizimkiler şu buğdayı kaldırsınlar, sonbaharda istetirim seni, nişanlanırız, gelecek hasattan sonra da dillere destan bir düğünle evleniriz. Öyle bir düğün yaparız ki, köy bunu yıllarca unutmaz” demişti. “Bir kız çocuğu istiyorum” diye demişti Fatma da, “Adını da Ünzile koyalım olur mu?”. “Nasıl istersen Fatma’m.Çok güzel bir isim, inşallah kendi de adı gibi güzel bir prenses olur. Sıcacık yuvamızı da şenlendirir.” Ama “Niye Ünzile, neden Ayşe değil, neden anneannenin ya da benim ninemin adını koymuyoruz. Başka bir isim olamaz mı” diye sormamıştı. Sorsaydı keşke, Ünzile’nin kendisi için ne ifade ettiğini.. ** Birkaç yıl önceydi. Temizlik yapıyordu evde. Masanın bir köşesinde duran eski transistörlü radyo açıktı. Müzik dinleyip oyalanıyordu. Sunucu Sezen Aksu’nun bir şarkısını anons etmiş, sonra eklemişti: “Bu şarkıyı ezilmiş, mutsuz ve talihsiz olduğuna inanan bütün kadınlar için çalıyoruz..” Yoksul, sıkıntısı, çileli bir yaşam sürmüş bir annenin kızıydı Fatma, kendi yaşamı da pek farklı değildi. Dikkatle dinledi şarkıyı, sözleri insana bir duygu yoğunluğu yaşatıyordu. Alıp çocukluğuna götürüyordu bir anda kendisinin ya da annesinin. Ş Şöyle diyordu: “.... İnci gibidir dişi Görücü bilir işi Söğüdüm ağlar gider Olur hatun kişi Varmadan sekizine Ergin oldu Ünzile Hem çocuk hem de kadın Yağmuru kim döküyor Ünzile kaç koyun ediyor Dayaktan uslanalı Hiçbir şey sormuyor Korkar durur gitmez Köyün en son çitine İnanır o sınırda Dünyanın bittiğine Bir gül gibi al ve narin Bir su gibi saydam ve sakin Susar kadın Ünzile..” Elindeki süpürgeyi bıraktı, eşarbıyla alnının terini sildi, divana oturdu. Sessizce ağladı. Annesini, kendisini köydeki bütün kadınları anlatıyordu şarkı. O an karar verdi. “Kızım olursa adı Ünzile olacak” dedi kendi kendine. Fatma Ünzile’ye seslendikçe doğdukları yerde ölen, sesleri hep aynı kayalıklarda yankılanan kadınları hatırlayacaktı. ** O yıl ekinler kaldırıldı, sonbaharda nişalandılar. Ertesi yıl ekinler biçildikten sonra da düğün hazırlıkları başladı. Sonbahar gelince dillere destan olmasa da güzel bir düğünle evlendiler. İlk hayal kırıklığını, Ünzile ana rahmine düştükten birkaç ay sonra yaşadı Fatma.. Kasabaya gidemeyeceklerini söyledi Hasan.. Oysa en büyük hayaliydi bu köyün yazgısından kurtulmak.. Şimdiye kadar hiç görmediği, küçücük de olsa tek penceresi ana caddeye bakan bir evde oturamayaca,kızını kasabada büyütemeyecek, güzel okullarda okutamayacaktı. Ünzile ile köyün yakınındaki ormana doğru yürürken hep bunları düşündü Fatma.. Ne kasabası, haftada bir ormanda madımak toplamaktı onun kaderi.. Çoğu asırlık meşe ağaçlarıyla kaplı orman, öğle saatleri olmasına rağmen loştu..Çünkü o kadar sıktı ki ağaçlar, güneş yere ulaşamıyordu. Serinlik ve nem en önemli özelliğiydi ormanın. Bu ortam zengin bir bitki örtüsünün de yaşama alanıydı. Köydeki kadınların hemen hemen hepsi zaman zaman buradan faydalı otları toplar, değişik yemek, salata ve börekler yapar, kimisi de büyüklerinden kalan alışkanlıkla kaynatıp her derde deva ilaçlar hazırlardı. Şimdi madımak zamanıydı, hem kendileri için hem de komşuları Hafize teyze için ot toplayacaktı Fatma. “Ünzile, ot yolacağım biraz, sen de kendi kendine oyna, yanımdan fazla uzaklaşma” dedi kızına, işe koyuldu. Daldı gitti yine..Madımak yolarken aklı başka yerdeydi. Yoksul çocukluğunu, gerçekleşmemiş hayallerini düşündü. 20 yaşındaydı ve tadına doya doya gençliğini yaşamış saymıyordu kendini.”Hep başkaları için yaşadım ve hayatım böyle geçecek. Ünzile tek umudum. Hiç olmazsa onun hayatı benim gibi olmasın. Ama nasıl olacak? Bu köyde oturmaya devam ettikçe bu imkansız.” Eğildiği yerden doğrulduğunda aklına geldi Ünzile. Seslendi: “Ünzile kızım, Ünzile neredesin?” Görünürde yoktu Ünzile. Sesini de hiç duymamıştı. Ne kadar zaman geçmişti düşüncelere daldığından beri, bilmiyordu. Telaşlandı, bir daha bağırdı: “Ünzileee!” Ormanda neşeli kuş cıvıltıları dışında en ufak bir ses yoktu. Hangi yöne gittiğine bakmadan koşmaya başladı Fatma, bağırıyordu bir yandan: “Ünzile kızım, neredesin, ses ver yavrum beni duyuyor musun?” Sesini duyuramıyordu. Ormana ölüm sessizliği çökmüştü şimdi. Ne yapacağını bilemez halde koşuyor, bağırıyordu Fatma. Nereye gitmişti bu kız, eve döndüğünde ne derdi kocasına. Ya Ünzile’nin başına bir şey geldiyse. Ölürdü, yaşayamazdı kızı olmadan. Ünzile hayatla en önemli bağı idi. Yaklaşık bir saat boyunca, ortalığı telaşa vermeden ama kendi telaşını içinde büyüterek kızını aradı Fatma, bulamadı. Hava kararmaya başladı. Ya bulamazlarsa, karanlık basınca ne olacaktı? Ne yapardı biricik yavrusu, kurdun kuşun arasında. Parçalarlar, öldürürlerdi.. Koşar adımlarla eve döndü. Korku ve endişe yüzüne sinmişti. Teşalı annesinin gözünden kaçmadı, ilk annesine sığınmıştı zaten. Anlamıştı yaşlı kadın birşeylerin ters gittiğini. “Ne oldu Fatma, Ünzile nerede?” “Bilmiyorum ana, madımak topluyordum. Kaşla göz arasında kayboldu ortadan. Anlayamadım nereye gitti, her tarafı aradım, bulamadım. Ama, nereye gitmiş olabilir?” Annesi de telaşlanmıştı: “Gel kızım kocana haber verelim. Akşam olmadan bulalım şu kızı. Gece olduğunda ne yapar o soğukta, donar yavrucak.” Ünzile’nin kaybolduğu haberi kısa sürede köyde duyuldu. Köy halkı kardeş gibiydi yıllardır. 40 hanede 40 aile tanırdı birbirini. Çoğu, uzak-yakın akrabaydı zaten. Küçük kızı bulmak için yürümekte zorlanan yaşlılar bile seferber oldu. Herkes köyü çevreleyen ormana dağıldı. Derinliklerden duyuluyordu çağrıları: “Ünzileee, Ünzilee.” Yoktu küçük kız. Hava kararınca jandarma karakoluna haber verdiler. Karakolda bir manga asker vardı. Çavuşla birlikte koşturup geldiler ama onların çabası da bir işe yaramadı. Yer yarılmış, Ünzile sanki içine girmişti. Komşularından bazıları, Fatma, annesi ve Hasan’ı sakinleştirmeye çalıştığı gece boyunca: “Telaşlanmayın bir şey olmaz. Fazla uzağa gidemez. Uyuyup kalmıştır bir yerlerde. Sabaha kalmaz bulunur” diyorlardı. “Ünzile, kızım” diye ağlıyordu Fatma. Bir parça kopuyordu yüreğinden, içi acıyordu. Ya bulunamazsa? “Benim yaşamamın da bir anlamı kalmaz. Onun kaybolmasına ben neden oldum. Vicdan azabından her gün öleceğime giderim arkasından. Ne anlamı kalır ki hayatın,kızım olmazsa” diyordu. Aklına getirmek istemese de Ünzile’nin ölümünü, kızı gözünün önündeydi hep: “Uslu kızım benim, bir tanem. Nerededir acaba şimdi? Üşüyor mudur? Nasıl korkmuştur kimbilir gecenin karanlığında..” Ağlamaları haykırışlara dönüyordu bazen, çoğalıyordu, köyde yankılanıyordu: “Ne olur yavrumu bulun. Allah rızası için. Tanrım kızımı bana bağışla. Yalvarıyorum sana. Hep dua ettim. Kırmayacaksın beni. Bulacaklar kızımı. Kuzumu bana bağışlayacaksın..” Köy sabaha kadar ayaktaydı. Evlerin ışıkları gece boyunca yandı. Hasan, köyün gençleriyle birlikte elinde fener, kızıyla ilgili bir ipucu bulabilmek için, her koyağa, her çalının dibine, her taşın oyuğuna bakıyor, uykusuzluğunu unutmuş gidebileceği her yeri araştırdı. Sabah hem Yıldızeli’ndeki jandarma birliğinden hem de Sivas’taki arama-kurtarma grubundan yardıma geldiler. Civar köylerin sakinleri de aramaya katıldı. Ayrıca bir askeri helikopter de havadan araştırmaya başladı. Bu çabalar Ünzile’nin bulunacağına dair ümidi arttırdı. Yüzlerce insan onu bulmak için uğraşıyordu. “Merak etme, yakında bulup getireceğiz kızını. Sarılıp koklayacaksın, yanaklarına öpücükler konduracak yine. Ana diyecek, ayaklarının arasında dolanacak. Acıktım diyecek.. Yine ayağında sallayıp uyutacaksın. Sen hiç merak etme..” Bu umut dolu sözler sakinleştiremiyordu Fatma’yı. Gözyaşları azalmıyor, artıyordu. Bu manzarayı görenler de hakim olamıyorlardı göz pınarlarından yaşların süzülmesine. Gazetelerden, TV kanallarından muhabirler kameramanlar geldi. Röportajlar yaptılar, arama çalışmalarını görüntülediler. Ünzile’nin kaybolduğunu bütün Türkiye’ye duyurdular. Yakınları gazeteleri getirip Fatma ile Hasan’a gösterdi. Bir umuttu bu haberler. Gören olursa eğer çevre köylerden, haber verirlerdi mutlaka.. Ama hiç kimse aramadı, muhtarın evindeki telefonu. Yüreklerini ferahlatacak bir haber gelmedi. Tam ondört gün aradılar Ünzile’yi. Her sabah yeni bir umuttu Acar ailesi için. Ondört gün boyunca köyün yakınındaki Yıldız Irmağı ve çevredeki bütün ormanları didik didik ettiler. Daha önce umut verenler şimdi de Fatma’yı acı gerçeğe alıştırmak için çaba gösteriyordu.. “Fatma’m, allah böyle yazmış yazısını. Ağlama artık. Ağlarsan bulanacak mı? Ne acı yaşadığını biliyoruz. Allah kimseye evlat acısı vermesin. Bak bu köyde kaç ana evladını trafik kazasında, yangında, askerde kaybetti. Yaşanabilecek en büyük acı evlat acısı. Biz de kendi evladımız kaybolmuş kadar üzgünüz..” Bir akşam üzereydi. Aramaya katılanların çoğu geri dönmüştü. Günlerdir yürümekten ve uykusuzluktan yorgun düşmüş insanlar köy kahvesinde çay içip dinleniyor, bir yandan sohbet ediyorlardı. Köy kahvesi dışında bütün köy sessizdi. Kahvede oturanlar bir ara köy girişinde toprak yolda tozların havalandığını gördüler, sonra motor gürültüsü duyuldu, iyi bir haber geliyor diye umutlandı herkes. Gelen bir jandarma jipiydi. İçinden çavuş indi. Muhtarı sordu. Muhtar bardağındaki son yudumu bir dikişte bitirip seslendi: “Buradayım çavuş efendi!” “Biraz konuşabilir miyiz bir köşede?” Çavuşun yüz ifadesinden pek iyi bir haber getirmediği belli oluyordu: “Bak muhtar. Bir çoban buradan sekiz kilometre ileride Yıldız Dağı eteklerinde küçük bir kızın cesedini bulmuş. Çobanı da cesedi de aldık. Yıldızeli’ne getirdik. Çocuk verilen eşgale uyuyor. Ailesinin gelip teşhis etmesi gerek. Bunu gidip sen anlatıver..” Zor bir görevdi bu, bütün umutları yokedecekti. Ceset mutlaka Ünzile’ye aitti. Herşey bitmişti artık. “Tamam, gidip söyleyeyim” dedi muhtar. Yanına köyün yaşlılarından birkaç kişi daha aldı, Fatma’ların evine gittiler. Fatma, evin penceresinden gelen kalabalığı görmüştü. Hemen kapıya fırladı. Bir yandan dua ediyordu: “Allahım Ünzile’yi bana bağışla ne olur? Kızımdan iyi haberler getirsinler bana..” Kalabalık yaklaşınca anladı gerçeği Fatma. Yığılıverdi olduğu yere. Bir şey söyleyemedi. Haykırışı boğazında düğümlenmişti. Hasan koşup kucakladı eşini,içeriye götürüp yatırdı, sarılıp ağlamaya başladı sonra.. Evlerinin neşesi yok muydu artık? Ünzile bir daha gülemeyecek miydi? Baba diyemeyecek miydi? Sarılıp koklayamayacak mıydı kızını, öpemeyecek miydi mis gibi ten kokusunu içine sindirerek. Nasıl bu kadar uzaklaşmıştı, nasıl gidebilmişti sekiz kilometre öteye. Biri mi öldürmüştü, kurtlar mı parçalamıştı, kayalıklardan mı düşmüştü? Fatma ile birlikte Yıldızeli Devlet Hastanesi’ne giderken Hasan, kendine bu soruları soruyordu. “Fatma, kaç gün aradık ama yanlış yerlerde. Meğer Ünzilem nereye gitmiş de haberimiz olmamış. Ah keşke aklımıza gelseydi dağın eteklerini aramak. Nasıl düşünemedik bunu. Kim düşünebilirdi üç yaşındaki kızın bu kadar uzun yolu yürüyebileceğini..” Hastaneye vardıklarında heyecan, korku ve ümitle yorgun düşmüşlerdi. Belki de Ünzile’ye ait değildi bulunan ceset. Belki kızları yaşıyordu. Jandarma subayı, doktor ve savcı onları morga götürdü. Yanlarında köy muhtarı ve köyden bir-iki kişi daha vardı. Morg görevlisi küçücük bedenin üzerindeki beyaz çarşafı kaldırdı. Ünzile’ydi soğuk betonun üzerinde bir melek gibi uyuyan. Yüzü pespembe değildi artık, gülücükleri yoktu yanaklarında. Avurtları çökmüştü, zayıflamıştı.. Fatma’nın kızının cesedine sarılıp haykırmasına engel olamadılar. Hasan da morgun duvarına dayanıp çömeldi, kendi haline bıraktı gözyaşlarını, hıçkırarak ağlamaya başladı. “Ana, baba” dedikçe hayata daha çok sarılmalarının en büyük nedeni olan Ünzile çok uzaklardaydı artık. Morgun bir köşesinrde doktor, savcıya ilk tespitini anlatıyordu: “Cesedin üzerinde herhangi bir darp ve yara izi yok. Tecavüze uğramamış. Açlıktan ölmüş.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Engin Yavuz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |