Bir ülke bağımsız olmadan, bağımsızlık da erdem olmadan ayakta duramaz. -Rousseau |
|
||||||||||
|
“Anne zaten sen arıyorsun. Ben seni aramamıştım ki..” “Doğru, arayan sen değilsin, benim.. Niye ben böyle oldum Zeynep. Bazen ne söylediğimi, ne yaptığımı unutuveriyorum. Aklım geliyor, gidiyor.. Sende de oluyor mu bazen? Ne diyordum? Hah, Emre nasıl oldu, ilaçlar iyi geldi mi?” “İyileşti anacığım, salça fabrikasındaki işine başladı yeniden. Ben böyle grip görmedim. Bir bulaştı gitmek bilmedi. Hiçbir ilaç fayda etmedi. Emre başından gitsin diye çok uğraştı başaramadı, hastalık sıkıldı da kendiliğinden gitti.. Anne Ceren’i de doktora götürdük. Onbeş güne kadar doğum yapacak. Bebek çok sağlıklı, her şey yolunda gidiyor. Torununun çocuğunu göreceksin, bu mutluluk çok az kişiye nasip olur. Dilerim torununun torununu da görürsün. Gelecek misin kasabaya? Gelsen iyi olur artık. Yarın hazırlan istersen Emre de gelip seni alsın.. Ne dersin?” “Geleyim gelmesine de Erol çok sigara içiyor, rahat namaz kılamıyorum, sabahları erken kalkmak istiyorum, gürültü olmasın diye kalkamıyorum. Sizi rahatsız etmek istemiyorum, kurulu düzeniniz var. Herkes evinde mutlu. Ceren doğumunu yapsın, en iyisi öyle geleyim olur mu kızım? Sakın gönül koyma bana.. Hakan ile birlikte geliriz. Hem pek iyi hissetmiyorum kendimi. Hala dengem bozuk, yürümekte zorlanıyorum..” “Peki anne, nasıl istersen.. Teklif var, ısrar yok.. Bu kapı sana her zaman açık, damadının da seni ne kadar çok sevdiğini biliyorsun. Sen geldiğinde hiç rahatsız olmuyoruz, aksine çok mutlu oluyoruz bilesin.. Ben seni hep yanımda istiyorum ama gelmiyorsun..” “Bilmez miyim kızım? Baban bu dünyadan gideli altı yıl oldu. Önceleri korkuyordum ama bu evde zamanla yalnız yaşamaya alıştım, yalnızlığı sevdim. Çiçeklerim, televizyonum ve komşularımla çok mutluyum.” “Kapı açıldı anne, tüpçü geldi sanırım. Haydi hoşça kal, sonra yine görüşürüz.. “Tamam kızım, damadıma, Ceren’e, Emre’ye selam söyle.. Bir gelişme olursa beni haberdar edin olmaz mı? Kal sağlıcakla..” Yanık kokuları gelince mutfaktan, kıymalı patates yemeğini ateşte unuttuğunu anımsadı Nebahat Hanım.. Yağlı kokular çıksın diye balkon kapısını açtı, söylendi kendi kendine: “Ben ocakta yemek unutacak insan mıyım? Ne oluyor bana böyle? Neden unutkan oldum.. Ya mutfağın iç kapısı kapalı olsaydı, belki aklıma bile gelmeyecekti. Ya yangın çıksaydı ne yapardım yalnızbaşıma? Allahım sen benim aklımı koru.. Aklım, en değerli servetim.. Aklımı yitirsem, yaşamanın ne anlamı kalır, oğullarıma, kızıma yük mü olurum?. Asla, öyle yaşamaktansa ölürüm daha iyi..” Birkaç hafta kadar önceydi.. Kendisini her öğlen arayıp hal-hatır sormayı alışkanlık haline getiren küçük oğlu Hakan’a dert yanıyordu: “Tuvalete gitmek için kalkmak istedim. Doğrulmaya çalışıyordum yatağımda.. Aniden sallandım.. Hızla yere kapaklanacağımı sandım. Hayır, tansiyon düşmesi gibi değil.. Çok garipti.. Zaman zaman başımın döndüğü olur ama böylesini hiç yaşamadım.. Ensemden gelen bir başağrısı başladı sonra.. Sabah erkenden kalktım ama sarhoş gibiyim. Yan yan gidiyorum, dengem bozuk.. Kaç gündür nezleyim biliyorsun, bundan mı acaba ne dersin?” Anne ben doktor muyum? Neden ağabeyimi aramadın şimdiye kadar? Bir muayene olmanda fayda var.. Bence hemen ara, git seni tepeden tırnağa muayene etsin.. Orası sigorta dispanseri. Tahlillerini de yaptırırsın.. İstersen ben gelip seni götüreyim..” “Ne gereği var oğlum. Binerim dolmuşa dispanserin kapısının önünde inerim. Kebire Hanım’ın kızı Suna da gelir, bana arkadaşlık eder.. Bir-iki saatte gider döneriz. Sen rahatsız olma oğlum..” “Dönünce beni ara, haberim olsun.. Dikkatli ol, aklım sende kalmasın..” Hakan fazla sabredemedi, bir saat sonra ağabeyi Erdal’ı aradı: “Merhaba ağabey, merak ettim, annem ne durumda?” “Beyninde bir sorun yaşadığı belli. Tomografi çekilmesi gerekiyor. Nöroloji uzmanı bir arkadaşım var. Aradım, bekliyor. Ablan da gelecekmiş kasabadan, birlikte gidecekler. Annem buradan ayrılalı yarım saat oldu. Birazdan eve ulaşır. Hakan, aramızda kalsın durumunu ben pek beğenmedim. Rahatsızlığının ne olduğu yarın ortaya çıkacak. Ama endişeliyim, babamı daha yeni kaybettik, annemi de kaybetmek istemem..” * * * * Hakan, salondaki masaya oturmuş bir yandan internetteki sağlık sitelerinden topladığı bilgileri inceliyor, bir yandan okuduklarını yüksek sesle karısına tekrarlıyordu.. Sesi kederliydi: “Alzheimer Hastalığı en sık görülen bunama tipidir. Bunama, günlük yaşam aktivitelerinin sürdürülmesini engelleyen, kronik bir beyin hastalığıdır. Bunama, büyük çoğunlukla geri dönüşsüz ve ilerleyici bir durumdur. Alzheimer Hastalığı erişkinliklerde kalp hastalıkları, kanser ve inmeden sonra gelen en sık ölüm nedenidir. Alzheimer Hastalığı’nın seyri genellikle yavaştır. Tanı konan hastaların büyük çoğunluğu altmışbeş yaşın üzerinde olmakla beraber, kırklı ve ellili yaşlarda da görülebilir.. Alzheimer bulaşıcı bir hastalık değildir. Alzheimer Hastalığı’nın nedeni tam olarak bilinmemektedir.. Hastalığın ortaya çıkmasında birden fazla etken rol oynuyor olabilir. Olası nedenler arasında kalıtım,beyinde anormal proteinlerin birikimi ve çevresel faktörler(zehirli maddeler) sayılabilir. Ailenizde Alzheimer hastası varsa bu sizin de ileride hasta olacağınız ya da hastalığı çocuklarınıza aktaracağınız anlamına gelmez..” “Annenin bundan haberi var mı Hakan? Bilse herhalde yıkılır. Yetmişbeş yaşında kadın ama hayatının en mutlu dönemi yaşadığı son yıllar.. Biraz daha sürdürebilse mutlu yaşamını, özgürlüğünü doya doya yaşayabilse.. Babandan az çekmemiş..” “Ablam anlattı, doktor anneme ne demiş biliyor musun? Bundan sonra artık yerinden kalkmayacaksın teyzeciğim. Soba yakmak, yemek pişirmek yok. Sen oturacaksın, sana çocukların sana hizmet edecek. Annem ağlamaya başlamış.. Nasıl doktor bunlar, hayata böylesine bağlanmış bir insana sen öldün demekten ne farkı var böyle konuşmanın? Annem bir şeylerin kötü gittiğini hissetmiş ama kendisine yakıştırmak istemiyor hala.Bu hastalığın Alzheimer olduğunu bilmiyor henüz. Akşama gidip bir elini öpeyim moral vereyim. Allahım nereden çıktı şimdi bu hastalık?” * * * * Şimşekli, gökgürültülü bir yağmur akıyordu kentin üzerine. “Ne kasvetli hava” dedi Zeynep, “Anne, güneşli bir bahar günü olsaydı şimdi, sahile gidip bir çay içerdik seninle körfeze karşı. Ne iyi olurdu.. Yıllar var gitmedim Karşıyaka’ya.. İzmir’in burnunun dibindeyiz, körfezi sadece hayal edebiliyoruz artık. Ne hayat!” Nebahat Hanım, gözleri televizyondaki Brezilya dizisinde ama aklı kimbilir nerelerde iyice yaslandı oturduğu koltuğa, usulca sordu: “Bana ne oldu Zeynep? Doktor ne dedi? Benim hastalığım ne? Teşhis koymadılar mı? Bak hala düzgün yürüyemiyorum, sendeliyorum adım atarken. Ayaklarım benim değil sanki, yoksa yavaş yavaş ölüyor muyum?” Engel olamadı gözyaşlarına, birden hıçkırıklara boğuldu, sarsıla sarsıla, ama karşısındaki insana rahatsızlık veriyor olmanın ezikliği ile ağladı Nebahat Hanım.. “Anneme Alzheimer olduğunu nasıl söylerim” dedi Zeynep kendi kendine.. “Hiç olur mu anneciğim, sen ne diyorsun? Geçici bir rahatsızlık bu.. Sana verilen ilaçları kullanmaya başla, bak kısa sürede nasıl iyileşeceksin.. Onbeş gün geçmez yine akraba günlerine katılırsın sen, hiç merak etme..” Gerçeği nasıl anlatırdı annesine ya da kim koyabilirdi hastalığın adını? Bunu hiçbir zaman bilmeyecekti Nebahat Hanım.. Annesini muayene eden doktor ile ağabeyi böylesinin daha iyi olacağını söylemişlerdi.. Nebahat Hanım dışarıda işlemlerin tamamlanmasını beklerken ağabeyi ile bir köşede konuşmuşlardı: Bak Zeynep, annemin durumu ciddi.. Bir hafta kadar önce beyin enfarktüsü geçirmiş, beyninde bir çeşit kanama olmuş. Valide hanımın bütün beyin damarları tıkanmış Zeynep.. Nörolog arkadaşımın koyduğu teşhis Alzheimer. Bu tahribatın geriye dönüşü yok. Verdiği ilaçlar ise birgün tanık olacağımız acı sonu mümkün olduğunca geciktirmeye yönelik. Bu süreç on yıl da olabilir bir yıl da olabilir dedi arkadaşım. Bekleyip göreceğiz. Ama şunu bilmeni istiyorum, iyileşme ihtimali bulunmuyor. Bu gerçeğe hepimiz alışacağız..” “Nasıl bir hastalık bu ağabey, ne olur anlat bana! Şu anda ne kadar üzgün olduğumu sana tarif edemem..” “Şimdi her şey normal görünüyor, bir tuhaflık yok annemin davranışlarında.. Ancak bir süre sonra isimleri, telefon numaralarını unutup tekrar hatırlamayacak. Alzheimer hastaları yakın geçmişteki olayları, insan isimlerini ya da telefon numaralarını daha sık unuturlar ve daha sonra da hatırlayamazlar.. Telaşlı insanlar bazen fırında yemek pişirdiğini unutabilir ve yemek yandıktan sonra hatırlar.. Alzheimer hastaları ise yemeği fırında unutmakla kalmaz, hazırladıklarını da hatırlayamayabilirler.. Hepimiz bazen konuşurken doğru sözcükleri bulmakta güçlük çekebiliriz. Alzheimer Hastaları ise kelimeleri unutabilir ve yerine hiç ilgisi olmayan sözcükleri kullanabilir. Normal bir insan için hangi yönde olduğumuzu ya da nereye gideceğimizi bir an için unutmak olağandır.. Alzheimer Hastaları ise her gün geçtikleri sokaklarda kaybolabilir, nerede olduklarını, oraya nasıl gittiklerini ve evlerine nasıl döneceklerini hatırlayamayabilirler.. Alzheimer hastaları asıl yaptıkları işi tamamen unutabilirler, uygun bir şekilde giyinemeyebilirler, birkaç elbiseyi ya da gömleği üst üste giyebilirler. Daha nasıl örnek vereyim? Çoğumuz cüzdan ya da anahtarlarımızı olağandışı yerlere koyar sonra da bir süre hatırlayamayabiliriz. Alzheimer hastaları ise eşyalarını olmadık yerlere bırakırlar ve hatırlamazlar. Örneğin gözlüğünü buzdolabına, tuzluğu şeker kavanozunun içine koyabilirler.. Alzheimer Hastaları herhangi bir neden olmadan aniden ağlayabilir ya da bir anda çok sinirli bir insan haline gelebilir. Şüpheci, telaşlı ya da korku içinde bir ruh hali sergileyebilirler.. Her şeyi unuturlar, açıklamaya çalışırlar, doğru kelimeleri bulamazlar. Sürekli davranış problemleri yaşarlar, gerginlik, öfke ve hırçınlık göstererek kendilerine ya da çevrelerine zarar verebilirler.. Hastalık beyni tahrip ettiği için gördüklerini ve işittiklerini anlamayan hastalar korkar ve telaşlanırlar. Bazı hastalar alır başını gider, amaçsız gezinir.. Kalabalık sokaklarda yönlerini kaybedip korkarlar. Özellikle gece gezintileri sorun yaratır. İstifleme ve saklama sık rastlanan belirtilerdir. Çöp evler, yatağın altına biriktirmeler, çekmeceleri altüst etmeler.. Kıymetli eşyaları çöp sepetlerine, çamaşır sepetlerine atabilirler.. Annemin de yakında böyle bir insan haline gelebileceğini düşünmek bile istemiyorum. Ama ne yazık ki bu hastalık insanı yavaş yavaş tüketiyor Zeynep..” “Tedavisi yok mu ağabey?” “Hastalığın nedeni henüz tespit edilemedi. Hastalarda tam düzelme mümkün görünmüyor şimdilik. Bu hastalıkta erken teşhis çok önemli. Yeni çıkan bazı ilaçlar da iyi sonuçlar veriyormuş. Geçenlerde bir seminerde anlatmışlardı. Bizim uzmanın verdiği Exelon da bu ilaçlardan biri.. Umarım annem bunun Alzheimer ilacı olduğunu anlamaz.. Zeynep yalnızlık bu hastalığı ağırlaştırıyormuş. Annemin artık yalnız kalmaması gerekiyor. Biliyorsun babamın vefatından beri yalnız yaşıyor. Şimdiye kadar ne benim evimde kaldı, ne de Hakan’ın.. Kimseyi rahatsız etmeyi sevmez.. Evinde, yalnızlığı, televizyonu, bulmacaları, komşuları ve sardunyalarıyla çok mutlu.. Kasabaya davet etsen, seni, damadını, torununu sever annem bilirsin.. Israr edersen kırmaz, mutlaka gelir.. Hastalığın nasıl ilerleyeceğini bilmiyoruz, yalnız yaşamak bir gün anneme zarar verebilir. Bir gün mutfakta yemeği ocağa koyup saatlerce ateşte bıraktığını ya da tüplü sobayı açıp yakmayı unuttuğunu düşünmek bile istemiyorum. O zaman geç kalmış olacağız ve çok üzüleceğiz.. Anneme kesinlikle yeni bir yaşam ortamı hazırlamamız şart..” * * * * “Hiç anlamadım sanıyorlar. Doktorun verdiği ilacın içinde hepsi yazılı.. Benim hastalığım Alzheimer.. Yavaş yavaş unutmaya başlayacağım, bunayacağım.. Ev işi yapamayacağım, boş boş televizyona bakacağım, torunlarıma kazak öremeyeceğim, yıllardır tadına doyamadığım günbatımları benim için hiçbir anlam taşımayacak. Komşularım gelip gidecek belki, onları tanımayacağım, bana acıyacaklar.. Halamın bir tanıdığı vardı. Alzheimer hastasıydı.. Halam son dönemlerini anlatmıştı.. Kaçıp kaçıp gidiyormuş evden, polisin yardımıyla buluyorlarmış bir sokağın kuytusunda.. Benim sonum da öyle mi olacak? Demek birinin yardımı olmadan sürdüremeyeceğim yaşamımı.. Zeynep’in anne, gel bizde kal, başımızın üstünde yerin var diye ısrar etmesinin nedenini şimdi anladım.. Ama yapamam kimsenin evinde, ben kendi evceğizimde rahatım. Komşularla konuşurum beni hiç yalnız bırakmazlar.. Zaten ne zamandır hep yanıbaşımdalar.. İhtiyaçlarımı karşılıyorlar.. Kentin diğer ucunda yaşıyor olmasam Hakan ile Erdal sürekli gelir-gider ama ne yapsınlar, ikisinin de işi ağır.. Kendilerine zaman ayıramıyorlar bana nasıl ayırsınlar.. Yine de şükür, haftada bir mutlaka gelirler, elimi öperler, alışverişimi yaparlar.. Bana yetiyor bu kadarı.. Ayrılmam evimden! Kimseye yük olmam. Herkesin evi kendine.. Torunumun çocuğu olacak bugün yarın.. İsterler birkaç hafta kalayım.. Gitmek lazım ama gidersem dönemeyeceğim, bu evi bir daha göremeyeceğim diye korkuyorum.. Çiçeklerim, televizyonum ve komşularımla bir dünya kurdum kendime.. Gittiği yere kadar gider böyle.. Zeynep isterse gelir damat alır götürür, kalırım bir gece, ya da söylerim Hakan’a gideriz beraber takarız altınlarımızı.. Zaten yalnız gidemem.. O geceden beri eski gücüm yok, zorlanıyorum yürümekte.. İnşallah ilaçlar faydalı olur da kendime gelirim. Belki de yanlış teşhis koymuştur doktor.. Gelip geçici bir rahatsızlıktır, kimbilir.. Gazetelerde çok okudum böyle haberleri.. İyi bakarım kendime, gıdama dikkat ederim, temiz havaya çıkarım bol bol, bana bir şeycikler olmaz.. Yakında düzelirim.. Akraba günlerine bile giderim eskisi gibi..” Telefonun sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı Nebahat Hanım.. Kızı Zeynep’ti karşısındaki, sesi heyecanlıydı: “Anne, biraz önce döndük doktordan. Daha çok geciktirilmesi sakıncalıymış. Torunumuz Ilgın yarın sezeryanla doğacak.. Sen de gelecek misin? Emre’ye söylerim bir ara gelir alır seni..” “Hayır tatlı kızım.. Hakan’a söylerim, beraber geliriz biz..” “Peki anacığım nasıl istersen” dedi Zeynep kırgın bir sesle, “Canın ne zaman isterse o zaman gel..” * * * * Torunu görmeye gitmişlerdi kasabaya. Ev bayramyeri gibiydi. Her kafadan sevinçli bir ses çıkıyordu: “Güzelim benim, dedesine ne kadar benziyor..” “Farkında mısınız, çok sakin bir bebek..” “Babası da çok sessizmiş bebekken. Sütünü emer uyurmuş.. Kimseyi rahatsız etmezmiş..” “Ben Hakan’dan neler çekmiştim.. Aylarca hiç susmadı.. Kaç doktora götürdük, bir şey bulamamışlardı.. Aylar sonra sakinleşmişti..” “Hakan gel mutfakta birer sigara içelim” dedi Zeynep, “çay da demlendi..” Mutfağa girdiler birlikte.. Buğulanmış camın ardındaki bahçeyi, yapraklarını dökmüş ağaçları, kulübesinde uyuklayan evin köpeği Yağmur’u seyrettiler suskunlukla.. Çaylarını yudumlarken Zeynep, “Hakan” dedi, “Biliyorsun Ceren sözleşmeli öğretmendi. Çok istiyordu kadrolu olmayı.. Sınavı kazandı sonunda.. Ama tayini için devreye giren tanıdıkları sonuç alamadı.. Ceren’in tayini Çorum’un Osmancık İlçesi’ne bağlı Yaylabaşı Köyü’ne çıkıyormuş.. Yazısı yakında gelecek.. Emre askerlik görevine gidecek biliyorsun. Ceren de rapor süresi biter bitmez göreve başlamak zorunda.. Kızım yalnız kalamaz dağ başında çocuğu ile birlikte.. Köyde bir ev tutacağız ister istemez.. Ben kızımın yanında olacağım karneler verilinceye kadar. Annemi de götürmek istiyorum. Çünkü aklım burada kalır, huzursuz olurum.. Gözümün önünde olsun istiyorum, baksana hastalık yerleştikten sonra giyinmesi, banyo yapması, tuvalete gitmesi zorlaşıyormuş, idrarını tutamıyormuş, kendisine güveni azalıyormuş.. Kısacası bakıma ihtiyacı olacak.. Bir bakıcı da tutabiliriz ama ben istemiyorum, anneme bakabilirim.. Neler çekmiş beni büyütürken.. Şimdi sıra bende.. Eğer ikna edebilirsek, iki ay içinde hazırlanır birlikte yola çıkarız.. “ * * * * Yağmur az önce dinmişti. Karaburun Dağları üzerinde bulutlar dağılmış, kavuşmak üzere olan güneşin soğuk kızıllığı bulutlara yansımıştı.. “Yıllardır her akşamüzeri bu pencereden günbatımını seyrederim” dedi Nebahat Hanım, üst kat komşusuna. Kardeş gibiydiler ne zamandır, ahretlik derlerdi birbirlerine, sırdaştılar, yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi.. “Haziran ayına kadar köyde kalacakmışız.. Öyle söyledi kızım.. Nasıl zor geliyor bu evi kapatmak biliyor musun Fatma Hanım.. Ya bir daha dönemezsem diye endişeleniyorum. Belki de geri döndüğümde hastalığım ilerlediği için ben bu evi tanımayacağım bile. Niye buraya geldiğimi bile bilmeyeceğim. Şu güzel çiçekler benim için hiçbir anlam ifade etmeyecek.. Nasıl sabırla büyüttüm, yetiştirdim onları. Sen haftada bir gelir sularsın artık. Ben dönünceye kadar solsunlar istemem.. Şu çiçeğin rengine bak, sen böyle karanfil gördün mü? Balkondaki sardunyalar neredeyse dört mevsim, pembe, bordo, kırmızı çiçekler açarlar. Gözüm gibi bakarım onlara.. En çok sardunyaları severim, annem de-rahmetli- bayılırdı sardunyaya.. Pencere içlerine sıra sıra saksılar dizerdi.. Sardunyalarıma yine bakacağım geriye döndüğümde. Yapraklarını okşayacağım, çiçeklerine dokunacağım, uysalca eğilecekler ve ben onların çiçek olduğunu hatırlamayacağım. Bulmacalarımı çözebilecek miyim acaba? Sahi, Fatma Hanım. Bakalım bilebilecek misin? Neydi, soldan sağa üç.. Görünümü biraz da kediye benzeyen, daha irice, yırtıcı yaban hayvanı.. Beş harfli. İlk harfi V çıkıyor. Saatlerdir düşünüyorum, gelmiyor aklıma.. Eskiden başladım mı bitirirdim.. Artık bana bir bulmaca sözlüğü gerek.. Çözemedim mi üzülüyorum çünkü.. Vaşak mı, tamam oldu..İşte böyle kardeş, yavaş yavaş, üstelik bunun farkına bile varmadan ölüme gitmek… Ben hayatı seviyorum Fatma Hanım, bu evi, bu sokağı, karşıdaki dağları, sizleri seviyorum.. Ayrılmayı hiç istemiyorum buradan, ayaklarım geri geri gidecek.. Hiç tadım yok günlerdir.. Bu hastalığa yakalanmış olduğumu bilmek benim için yarı yarıya ölmek gibi.. Ve her geçen gün de daha kötü olacakmışım.. Hiç iyileşmeyecekmişim senin anlayacağın.. Tanrı kimseye vermesin.. Yakınlarıma ağırlık olmak istemiyorum ben. Dilerim kısa sürsün, acınacak bir zavallı haline gelmek istemiyorum. Ve şimdi ben o yolculuğa çıkıyorum Fatma kardeş.. Sana şöyle bir dünya gözüyle bakayım, geri döndüğümde bir bakarsın seni de hatırlayamam..” * * * * “Zeynep, neredeymiş bu Osmancık? Nasıl bir köymüş Yaylabaşı.. Bilirsin severim köyleri, belki köyde değil ama köy gibi bir kasabada geçti çocukluğum..” “Anne, Emre annesiyle birlikte gidip görmüş. Osmancık ilçesi Çorum’a ellialtı kilometre uzaklıkta Karadeniz’e yakın bir yerleşim yeri. Yaylabaşı ise Osmancık’a otuzbeş kilometre uzaklıkta iki-üç yüz nüfuslu bir dağ köyü imiş.. Ama hiç ormanlık alanı yokmuş.. Buğday, arpa tarlaları ile çevriliymiş.. Okul köyün dışındaymış, taşımalı eğitim için civar köylerden öğrenciler Yaylabaşı’na geliyormuş.. İlçe uzak olduğuna göre- yolu da kötüymüş- köyde ev tutmak zorunda kalacağız bulabilirsek. Köy hayatı, temiz hava, tabiat sana da iyi gelir anne ne dersin?” “Madem siz ana-kız kalamıyorsunuz, size arkadaş olayım bari.. Ne zaman gelirsiniz beni almaya.. Yarın gelmeyesiniz, ahbaplarla, komşularımla vedalaşacağım, giysilerimi, eşyalarımı bavula yerleştireceğim. Evin anahtarını üst kat komşuma - Fatma Hanım’ı hatırlarsın, hani son gelişinde senin için bir tepsi kıymalı börek yapmıştı- emanet edeceğim.. Bütün kazaklarımı yanıma alsam iyi olur değil mi? Kışın kar hiç kalkmazmış öyle dedi dünürün.. Siz de alın üşütmeyelim orada.. Aklım çiçeklerimde kalacak. Nasıl da özenle bakıyordum onlara.. İlk kez bu kadar uzun bir süre ayrılacağız. Fatma Hanım sulayacak ama ben dönünceye kadar mahsun kalacaklar..” “Çiçeklerine bir şey olmaz anneciğim, merak etme.. Dört ay nedir ki, göz açıp kapayıncaya kadar gelir geçer.. Neyse biz Perşembe günü gelip seni alalım. Cumartesi sabahı kasabadan yola çıkarız. Bir kamyonete de Ceren’in ev eşyalarını yükleyip gideriz birlikte..” “Hay Allah! Kızım dur, banyodan su sesi geliyor.. Kovayı dolduruyordum, seninle konuşmaya daldık, unutuverdim. Sorma, sabahleyin de ilaçlarımı içmeyi unutmuşum.Yatak odasında sehpanın üzerinde bıraktığım hapları, çekmeceden havlu çıkarırken farkettim. Haydi kapat telefonu da hazırlanmaya başlayayım ben. Yıkanacak çamaşırlar var daha..” * * * * “Ne güzel bir gün. Radyoyu dinledim, kuzeyden soğuk hava geliyormuş. Belki biz gidene kadar o yöreler bembeyaz olur. Kar da güzel ama İzmir’i, beni burada mutlu eden ne varsa hepsini özleyeceğim. Ama sanki bir daha dönemeyecekmişim gibi geliyor..” “Aman anne, neler diyorsun sen.. Sanki hiç uzun yolculuğa çıkmadın daha önce.. Sağlıkla gidip sağlıkla döneceğiz merak etme.. Giysilerin, eşyaların tamam mı? İlaçlarının hepsini aldın mı yanına.. Onüç-ondört saat yol.. Zamanında içmezsen faydası olmaz.” “Merak etme kızım, önce bir kağıda liste yaptım, defalarca kontrol ettim. Hepsini tek tek yerleştirdim bavuluma. İhtiyacım olan her şey yanımda, emekli maaşı kartım, nüfus cüzdanım, şişler, tığ, aylardır biriktirdiği bulmacalar, uzak-yakın gözlüklerim, el radyom, eyvah gördün mü sen, duvar takvimini alacaktım yanıma. Neyse, eve döndüğüm zaman aklım başımda olursa tek tek koparırım eskiyen yapraklarını. Ama ne olur ne olmaz biz Çorum’dan bir saatli maarif takvimi alalım.. Namaz vakitlerini kaçırabilirim sonra…” Otomobilin altından kayıp giden, kayıp giden yol çizgilerine baktı Nebahat Hanım.. “Artık demir almak günü gelmişse zamandan, meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan” dedi içinden tevekkülle.. İzmir’i, evi, çiçekleri, sırdaşı Fatma Hanım giderek uzaklaşıyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Engin Yavuz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |