Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. -Cervantes |
|
||||||||||
|
Saatine bakmayı hatırladığında vakit geceyarısına yakındı. Öğleden bu yana yağan kar dinmiş, görevini insanın yüzünü yakan bir ayaza devretmişti. İki saattir yürüyordu. Miflonlu kabanı derisine kadar işleyen soğuktan koruyamıyor, dişlerinin tıkırdamasını engelleyemiyordu. “Ne olurdu otobüs bileti alacak param olsaydı, bu Aralık akşamında eve yürüyerek dönmek zorunda kalmazdım.Lanet olsun”diye yakındı. Neyse, Beşiktaş’ta yalnızbaşına kaldığı dairenin bulunduğu apartman çok yakınındaydı artık. Sahilden yürüyordu. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Kar bulutlarının yerinde soğuk yıldızlar asılıydı şimdi. Çamlıca sırtlarından yükselen sedef renkli dolunayın aydınlığı boğazın karanlık sularında titreşiyor, yolcu gemileri, sahilde ışıkları tek-tük yanık konaklar, yukarıda binlerce aracın gürültüyle aktığı boğaz köprüsü zevk almayı bilenler için doyumsuz bir gece manzarası oluşturuyordu. Gündüzleri büro olarak kullanıldığı için bu saatlerde beş katlı apartmanda kimse bulunmazdı. Zaten kendisi de üniversiteden arta kalan zamanlarında yardım ettiği mimar amcasının, kalmasına izin verdiği tek odada yaşıyordu. Koca binada yapayalnızdı. 16 yaşında İzmirli bir genç için 4.5 milyonluk bir kentte kimsenin oturmadığı bir apartmanda yalnızbaşına yaşamak biraz da zorunluluktandı. Subay emeklisi babası ile öğretmen emeklisi annesinin her ay kendi yaşantıları için gerekenden fedakarlık ederek kendisine gönderdiği 2 bin lirayla sürdürmek zorundaydı eğitimini. Bu para yetmemiş, 2 bin lira daha kazanmak için fakülteden geri kalan zamanlarında amcasının işlerine de yardım etmeye başlamıştı. Bir masa, bir sandalye, bir yatak, küçük bir kitaplık ile birkaç parça mutfak eşyasından ibaretti bütün eşyaları. Yaklaşık bir yıldır okul dönüşü, yaşamının büyük bölümü bir penceresi tenha sokağa bakan bu odada geçiyordu. Gündüzleri İzmirli birkaç arkadaşı ile birlikte olduğu saatleri saymazsak, gününün büyük bölümünde yapayalnızdı. Hele uzun ve bitmek bilmeyen kış geceleri İzmir’den alıp getirdiği el radyosu olmasa hiç çekilmezdi. Küçücük bir radyo almıştı İstanbul’a gelmeden önce harçlıklarından. Enerjisi çabuk bitmesin diye eski bir telsizin aküsünü bağlamıştı pillerin yerine. Orta dalgadan TRT-1’i dinliyor, dinledikçe yalnızlığını unutuyordu. İzmir türküleri, beraber ve solo şarkılar, yurttan sesler korosu, haberler, dinledikçe O’na İzmir’i hatırlatıyor, özlemini biraz olsun dindiriyordu. Hele, “İzmir’in kavakları” türküsü.. Dalıp gidiyordu. Gözlerinin önünde doğduğu kent, evleri, sokakları, körfezi, parkları, sahilleri, ağaçları.. Buram buram İzmir doluyordu içine. Arkadaşı gibiydi Standart marka radyo. Düğmesini kapatmak istemiyordu çoğu zaman. Yayında bir sorun yaşansa İzmir ile ailesi ile arkadaşları ile bütün bağları kopmuş gibi oluyordu. Yaşadığı kente bir daha geri dönemeyecekmiş korkusuna kapılıyordu. Çünkü telefonla ancak haftada bir arayabiliyordu yakınlarını. Işıkları kapatıp yatsa bile, gözkapakları uykuya direnemez hale gelinceye kadar şarkıları, türküleri dinler, çoğu zaman uyandığında, radyosunu kapatmadan uyumuş olduğunu farkederdi. Yatarken, kahvaltıda, okul yolunda, ders çalışırken, tek dalga radyosunu yanından hiç ayırmazdı. Galata Köprüsü’nde balık avladığı günlerde bile. Cumartesi ve Pazar günleri kahvaltısını hızla bitirir, her zaman oda kapısının arkasında asılı duran olta takımını ve kovasını alır Galata Köprüsü’ne giderdi. En büyük keyfini tatil sabahlarında yaşardı. Beraber ve solo şarkılar eşliğinde oltasını köprüden Haliç’in sintineli bulanık sularına bırakır kısmetinin gelmesini beklerdi. Balık avlamaya bayılırdı. Tarhana çorbası, sahanda yumurta ve makarna ile geçiştirilmiş bir haftanın ardından tatil akşamları mutlaka ucuz bir şişe şarapla balık ziyafeti olurdu. Bu yüzden kovası istavrit ve hamsi dolmadan evine dönmezdi. Yine bir Ocak sabahı İstanbul sisler arasındayken Galata Köprüsü’nde yerini almıştı. Radyosu köprünün korkuluğu üzerinde yanıbaşındaydı yine. Soğuk ama bereketli bir sabahtı. Attığı oltaların hiçbiri boş dönmüyordu. Balıklar kovanın içindeki suda kıpır kıpırdı. Balıklar Standart radyoda çalan Karadeniz türküsünün ritmine uygun oynaşır gibiydiler. Mutlu olmak için ne istiyorsa vardı. İzmir’den esintiler taşıyan şarkılar, öğle ve akşam yemeklerinde bol protein alacak olmanın rahatlığı ve İstanbul, yalnızlığını bile unutturmuştu. Köprünün altında büyük bir sürü olmalıydı. Yukarıda süzülen ve ikram edilecek balıkları bekleyen martıları da unutmuyordu. Denize fırlattığı balıkları kapışmak için çığlık çığlığa dalıyorlardı Haliç’in sularına. Hava kararıyordu. “Artık eve dönme zamanı geldi, yayan gideceğim, şimdiden yola çıkmalı” diye düşündü. Oltasını son kez hazırladı, iğnenin ucuna küçük bir balık parçası yerleştirdi “Rastgele” dedi içinden. Oltayı sağ eliyle kavradı, başının üzerinde çevirmeye başladı. Her zamankinden birkaç metre daha öteye fırlatmaktı amacı. İşaret parmağı ile başparmağı arasında gerilen misinayı birden bıraktı. O anda dirseği köprünün korkuluğu üzerinde duran radyosuna çarptı. Radyo hızla Haliç’e düşerken, TRT’nin akşam haberlerinde spiker, “İstanbul Üniversitesi ikinci sınıf öğrencisi Orhan Çameli, Küllük’te kimliği belirsiz kişiler tarafından yaylım ateşine tutularak öldürüldü, soruşturma sürüyor” diyerek meydana gelen yeni bir siyasi cinayeti duyuruyordu. Mahsun, şaşkınlık ve çaresizlik içinde biricik arkadaşının karanlık sularda kaybolmasını izledi birkaç saniye boyunca. Neşeli günlerinde neşesini paylaşan, kendisini en yalnız hissettiği gecelerine ortak olan, bazen sırlarını anlattığı, türküleriyle gülüp, şarkılarıyla ağladığı dostundan hiç beklemediği bir anda ayrılmış olmanın acısını yaşıyordu. Gözleri karardı, başı döndü. Hızla köprünün merdivenlerine yöneldi. Radyosunu bir daha göremeyeceğini bile bile aşağıda, sandalların bağlı olduğu köprü ayaklarına doğru koşuyordu. Aşağıda üç polis memuru oturuyordu. Telaşlı hali gözlerinden kaçmadı. “Ne var evlat, ne bu heyecan, nereye koşuyorsun “ dedi içlerinden yaşlı olanı. “Radyom denize düştü!..” “Üzülecek ne var, biraz da balıklar Gönül Yazar dinlesin..” Bu sözler o anda bir cop kadar inciticiydi. Deniz kıyısına çömeldi, başını ellerinin arasına aldı, ağladı, ağladı... Bir yanı eksikti şimdi. 16 yaşındaydı ve bu koca Kentte yapayalnızdı. Yeni bir radyo olsa.. Onun yerini kim doldurabilirdi ki...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Engin Yavuz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |