..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Kitabının bir kopyasını gönderdiğin için sağol. Onu okumakla hiç zaman yitirmeyeceğim. -Moses Hadas
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Anı > Engin Yavuz




11 Kasım 2002
Bağbozumu  
Engin Yavuz
Nuriş’lerin evinin karşısında komşuları Çetin’e ait, her tarafını asmaların sardığı, pembe üzüm salkımlarıyla süslü bir bağevi vardı. Girişi domates tarlası, arkası asmaydı. Yoldan girip tarlanın önündeki patikadan birkaç adım atılınca sol tarafta ağzı ko


:CJFH:
Üç günden bu yana şiddetli poyrazın etkisiyle savrula savrula yağan, evlerin kuytularında, dere koyaklarında, ağaç diplerinde iri yığınlar oluşturan kar hızını azaltmış, rüzgar da hemen hemen dinmişti. Yine de havanın ayazı, yüzünü kesiyordu genç adamın. Mart ayı için oldukça soğuk bir gündü. Gökyüzüne baktı:
“Bulutlar dağılacak gibi değil. Arkası gelecek bunun” dedi kendi kendine..
Bir nefes daha çekip ciğerlerine elindeki sigarayı fırlattı yere.. Öksürdü bir iki kez. Siyah kabanının yakalarını düzeltti, eliyle kasketini yokladı, yeniden asıldı dizginlere.
Müslüman mahallesinin Arnavut kaldırımı döşeli daracık sokaklarında gidiyordu, un, pirinç, bulgur çuvalları ve öteberi yüklü arabasıyla. Daha erkendi ama kara bulutlar Florina’nın çevresindeki tepeleri örtecek kadar alçaldığından hava alacakaranlıktı.
Sokak arasında nal, tekerlek takırtıları, kırbaç şakırtılarını evlerin duvarlarına yansıtarak ilerledi. Akşam ezanı okunmamıştı daha.. Ama bağdadi evlerde fenerler ve gaz lambalarının ışıkları perdeleri çekili pencerelerden titrek titrek, gölge oyunları yaparak yansımaya başlamıştı bile.
Unları değirmenden, bulgur çuvallarını Biliste’deki tüccarın deposundan yüklemiş, kar kalınlığının atların dizboyuna kadar yükseldiği yayla yollarında saatlerce yol almıştı. Bu yüzden gün aydınlığında dönememişti Florina’daki Adem Bey’in konağına..
Bu konak için “Saray yavrusu” derdi genç adam, kasabada bir benzeri daha yoktu. Yirmi odası olduğu söylenirdi dilden dile..
İki metre yüksekliğinde kerpiç, alt kısmı çivit mavisi, üstü kar beyazı boyalı duvarla çevrili, iki katlı, pencereleri kırmızı, yeşil, sarı nakış işlemeli beyaz patiska perdelerle süslü, boyasında sarının hakim olduğu, çevrede yaşayanların tabiriyle kale gibi sağlam bir yapıydı.
Avlunun ana kapısı binanın Kurşunlu Camii’ne çıkan geniş yola bakan cephesindeydi. Meşe tahtasının doğal renginde, hafif eskimiş, üzeri işlemeli ve oymalı, kocaman iki kanadı olan bu kapı at arabalarının da avluya rahatlıkla girip çıkabilecekleri büyüklükteydi. Konakta yaşayanların kullanması için de büyük kapının kanatlarından birine daha küçük, insan boyundan biraz yüksek bir kapı daha yaptırılmıştı. Daha çok bu küçük kapıdan girip çıkılırdı.
Ana kapının dışında, iki yanda kaç yıl önce dikildiği belli olmayan, yemyeşil, sağlıklı iki çınar ağacı vardı. Avluda duvar diplerinde ise boylu kavaklar sıralıydı.
Genç adam küçük kapıya bir kanca ile bağlı demir halkayı birkaç kez kapıya vurdu, cevap bekledi, yine vurdu.
İçeriden yaklaşan ayak sesleri duyuldu:
“Kim o?”
“Benim Lütfü, arabacı..”
Aylıkçılardan biri açtı kapıyı, genç adama:
“Yük mü getirdin, dur kahyayı çağırayım.”
Sonra ağır ağır yürüyerek kahya İsmail geldi kapıya, Lütfü’ye tatlı-sert çıkıştı:
“Kaçta getirecektin bu malları? Bak saat kaç oldu? Birazdan müezzin çıkar şerefeye akşam ezanını okur. Millet çoktan yemeğe oturdu. Lütfü, nerede oyalandın bu saate kadar allahaşkına? Bu vakte kalınır mı, ne yapacağız şimdi?”
Lütfü üzgün ve mahcup bir yüz ifadesiyle cevap verdi:
“İsmail ağam dilersen şimdi gider gelirim yarın sabah. Sen bozma keyfini. Hem yardımcıların da rahatını bozmayayım. Belki yatacaklardı birazdan, malum sabahın köründe uyanırlar. Bu konağın işlerini çekip çevirmek kolay değildir bilirim. Bu saatte yormayayım kimseyi istersen. Haydi bana eyvallah..”
“Dur, Lütfü oğlum, hazır gelmişsin, o kadar yolu dönmeyesin bir daha.. Ben bir iki delikanlı gönderirim çalışanlardan. İndiriversinler yükü..”
Bu konağa gidip gelmeye can atardı genç adam. Konağa mal ya da bir eşya getirileceği zaman, ya da mevsimine göre üretilen sebze, meyve, tahıl ne varsa tarlalardan ambarlara taşınacağı zaman kahya İsmail birini yollar, mutlaka Lütfü’yü buldururdu.
Genç adam üç yıldır bu at arabasının üzerindeydi. Babası aniden rahatsızlanınca almıştı dizginleri eline.. Kahya babasının yakın arkadaşıydı, ne yapar yapar ayda birkaç kez iş çıkarırdı Lütfü’ye…
“Uff! Amma da soğuk” dedi kahya.
“İnsanın yüzünü ısırıyor. Bu soğukta yolculuk ne zor olmuştur senin için kimbilir?”
“Ne yapalım ağam? Evde babam, annem, kardeşlerim var. Nasıl geçineceğiz ben koşturmazsam?”
Bu sırada kahyanın yardımcılarından iki delikanlı koşarak geldi.
“Lütfü ağabey, geç kalmışsın” dedi biri..
”Ne yapalım öyle oldu.”
Delikanlılar arabadaki çuvalları bir yandan birbirleriyle şakalaşarak neşe içinde boşaltırlarken, Lütfü’nün gözleri hep konağın perdeleri çekili üst kat pencerelerindeydi. Adem Bey’in kızı Nazile’yi bekledi umutla, belki perdeyi aralar avluya bakar diye. Ama o perdeler hiç açılmadı.
Oysa, ölüyordu Nazile için.. Bu ateş üç yıl önce düşmüştü yüreğine.. Ama sanki Nazile’yi doğduğu günden beri tanıyor gibiydi. Konağa arabasıyla ilk gidişiydi. Ağustos sonunda üzümlerin olgunlaştığı günlerdi, kesim yapılacaktı, kelter gerekiyordu. Adem Bey, çarşıdaki toptancı ile anlaşmış 50 kelterin parasını peşin ödemişti. Bunları konağa taşımak da Lütfü’ye kısmet olmuştu. İlkinde arabanın boşaltılmasını beklediği sırada, pencereden avluya bakarken görmüştü Nazile’yi. Kestane rengi saçlarını uçları çiçek işlemeli bir yemeninin altına gizlemişti, gözleri okyanuslar kadar lacivert, teni bembeyazdı, dudağının sol yanında küçücük bir beni vardı. Vişne çürüğü bir elbise giydiği kalmıştı aklında.. En çok gözleri. Genç kızın da kendisine merakla baktığını hatırlıyordu. Belki de Lütfü’yü ilk kez gördüğü için merak etmişti. O bakışlar aklından çıkmıyordu o günden beri..
“Şimdiye kadar iki kez gördüm topu topu.. İnsan iki görüşte aşık mı olurmuş! Oluyormuş demek ki.. Bu kız rüyalarıma girmeye başladığına göre?” diye düşündü, gülümsedi kimseye fark ettirmeden..
Nazile onbeşinde ya var ya yoktu. Lütfü bundan bile emin değildi. Küçüklükten genç kızlığa geçiyordu henüz..
Konakta yük boşaltırken, mutfağın yan tarafındaki sundurmanın altına çömelmiş, aşçı kadının kendisine verdiği yorgunluk çayını yudumladığı sırada, genç kızı perdenin aralığından avluya baktığını farketti.
Lütfü dikkatle baktı. Gülümsüyordu Nazile.. Başını yere eğdi. Bir süre yeniden bakmaya cesaret edemedi. Çevresindeki bütün gözlerin üzerinde olduğunu sanıyordu. Yeniden baktığında kapanmıştı pencerenin perdeleri..
“Ne aptalım” dedi içinden, “Bir selam verseydim ne olurdu?”
Gençti, iriydi, yanık tenliydi Lütfü, biraz çıkık elmacık kemikleri yüzüne ayrı bir anlam katıyordu, en çok da ela renkli gözlerini beğenirlerdi, çok yakışıklı olduğunu söylerlerdi.
Güçlü, kuvvetliydi, taşı sıksa suyunu çıkarırdı. Evleneceği kadını mutlu ederdi.
Babası, annesi ve kardeşleriyle birlikte temiz ve namuslu bir hayatları vardı.
Babası yıllarca yük taşımış, kimseye borçlanmadan geçinip gitmişlerdi. On-onbeş dekar tarlaları,başlarını sokacak geniş avlulu, tek katlı bir evleri vardı.
Kimi zaman, “Adem bey kim ben kim? Verir mi kızını bana.. Kimbilir hangi beyin oğluyla evlendirecekler. Hayal kurup dururum ben. Nazile hiç bana olur mu..” deyip düşünmemeye çalışıyordu ama elinde değildi, içerisi alev alev yanıyordu.
Kaldırdı başını, ikinci kattaki bütün pencerelerde dolaştırdı gözlerini. Perdelere titrek sarı ışıklar yansıyordu. Yemeğe oturmuş olmalıydılar.
Yerinden kalktı, durduğu yerde bir esnedi, elindeki çay fincanını mutfaktaki yaşlı kadına bıraktı, teşekkür etti:
“Sağol Fatma teyze, ellerin dert görmesin. Ne güzel demlersin bu çayı. Doyamaz insan içmeye..”
Sonra yükü çoktan boşaltılmış arabanın yanına yürüdü, bilerek oyalanmıştı bu kadar zaman. Yola çıkmalıydı artık.
Konak’tan ayrılırken yeniden kar serpelemeye başlamıştı, rüzgar da çıkmıştı yeniden. Dar sokaklarda kırbacını şakırdatarak evinin yolunu tutarken, Kurşunlu Camii’nin müezzini insana huzur veren yanık sesiyle cemaati yatsı namazına davet ediyordu.
“Amma geç oldu. Beni nasıl merak etmişlerdir kimbilir” diye söylendi.
Ustura gibi keskin ayazın, tahta panjurlarda, kapı aralıklarında, pencere pervazlarında ıslıklar çalarak estiği, tipinin insanın ağzına, burnuna, kulaklarına dolduğu karanlık ve ürkütücü geceyi dışarıda bırakıp evine girdiğinde ailesi çoktan kalkmıştı yer sofrasından.

++++

Kasabanın bir hayli dışında, mezarlığı geçtikten birkaç kilometre sonra, Çakalazmağı denilen, boylu kavakları, söğütleri, iri bardacıklarla dolu dalları aşağıya sarkmış incir ağaçları, binbir çeşit otları ve çiçekleriyle ovanın en bereketli yerindeydi Nuriş’lerin bağ damı…
Kerpiçten yapılmış, duvarları çaprazlama kaba kerestelerle güçlendirilmiş, tavanı açık bırakılmış ama çatısı kırmızı kiremitlerle örtülü küçücük bir yapıydı bağ damı. Kavakların, söğütlerin, okaliptüslerin, nar ve ayva ağaçlarının gölgelediği şirin bir evdi.
Çevresi göz alabildiğine asmaydı, Temmuz ve Ağustos aylarında asmaların dalları, sağlıklı, buğulu kehribar üzüm salkımlarıyla kırılacak hale gelirdi, salkımların çoğu toprağa değecek kadar irileşirdi.
Dam ile bağ arasında, yaz boyunca ince yeşil biberlerin, yapraklarına dokunulduğunda mis gibi kokan domateslerin, patlıcanların, mısırların ve biraz da karpuzun yetiştirildiği bir bahçe vardı. Bağa, damın arka duvarının dönük olduğu yerden, derin bir hendek aşılarak girilirdi. Hendeğin içinde çiçekli çiçeksiz bitkiler, sarmaşıklar, peygamber dutları, açık kahve renkli, yumuşacık uçları ovalandığında çevreye pamuk yığınları gibi dağılan sazlar, küçücük su yılanları, bütün günlerinin hendeğin ağaçlar tarafından gölgelenen serin ve nemli kısmında geçiren, buradan beslenen bir-iki ördek eksik olmazdı. Damın yandaki bağa dönük duvar dibinde ise bir inek ile danası bağlı dururdu.
Nuriş’lerin evinin karşısında komşuları Çetin’e ait, her tarafını asmaların sardığı, pembe üzüm salkımlarıyla süslü bir bağevi vardı. Girişi domates tarlası, arkası asmaydı. Yoldan girip tarlanın önündeki patikadan birkaç adım atılınca sol tarafta ağzı kol genişliğinde yaz-kış buz gibi kaynak sularının aktığı burgu yer alırdı.
Bağında kuyusu ve tulumbası olanlar dışında bu civarda oturan herkes su ihtiyacını burgudan karşılardı.
Komşu ailelerin çocukları kavurucu Ağustos sıcağında, kafalarını bu suyun altına sokup serinlemeye, üzerlerini ıslata ıslata doyasıya su içmeye, oyunlarla tüketilmiş bir günün sonunda akşam yemeğine oturmadan önce yıkanıp temizlenmeye bayılırlardı.
Çakalazmağı’nda bağı olan herkes, böğürtlenlerin, ayrıkotlarının, sazlıkların çiğ ile kaplandığı saatlerde uyanmış olurdu. Güneşin ilk ışıkları Derbent Köyü’nün sırtlarından ovayı ısıtmaya başladığı vakitlerde çiğler buhara dönüşür, güneş yükselinceye kadar ortalığı pus kaplar, söğütler, serviler ve sıra sıra kavaklar ovayı giderek derinleştiren sülietler haline gelirdi.
Ova, o saatlerde bülbüllerin, kanaryaların ve ibibiklerin en güzel şarkılarını söylediği bir cennete dönüşürdü.
Lütfü ile kardeşleri uyandığında Nuriş, alacakaranlıkta atına binip kasabaya gitmiş, koza pazarındaki kahvede ilk çayını yudumlamış, sıcak ekmek ve kızlarının çok sevdiği simitlerden almış, çoktan geri dönmüş olurdu.

++++

Ağustos sıcağı yerini batılı serin rüzgarların ferahlığına terk ederken saatlerdir soluk mavi gökyüzünün ortasında asılı duran birkaç parça ak bulut Çaldağı’na yöneldi.
Killi çamur sıvalı sergiye serili üzümleri kontrol etti Lütfü. Bakıra dönüşüyordu renkleri.
“Az kaldı, koca yıl uğraştık, artık sonuna geldik..” diye düşündü.
Damda nargile içen babası Nuriş’e seslendi:
“Baba ne zaman toplarız bu üzümleri? Yağmurlar indirmeden çuvallara doldurduğumuzu bir görsem..”
“Birkaç gün daha sabır evlat. Ne kaldı şunun şurasında. Haftaya bütün üzümü tüccara teslim etmiş oluruz..”
Her yıl böyle olurdu..
Bir yıllık emeğin ürünü kiloluk üzüm salkımlarının kurutularak bakır renkli tanelere dönüştürüldüğü günlerdi o günler..
Bereketli asmalardan üzümler kesilir, kelterlerle ilaçlı sulara bandırılıp daha sonra sergide kurumaya bırakılırdı.
Ağustos sonunda yani üzümlerin kurutulduğu günlerde ufacık bir ak bulut bile çiftçiyi endişelendirirdi.
Çünkü yağmur üzümlerin kuruma dönemlerinde en çok kullanılan kelimelerden biriydi.
Yağmur bir yıllık emeğin boşa gitmesi ve koca bir yılın eşten dosttan ya da tüccardan alınacak borçlarla geçirilmesi demekti.
Akşam saatlerine doğru bağı çevreleyen ağaçları, asmaları önce usul usul sallayan rüzgar-bu arada ovanın coşkulu kuşları ibibikler susmuştu- şiddetini giderek arttırırken kara bulutlar da çıktılar ortaya, kabararak alçaldılar..
Çaldağı eteklerinde yoğunlaşan lacivert karanlık beraberinde şimşekler, yıldırımlar ve gökgürültüleri taşıyarak ovaya yöneldi.
Rüzgar bağ damının yanıbaşındaki okaliptüs ile söğüt ağacını yıkarcasına eserken, sert yağmur damlaları- birbiri ardınca ve sıklaşarak- düşmeye başladı.
Korkulan olmuştu. Nuriş:
“Lütfü nereden çıktı bu yağmur? Daha yarım saat öncesine kadar gökyüzü pırıl pırıldı. Koş, toplayalım üzümleri, hiç olmazsa bir kısmını kurtaralım. “
Meryem, Adem ve Behiye de yardıma koştular.
Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu ve bir yıl boyunca verilen emeğin nasıl yokolmakta olduğunu da görüyorlardı çaresizlik içinde..
Üzümlerin bır kısmını damın içine taşıyıp bir kısmının da üzerini örttüler ama bir saat sonra yağmur dindiğinde salkımların büyük bölümü serginin çamuruna karışmıştı.
Bir yıllık çabadan geriye büzüşmüş, çürümüş ve sertleşmiş taneler kalmıştı.
Lütfü, tüccarın bu üzümleri yok pahasına alacağını biliyordu.
“Üzümler ucuza gidecek. Zaten zeytin para etmiyor, bir yıl daha borçla yaşarız ne olacak? Emeğimize yazık oldu. Ama işgal altındayız üç yıldır. Cebimiz para dolu olsa, üzümler zeytinler çok para etse neye yarar? Hür olmadıktan sonra… Kendi memleketimizde esir gibiyiz. Ben buna daha çok üzülüyorum” dedi babasına.
Serginin kıyısına oturdular hep birlikte.. Bulutlar dağılmış, sıcak ve nemli Ağustos geri gelmişti yeniden..
Yaz yorgunu ovada dolunay Sart Mustafa yamaçlarından doğmak üzereydi.
Kavak ağaçlarının sülietlerinin arasından bembeyaz dumanlar bırakarak rayların üzerinde akan posta treninin dağlara yansıyıp büyüyen düdük sesiyle düşüncelerinden sıyrıldılar. Nuriş, “Sıkmayın canınızı, her şeyde bir hayır vardır.. Haydi kızlar, kurun sofrayı, çorbamızı içelim” dedi..
Dama doğru yürüdüler hep birlikte..
Yer sofrasında sessizce karınlarını doyurdular.
Nuriş her akşam olduğu gibi yemekten sonra biraz şeftali ve üzümle ağzını tatlandırıp köşesine çekildi, bir sigara yaktı.
Lütfü ile kardeşleri üzüm sergisinin yanıbaşında oturup yıldızları ve ovayı seyre koyuldular. Bir çakal uludu ötelerden, bir diğeri cevap verdi.
Bağ damlarında lüks lambaları ateş böcekleri gibi ışıldıyordu.
“Anasız babasız gurbet ellerde
ya ben ağlamayayım kimler ağlasın..”
Nuriş”in, yanık ve yorgun sesiyle söylediği türkü ovada yankılandı. Lütfü gökyüzüne dikti gözlerini:
“Bilirim, bu türküyü söylerken ağlıyordur şimdi.. Ya kardeşim Mustafa geldi aklına ya da annem Safiye” dedi.

++++

1900’lü yılların başında Balkan yarımadasında Arnavutluk ve Makedonya Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde idi. Ama Balkan devletlerinin hepsi gözünü bu bereketli topraklara dikmişlerdi. 8 Ekim 1912’de Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ Trablusgarp Savaşı ile meşgul olan Osmanlı Devleti’ne savaş açtılar.
Buradaki askerlerinin büyük bölümünü terhis etmiş olan Osmanlı Devleti bu taarruzlar karşısında ağır kayıplar verdi. 29 Ekim 1912’de Osmanlı kuvvetleri Çatalca önlerine kadar çekilmişlerdi. Kasım’da Yunan ordusu Selanik’i işgal etti. Arnavutluk bağımsızlığını ilan etti. Aralık’ta Londra Barış Konferansı toplandı. Mart 192’de Edirne Bulgarların eline geçti, Yanya , İşkodra düştü. Birinci Balkan Savaşı Mayıs 1913’te imzalanan Londra Anlaşması ile sona erdi.
Bu anlaşmaya göre, Trakya-Edirne Bulgaristan’a, güney Makedonya, Girit, Selanik, Florina Yunanistan’a, kuzey ve orta Makedonya Sırbistan’a, Silistre Romanya’ya verildi. Arnavutluk bağımsız ülke oldu.
Ancak Bulgaristan Haziran 1913’te Yunanistan ve Sırbistan’a saldırdı. İkinci Balkan Savaşı başladı. Bulgar güçleri yenildi. Bu fırsatı değerlendiren Bolayır Kolordusu Mustafa Kemal’in kurmay başkanlığında Bulgaristan’a taarruz ederek Temmuz ayında Keşan, Enez, İpsala, Uzunköprü ve Karaağaç’ı aldı. Edirne kurtarıldı, Eylül’de imzalanan İstanbul Anlaşması ile Edirne Osmanlı Devleti’ne geri verildi. Meriç nehri Türk-Bulgar sınırı oldu.
Balkan Savaşları sırasında yaşadıkları topraklar işgal edilen, baskı ve zulüm gören Türk çoğunluğun huzuru kaçtı, büyük bölümü Anadolu’ya göç etti.
Lütfü ve kardeşi Mustafa Balkan Savaşı başlayınca askere çağrıldılar. Lütfü üç yıl boyunca önce Balkanlar’da daha sonra sevkedildiği Kafkasya’da savaştı. Ne ailesinden ne de savaşa katılan kardeşi Mustafa’dan haber alabildi. Savaş sona erdikten sonra dönebildi evine.. Ondokuz yaşındayken askere alınan Mustafa’yı bir daha göremediler.
Göç başlamıştı. Nuriş, Lütfü ve kardeşleri tifodan ölen anneleri Safiye’yi Florina Müslüman mezarlığında toprağa verdikten üç ay sonra birkaç parça eşyalarını satarak toplayabildikleri bir miktar parayı denkleştirip, bazı komşularıyla birlikte önce İnegöl’e oradan kasabaya (Turgutlu) göç ettiler.
Florina istasyonunun taş binasının önünde kendilerini Selanik’e götürecek treni beklerlerken Nuriş, “Çocuklar bu kasabaya doya doya bakın” dedi, içini çekti, sustu bir süre sonra ekledi:
“ Çünkü bir daha buraları göremeyeceksiniz..”
Lütfü suskundu.
Nazile’yi göremeden Florina’dan ayrılmanın burukluğu vardı içinde.
“Cesaretim olmadı konuşayım. Bir mektup bile gönderemedim. Yeniden karşılaşır mıyız bilmem. Dünya küçük derler. Kimbilir belki bir gün karşıma çıkar.” dedi içinden..
Behiye ayaklarının arasına yerleştiği sepetten bir elma çıkarıp soydu, bir dilimini ağabeyine uzattı:
“Ağam al ye, için tatsız,bari ağzın tatlansın..”
Florina gerilerde kalmıştı artık.

++++

Ceviz ağacından yapılma konsolun üst çekmesini açtı Nazile. Sepetin içindeki taraklardan kırmızı renkli olanını aldı. yemenisini çıkardı, konsolun üzerindeki aynada kestane rengi uzun saçlarını taramaya koyuldu.
Hem saçlarını tarıyor, hem düşünüyordu.
Akşam yemeğinden sonra kapanmıştı odasına. Keyifsiz ve mutsuzdu. Tarif edemediği bir iç sıkıntısıydı yüreğini daraltan.
“Babam bu civarların en zengin çiftçilerinden biri. Arazilerinin kaç dönüm olduğunu kendisi bile bilmez. Halayıklar, hizmetçiler.. Bir dediğimi iki etmez.. Ne istesem bulur getirir. Ama bu konağın yüksek duvarları arasında yaşamak öldürüyor beni. Küpelerle, bileziklerle, top top kumaşlarla mutlu olamıyorum..”
Bir ara kalktı yerinden odasının penceresine yaklaştı, perdeyi araladı, avluya baktı.
Lütfü’yü aradı gözleri. Kahyaya sorup adını öğrenmişti birkaç gün önce..
“Mal getirip götürüyor, alışverişimizi yapıyor. Son zamanlarda konağa çok sık gelir gider oldu. Bana yanık anladım. Gözleri hep bu pencerede beni arar durur. Çok da yakışıklı.. Esmer, yiğit görünüşlü. Alsa beni, çıkarsa bu konaktan, gittiği her yere götürse. Ama yoksul besbelli.. Annemi kandırsam. O hep benim mutluluğumu ister. Ama babam.. İlle de zengin birinin çocuğu ile evlendirecek beni. Ben gönlümün çektiği ile evleneyim isterim oysa.. Küpe, bilezik, renk renk giysiler istemiyorum ben.. Bir anlayabilseler…”
İlk kardeşlerine anlatmıştı. Hep takılırlardı:
“Kız seninki geldi yine, gözünü pencereden ayıramıyor.. Yaz birkaç satır gönderelim. Sevinsin..”
Kız kardeşlerinin uykuda olduğu bir sabah bütün cesaretini toplayıp bir sabah kalvaltıda annesine sormuştu:
“Anne, sen benim mutlu olmamı ister misin?”
“Tabii evladım, istemez miyim? Sen benim sevgili yavrumsun.. Hepiniz canımsınız benim..”
“Öyleyse ben neden varlıklı bir ailenin çocuğu ile evlenmek zorundayım? Kimse bana fikrimi sormuyor..”
“Çıkar ağzındaki baklayı Nazile!”
“Bir çocuk gelip gidiyor konağa, hiç gördün mü onu?”
“Lütfü’den söz edersin sen. Kızım aklını başına topla. Sen Adem beyin kızısın. Yakıştırır mısın arabacı Lütfü’yü kendine !..”
“Ne bileyim. Aklı fikri bendeymiş.. Beni istermiş ama cesaret edemezmiş..”
“Sen daha onbeş yaşındasın Nazile.. Bu çocukça hayalleri bırak da gençliğinin tadını çıkar. Günün birinde iyi bir kısmet çıkar nasıl olsa. Başgöz ederiz seni. Daha erken.. Arabacıyla da olmaz.. Biz seni, sana yakışana vereceğiz. Sonra aklım sende kalsın istemem, üzülürüm. Sen ister misin annen üzülsün?”
Fazla üsteleyemedi, “Haklısın anne, niye acele ederim ki” dedi, lafı değiştirdi sonra..

++++

Üç ay sonraydı.. Vakit akşamdı.
Yatsı namazını kılmak için Kurşunlu Camii’ne gitmeye hazırlanan Adem bey, kendisini üst kat merdivenlerinin başından uğurlayan Fethiye hanıma, “Bir saate kalmaz dönerim. Kızlar da beklesin beni.. Konuşacaklarım var sizinle..” dedi.
Fethiye hanım hissetmişti Adem beyin neden sözedeceğini.. Ne zamandır bekliyordu. Osmanlı’nın Balkan Savaşı sonunda Yunanistan’a terk etmek zorunda kalacağı yerlerden biriydi Florina..
Müslüman halk baskı altında kalınca Anadolu’ya göç etmekten başka çare bulamamıştı..
“Demek zamanı geldi” diye düşündü Fethiye hanım..
Namazdan dönünce üst kattaki oturma odalarından birinde oturdular birlikte. Fethiye hanım mangalda mısır patlattı kızlarına, ayva közledi, kaşıklayıp yediler birlikte..
“Burayı terk etmek zorundayız kızlar..” dedi Adem bey, “Bizim de bu topraklarda yaşama şansımız kalmadı artık. Bu konak, verimli arazilerimiz, şimdiye kadar birlikte huzur içinde yaşadığımız köylülerimiz.. Artık vedalaşmaktan başka çare kalmadı. Alabildiğimiz kadar ziynet alırız yanımıza. Hazırlanırız, birkaç güne kadar da trene binip ayrılır buradan..”
Lapa lapa karların yağdığı bir sabahtı, İstanbul’a gitmek üzere yola çıktılar.

++++

Lüks lambasını damın önündeki söğüt ağacının alçak dallarından birine asmışlar, ağacın dibine serilmiş kilimlerin üzerinde serin Ağustos gecesinin tadını çıkarıyorlardı.
Nuriş’in neşe yerindeydi bugün.
Çocuklarına takılıyor, şakalaşıyor, anılarını anlatıyor, bazen bitişik damdaki komşularına laf atıyordu.
Oysa çoktan uyumuş olurdu bu saatlerde.. Çocukları ise memnundu Nuriş’in bu halinden.
“Babacığım hep böyle olsan. Böyle geçse gecelerimiz günlerimiz ne güzel olur” dedi Behiye..
“Haydi kızım, konuşmayı bırak da çay demle hep beraber içelim. Meryem sen de o kurabiyelerden getir bir tadına bakalım..”
Gün boyunca üzüm kesmişler, ketler kelter potasaya bandırıp sergiye sermişlerdi.
Otuz dönümlük bağda kesimi iki günde bitirebilmişlerdi. Bir yıllık emeklerinin ürünü sergide kurumaya başlamıştı şimdi.
Nuriş’in neşesinin sebebi biraz da buydu. Cepleri para görecekti bu yoklukta.
“Koca bir yıl bir kerecik yüzüm gülmüş yüzüm, çok görmeyin bana” demişti.
Babalarına takılıyorlardı ama, çocuklar kasabalının artık yüzünün nadiren güldüğü, kabus gibi günlerin yaşadığını biliyorlardı.
Çünkü iki yıldan beri işgal altındaydılar.

++++

15 Mayıs 1919’da Yunan askeri İzmir’e çıkmış, 29 Mayıs’ta bir alay asker kasabayı işgal etmişti. Bu işgali kabullenemeyen yerli halkın kurduğu Müdafaa-i Osmaniye Cemiyeti fazla direnememiş, üyeleri İzmir yolundaki Çatmadağı ormanlarında gizlenmek zorunda kalmışlardı.
Kasabayı iyi tanıyan Ermeni ve Rumların da desteğinden cesaret bulan alay komutanı Zafiriu da halkın üzerindeki baskısını gün geçtikçe arttırıyordu. Bütün resmi binalara Yunan bayrağı çekilmişti. Gece saat dokuzdan sonra sokağa çıkmak yasaktı.
Camilere saldırıyorlardı, mezarlıklara tahrip ediyorlardı.
Silah arama bahanesiyle girdikleri evlerde direnenleri dipçikliyor, çevredeki dağlara götürüp asıyordu Yunan askeri. Kurşuna diziyordu, sakal yakıyordu, kadınların, kızların ırzına geçiyordu.
Kasabada işkence, vahşet ve ölüm korkusu vardı.
Bahçeye, tarlaya, bağa gitmek Yunan askerinin iznine tabiydi.
Müftü Hasan Basri efendinin herkesin gözleri önünde nasıl dövüldüğü dilden dile anlatılıyordu. Dövülmeden, işkence görmeden aşağılanmadan bir gün geçiren kendini şanslı sayıyordu.

++++

Sergide son kalanların toplanacağı günün sabahıydı. Güneş doğmamıştı daha.
Nuriş, kasabanın kenar mahallesindeki fırına gidip ekmek almak için atını eğerliyordu.
Ova masum bir uykudaydı henüz..
Bir atlı yaklaştı kasaba yönünden dörtnala, Gediz Nehri tarafına gidiyordu.
Nuriş’i damın önünde görünce durdu, uzaktan seslendi:
“Hayırlı sabahlar!”
Adamı tanımıyordu Nuriş ama buyur etti.
“Gel kardeş hayrola? Bu acele niye?”
“Bizim dama doğru gidiyordum. İstasyonda duydum hayırlı haberi.. Kasabaya gidecektim geriye döndüm, bizimkileri uyandıracaktım. Seni görünce içim rahat etmedi. Haberin olsun istedim. Afyon’dan büyük taarruz başlamış. Mustafa Kemal’in askerleri Yunan’ı kovalıyormuş bu tarafa doğru..”
Yıkılacak gibi oldu Nuriş. Telaşla yeniden atına binen adama, “Güle güle uğurlar olsun” diyemedi.
Öylece kalakaldı. Göz yaşlarına engel olamadı.”Kurtuluyoruz, kalkın uyanın” diye bağırmak istiyor, bağıramıyordu.
Kendi atını öylece bırakıp dama girdi, çocuklarını uyandırdı. Rüya gibiydi, inanamıyorlardı.
Kalan üzümleri sergiden topladılar aceleyle, damdaki eşyalarını dışarı çıkarıp bütün üzüm çuvallarını dama istiflediler. Eşyalarını arabaya yüklediler, kasabaya doğru yola çıktılar.
Bir ara Lütfü, “Baba, bizim askerimiz gelmeden gitmesek. Ne olur ne olmaz. Hadi biz neyse de, kızlar var” dedi ama ikna edemedi Nuriş’i..
Büyük taarruzun başladığı haberi ovaya bir anda yayılmıştı, bir sevinç rüzgarı gibi ova boyunca esiyordu.
Atlılar, eşekliler, at arabalarına doluşmuş halk, ova yollarından kasabaya doğru akıyordu şimdi..
++++

Adem Bey, Fethiye hanım, Nazile ve kardeşleri İstanbul’da Fatih Kocamustafapaşa’ya yerleştiler önce. Nazile’yi bir subayla nişanladılar. Damat adayı iki ay sonra savaşa gitti.. Evlenebilmek için beş yıl nişanlısının geri dönmesini bekledi Nazile. Nişanlısı dönmedi.
Beş yılın sonunda elde avuçta olanlar azalınca Eskişehir’e yerleştiler. Fethiye hanım aradan birkaç ay geçmeden hastalandı, öldü. “Yoksulluğa alışık değildi” dediler.
Nazile, Sabire, Libabe ve babalarının son durakları kasabaydı.. Hükümet küçük bir bağ, tarla ve istasyon yakınlarında bir ev verdi.
Bir yıl sonra Yunan askeri kasabayı işgal etti.
Nazile, Lütfü’nün aynı kasabada yaşadığından ve kaderlerinin bir gün kesişeceğinden habersizdi o günlerde..

++++

Dumanlar yükseliyordu bahçeler içindeki evlerden.. Kasabaya yaklaştıkça silah sesleri çoğalıyordu.. Yollarına devam edip etmemeye karar veremediler, duraksadılar bir süre. Lütfü bir çınar ağacının altına çekti at arabasını..
“Bizimkiler geldi mi gelmedi mi belli değil. Düşmanla vuruşuyorlar galiba. Ne yapsak çocuklar gidelim mi, bekleyelim mi? Başınıza kötü bir iş gelsin istemem” dedi Nuriş..
“Baba gidelim, evimizi görelim. Belki bizim ev de yanıyordur. Hiç olmazsa birkaç parça eşyamızı kurtarırız..”
“Siz kalın o zaman.. Adem beklesin başınızda, biz Lütfü ile gidelim. Size bir kötülük gelmesin.”
Turgutlu yangını 4 Eylül 1922’de başlamıştı. Türk Ordusu karşısında bozgun yaşayan Yunan askeri geri çekilmeden önce geride kötü bir iz bırakmaya niyetliydi.
Komutanları prens Andrea’nın emriyle üçer kişilik yangın postaları kurmuşlar, bu postalar ellerindeki benzin bidonları ve el bombalarıyla kasabanın bütün sokaklarına dağılmışlar, hem evleri yakıyorlar hem de yağmalıyorlardı.
Yanan evlerinden kaçmaya çalışanlar ya kurşunlanıyor ya da süngüleniyordu.
Can pazarıydı yaşanan…
Kimi yangından kurtulsunlar diye küçük ve büyükbaş hayvanlarını serbest bırakıp ova yönüne kovalıyor, kimisi birkaç parça ziynet eşyasını evinin bahçesine gömüp kurtarmaya çalışıyordu işgalcilerin elinden..
Silah sesleri, çığlıklar, Yunan askerlerinin küfürleri birbirine karışıyordu.
Nuriş’lerin geniş bir bahçe içindeki evleri, Irlamaz Çayı kenarındaydı, burası kenar mahalle sayılırdı..
Henüz fazla duman yoktu oralarda, ama Türk askerinin geldiğine dair de bir belirti yoktu.
Nuriş, “Lütfü, istasyon altından dolaşalım. Bir zarar görmeden eve ulaşabiliriz belki” dedi Lütfü’ye..
Lütfü hızla asıldı dizginlere..
Türk askerinin geldiği haberini alınca kasabaya, evlerine koşanlar şimdi Yunan askerinin eline düşmemek için yeniden ovaya doğru panik halinde kaçışıyordu..
Direnmeye kalkışanlar bunun bedelini canıyla ödüyordu..
Çoğu insan kendi hayatını unutmuş, eşinin, çocuğunun hayatını kurtarmaya çalışıyordu.
İstasyonun yüz metre ilerisinden bağ yolunun iki yanında insan boyuna yükselen sazlıkların arasından, trene binmeye çalışan Yunan askerlerine görünmeden geçtiler.
Bir yandan otuz bin nüfuslu kasabada binlerce evi ateşe veren, yerli halktan binlerce kişiyi öldüren Yunan askeri bir yandan da kasabayı bir an önce terk etmenin telaşını yaşıyordu.
“Gidelim evlat” dedi Nuriş, “Uzaklaşalım buradan bir an önce.. Bakalım bizim ev ne halde? Bir harabe ile karşılaşmamız ihtimali de var. Allah yardımcımız olsun..”
İyice yaklaşmışlardı Irlamaz Çayı’na. At arabasıyla yarım saatlik yolları kalmıştı. Bağlar seyrelmeye başlamıştı yavaş yavaş, zeytinlikti burası daha çok.
Ansızın “baba” diye seslendi Lütfü, ilerideki bir karaltıyı işaret ederek.
Bir ağacın dibine sığınmış, iki büklüm olmuş, hıçkırarak ağlayan genç bir kadındı Lütfü’nün gördüğü..
Arabadan atlayıp genç kadının yanına gittiler..
“Ne oldu kızım, yardıma ihtiyacın var mı?”
“Babamı kardeşlerimi öldürdü Yunan askeri.. Zor kurtuldum ellerinden buraya kaçtım, koşacak halim kalmadı. Ama şimdi kurtulduğuma pişmanım. Bu hayatın ne anlamı var? Ev sevdiğim insanları kaybettim, yapayalnız kaldım. Ben yaşayan bir ölüyüm” dedi hıçkırıklara boğularak..
Mavi gözlü beyaz tenliydi genç kadın, giysileri, kan, çamur, is içindeydi. Yemenisi sıyrılmış kestane rengi saçları ortaya çıkmıştı.
Lütfü dikkatle baktı. Bir yerden hatırlıyor gibiydi genç kadını..
Nuriş, “Buralı mısın kızım?” dedi.
“Evet, Turan mahallesindeydi evimiz..”
“Kimlerdensiniz siz?”
“Florina’dan göçmüştük birkaç yıl önce. Babama Adem Bey derlerdi..”
“Biz de Florina’lıyız kızım. Hatırladım Adem Bey’i.. Beylerin beyi derdik ona biz.. Çok zengindi, altı-yedi köyü olduğunu anlatırlardı. Hayırseverdi, herkese iyiliği dokunurdu, muhtacın yardımına koşardı. Onun hakkında kimseden kötü bir söz duymadım.. Demek sen Adem Bey’in kızısın?..”
Lütfü, dikkatle baktı..
Bir zamanlar pencerede, perdenin aralığında görebilmek için deli olduğu Adem Bey’in kızı Nazile, kan içindeki yırtık giysileri, kirli saçları ve gözyaşlarıyla bir zavallıydı şimdi..
“Nazile, sensin!” dedi şaşkınlık ve sevinç içinde..
Genç kadın ise Lütfü’yü hatırlayamayacak kadar perişandı..
Nuriş, “Gel kızım gidelim” dedi, “Bizimle güvende olursun. Benim de kızlarım var. Seni onların yanına götürelim..”
“Hayır” diyecek halde değildi Nazile..
Ani bir kararla sanki sözleşmiş gibi vazgeçtiler evlerini görmekten. Geriye döndüler. Subaşı denilen yerde, yaşlı çınarın altında, bıraktıkları yerde bekliyorlardı Adem ile kardeşleri..
Behiye, “ Kim bu kadın baba?” diye sordu şevkatle..
Lütfü, “Hatırlar mısın Behiye. Florina’da Adem Bey vardı. Onun kızı Nazile” diyerek babasından önce cevapladı kardeşini..
Nazile’nin varlığı insanın yüreğini ferahlatan bir meltem gibiydi bu cehennemde..
Behiye ağabeyine baktı, bir gülümseme gelip geçti yeşil gözlerinden..
“Buyur gel kardeşim” dedi Nazile”ye, “Gel birkaç lokma ye, karnını doyur şimdi Allah ne verdiyse, açsındır sen.. Bundan sonra yalnız bırakmayız seni. Madem ki Adem Bey’in yadigarısın. Sen de bizi kardeş bil artık. Atlatabilirsek bu kötü günleri, daha konuşacak çok vaktimiz olacak..”
Akşama doğru, uzaklarda, çok uzaklarda top sesleri işittiler.. Gürültüsü Çaldağı’nda yankılandı bir kurtuluş çığlığı gibi, tüm ovaya yayıldı..
O gece yıldızları değil binlerce evin yandığı kasabayı seyrettiler sabaha kadar..
Karanlık geceyi gökyüzüne yükselen alevlerin kızıllığı aydınlatıyordu..
Ertesi gün Turgutlu’ya girdiklerinde kasabanın bir kül yığını haline geldiğini, çok az sayıda evin ayakta kaldığını, sokaklarda yüzlerce cesedin olduğunu, yaralı insanların acı içinde yardım istediklerini gördüklerinde gözyaşlarını tutamadılar..
Nuriş, evleriyle birlikte anılarının da kül oluşuna ağladı. Babasını teselli etmek Behiye’ye düştü yine..
“Üzülme baba,bak hayattayız hepimiz. Evimiz yanmış ne önemi var. Açıkta kalacağız bir süre ama düşünsene bundan sonra hiç olmazsa ölüm korkusu olmadan yaşayacağımızı biliyoruz..”
Bir çift leylek yangında harabeye dönmüş iki katlı kerpiç evin üzerinde daireler çizerek umutsuzca yuvalarını aradılar.
Sonra ufka doğru uzaklaştılar sessizce..



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın anı kümesinde bulunan diğer yazıları...
Pantolon
yeni baştan
Radyo
Düğün gecesi
Kemik torbası

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Karpuzkaldıran
Ünzile
Sardunyalara veda
Çaylarınız şirketin ücretsiz ikramıdır
Yazlık sinema
Kar zincirleri
Evleniyorum, öptüm
Ayna

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Çürük aşk [Şiir]
Yazlık sinema [Şiir]
Alaçam'da bir sabah [Deneme]


Engin Yavuz kimdir?

İzmir\'de 23 yıl profesyonel gazetecilik yaptım. Şimdi basın danışmanı olarak çalışıyorum. Gezi notlarımdan derlediğim Bisikletle Yollar Yolculuklar ve yağmurlarla ilgili şiir ve düzyazılardan derlediğim Yağmur Damlaları isimli kitabım yayınlandı. Yazdıklarımı edebiyatı seven herkesle paylaşmak istiyorum.

Etkilendiği Yazarlar:
Rifat Ilgaz, Necati Cumali ve Yaşar Kemal'den çok etkilendim.


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Engin Yavuz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.