Roman yazmanın üç kuralı vardır. Ne yazık kimse bu kuralların neler olduğunu bilmiyor. -Somerset Maugham |
|
||||||||||
|
Yerden dalların çıkardığı seslerden başka kendi homurtuları duyuluyordu. Bunlar küfürden başka şeyler değildi. Kime küfrediyordu? Beklide kendine küfretmek istiyordu. Buna henüz cesaret edemediği için insanları kullanıyordu rahatlamak için. Ama yinede bir türlü rahatlayamıyordu. Gökyüzüne baktı. Ay tepede yoluna ışık tutuyor sanki gittiği yere beyaz bir halı sermiş gibi onu cesaretlendiriyordu. Oysa o uzun zamandır karanlıkta; zifiri karanlıkta daha fazla huzur buluyordu. Fakat bu akşam biraz cesarete ihtiyacı varmış gibi aya bakıp gülümsedi. Dudaklarının arasından gözüken sarı ve boşluklu dişlerinin yüzünün çirkinliğini nasıl artırdığının farkında bile değildi. Hızlı atılan bir adım daha. Yürüyordu yaklaşık on gündür her akşam olmasa da en az gün aşırı oraya gidiyordu ve her gidişi onu üzerinde aynı etkiyi yaratıyordu. Neden bu 1 – 2 saatlik yolu yürüyordu? Henüz kendiside bunun cevabını bulamamıştı. Fakat bir şey Onu oraya çekiyordu. Uzun bir nefes aldı, başını kaldırdı, gülümsedi varmak üzereydi. 10 - 15 adım ötede duruyordu giriş yeri. Ve birden annesine koşan bir çocuk gibi koşmaya başladı. Artık varmıştı ve şuan yol boyunca hissettiği hastalıklı duyguların hepsinden uzaktı. İçeri girdi, oturduğu yerin üstünü temizledi. İçerde her hareketi büyük bir sakinlikle yapıyordu. Bu onun kendine ve bulunduğu yere olan saygısından kaynaklanıyordu. Oturdu, çevresine bakındı gözü karanlığa alışmıştı artık. Her şeyi buğulu bir şekilde görebiliyordu. Oysa ilk girdiğinde az daha tökezleyip düşüyordu. Neden ilk anda göremediği şeyleri şimdi görmeye başlamıştı. Göz karanlığa nasıl bu kadar kısa bir sürede alışabiliyordu. Birden çevresindeki her şeyinde böyle işlediğini fark etti. Herkes ve canlı aniden olan değişikliklere bile birden kısa bir sürede alışıveriyordu. Beklide doğanın istediği bu olmalı diye iç geçirdi. Kendisine bakmaya başladı. Uzun sayılabilecek bir boyu vardı. Neye göre uzun? Çevresindeki çoğu insandan uzundu ondan da uzun birkaç kişi vardı fakat bu başka bir ortam için pekala geçerli olmazdı. Elleri büyük iriydi. Her yerini ilk defa görüyormuş gibi incelemeye başladı. Bir eşyayı incelermiş gibi titizlikle davranıyordu. Hatta elbisesini kaldırıp cinsel organına bile bakındı. Sanki hiç tanımadığı bir bedendeymiş onları daha önce hiç kullanmamış gibi garip, garip bakınıyordu. - “Bunlar illa böyle mi olmalı?” Şu an dudaklarından çıkan seslerdi bu kelimeler. “Neden her şeyi tam olarak anlamıyoruz yoksa bu bilerek mi yapıyordu?” bunları düşünürken yerden eline ucu keskin bir şey aldı. Ve avuç içine bastırmaya başladı. Damarından çıkış yolu bulan kan avuç içinde küçük bir gölü oluşturuyordu. Damla, damla akan kan ve ortaya çıkan hüzünlü düşünceler. “Ah her şeyi sorgulamak ve bir mantık zincirine bağlamaya çalışmak.” O küçüklüğünden beri her yeni şeyin anlamını bulma uğraşı içindeydi. Bu onun bir budala gibi görünmesine sebep olmuştu. Yeni gördüğü bir şeye bakarken bir çocuk gibi manasız ve merak dolu bakan iki göz. Çevresindeki diğer insanlara göre ise O hiçbir şey duymadan yeni gördüğü bir ota bakan bir “budala”. Kanı izlerken de biri onu görse hiç şüphesiz bu kanıya varırdı. Oysa O kanı ilk defa görmüyordu. Fakat kana karşı aşırı bir kin duyuyordu. “yaşamsal kırmızı sıvı” diye tiksinerek homurdandı. Kana olan düşmanlığı kanın onu küçük düşürmesinden kaynaklanıyordu. “Ölüm ve Kan” bu iki kelime onun için çok daha fazla anlam ifade ediyordu. İlk defa ölen birini gördüğü zaman vücudunun çevresinde bu kırmızı sıvıdan bir göl oluşmuştu. Ve bu sıvı ölen bedenden çıkmıştı. Birden aklına bu kırmızı sıvının kaybedilmemesi gereken bir sıvı olabileceği aklına gelmişti. Çevresinde gördüğü ölümlerle de bunu doğrulamıştı. Demek ki kan çok önemli bir şeydi ve belli bir miktardan fazlasının vücuttan atılması insanların ölümüne sebep oluyordu. Kanı yaşamın anahtarı diye düşünüyor ve devamlı elinde sarmak ve kan kaybını durdurmak için lazım olabilecek aletlerle dolaşıyordu. Böylece ölümün önüne geçtiğini ve anlatılan hikayelerin çoğunun birer uydurma olduğunu düşünüyordu. Yaptığı yardımlarla birkaç kişinin hayatını bile kurtarmıştı. Çevresinde ona inanan birkaç kişi bile olmuştu. Taki on gün öncesine kadar onu buraya gelmeye iten olaya kadar. “Kansız ölüm”. Bu onun için felaketlerin en büyüğüydü. Apansız nehirde ölmüş birini gördü. Hemen kan izi araya başladı. Daha öncede denemişti ölen bir insana kan içirmenin bir anlamı yoktu. Çünkü vücut artık çalışmıyordu yani kanı içemiyordu. O etrafta kan izleri arıyordu. Hiçbir yerde yoktu belki suyun temizlemiş olabileceğini düşündü ve ölünün yakınlarının tüm nefretli bakışlarına rağmen ölüyü soydu, vücudunu incelemeye başladı. Vücutta kanın çıkabileceği en ufak bir delik bile yoktu. Bir elinde ölünün elbisesi diğer elinde bez parçası kilitlenmiş kalmıştı. Ayağa nasıl kalktığının ve nasıl yürüdüğünün farkında bile değildi. Tek hatırladığı şey “Kansız ölüm, kansız ölüm” diye bağırışlarıydı. Etrafındaki insanlar ona gülüyor alay ediyordu. Hatırladığı bir başka seste “Ahmak her şeyi kontrol edebileceğini mi sandın.” Onu en çok sinirlendiren şey yine kendisiydi. Nasıl olurda bir anda aptal durumuna düşmüştü. Böyle bir şeyi hiç düşünememişti. Her şeyi merak eden anlamaya çalışan kendisi yine ölüm karşısında faka basmıştı. Diğer insanlar hiç umurunda değildi. Çünkü onların bir şeye inanması o kadar kolay oluyordu ki o buna zaten en başından karşı çıkıyordu. Yoksa en başından beri kendini mi avutuyordu? Her şey belli bir düzene bağlı ve anlamaya çalışmanın hiçbir anlamı yoktu. Önünde bir yaşam var ve yaşa hiçbir şeyi sorgulama, zaten sorgulasan da anlamazsın. Yaşamın güzelliklerinden olabildiğince yararlan, çevreni genişlet ve öl. Beklide tek doğru buydu. Yaşa anlamadığın şeyleri kabul et. Ve öl. Düşünme sakın hiçbir şeyden şüphelenme. Fakat onun yaşı gençti ve çok erken yaşta bir şeyleri anlamak istemek zehrine bulaşmıştı. Onun ölümü beklemesi bir mahkumun 40 – 50 yıl hapis yattıktan sonra o lanet hücrede ölmesi demekti. Peki ya kabullenmek bu da onun için en olmaz şeydi ve niye kabullenmesi gerekiyordu? Niye böyle bir düzen vardı? Beklide bir insanın doğanın istediği bir şeydi. Fakat bunu doğa kontrol edemezdi o zaman işin içine başka güçler giriyordu. Derin bir of çekti. On gündür bunları düşünüyor ve artık aynı şeyleri düşünmekten aptal gibi görünüyordu. Hiç kimseyle bir şey konuşmuyordu. Daha doğrusu konuşamıyordu. Çünkü bunun bir işe yaramadığını daha çok önceleri görmüştü. En yakınındakiler bile bu konudan söz açıldı mı lafı bıçak gibi kesiyordu. Beklide en doğrusuydu bu. Devamlı bir şeylere dalıp gidiyor insanlar ona deli yada aptal gözüyle bakıyordu. İçe çekilen derin bir nefes; belki çoğu insanı kendine getirmek için yeterliydi ama bu onun için o kadar da kolay değildi. Kafasını kurcalayan bu düşünceler onu sersem gibi yapmıştı. Bir an silkindi uykulu bir hal vardı üzerinde. Beynindeki düşünceler o kadar dağılıyordu ki; uzun bir süre ne düşündüğünü hatırlamaya çalıştı. Hatta bir ara yoksa ben uyuyor muyum diye kendi kendine serzenişte bulundu. Birden bire ben niye ölüm olmamasıyla uğraşıyorum düşüncesi bir şimşek gibi beyninden geçti. Ölüm olmasa ne olacaktı? O yaşayacaktı onun çocukları da ve onların çocukları da. Peki ihtiyaçlar şu an bu kadar fazlayken o zaman ne kadar olacaktı? Kafası karışmıştı ne kadar fazla olabileceğini hesaplamaya çalıştı. Beceremedi, aklı ermiyordu. Demek ki yaşadığımız yer buradan çok daha büyük olması gerekiyordu. Peki ölümle ne sağlanıyordu? Birden ayağa kalktı. Yayından fırlamış bir ok gibi hızlı adımlarla yürümeye başladı. Belki de aklına takılan bir düğümü çözmek olduğun farkına varmıştı. Gelmek istediği yere yaklaşınca yavaşladı ve kimseye görünmemeye çalışıyordu. Burası ölüleri gömdükleri yerdi. En eski olan gömüyü aramaya başladı. Ortalık tamamıyla çalılarla kaplı çevrede uzun ağaçlar vardı. “Niye herkes aynı yere gömüyor ki.” Fakat şuan bu onu işini kolaylaştırıyordu. Oldukça yaşlı olduğunu düşündüğü bir mezarın önünde durdu. Bakındı çevresine kimsecikler yoktu zaten buraya gündüz kim geliyordu ki gece birileri olsun. Kendi şüpheciliğine güldü. Ve kazmaya başladı. Eline gelen bir kemik parçasını bir dal parçası sanıp fırlattı. Oysa aradığı şeyin o olduğunu kafaya benzer bir parça sayesinde fark etti. O da demin ki dala benziyordu , beyazla toprak rengi arası bir renkteydi üzerinde delikler vardı. Ve evet dişler bunlar duruyordu. Parçaları birleştirmeye çalıştı bunlar kendisinden yani insandan kalan parçalardı peki diğer parçalara ne olmuştu? toprakla beyaz dallardan başka hiçbir şey yoktu. Hızla kalkarak başka bir mezarı daha yeni bir mezarı kazmaya başladı. Bu sefer kendine daha çok benzeyen bir şeyler bulmuştu. Bunlarda tam değildi ama eksik parçaları oldukça azdı. Ne oluyordu bu bedenlere? Bulduğu tek şey topraktı. Yani toprak oluyorduk. Demek ki üstüne bastığımız her şey önceden bir insan yada bir canlı idi. Yanı ölüm doğanın işine yarıyordu. Peki ölümü kim istiyordu? Tabi ki doğa, bizim hayatımız dediğimiz şey aslında doğanın hayatında sadece bir an. Ben yıllarca yaşacağım bu doğa için bir mezar dolusu toprak olmak için. Ne kadar da basit bir amaç bu sistemde ne kadar da küçük bir parça. Ölüm doğanın bir parçası, bir doğumu ,bir çocuğu. Peki ilahi güç O niye böyle bir şeye göz yumuyor? Niye yarattığını öldürüp toprak yapıyor? Sadece ölüm sen bile onun varlığını gölgelemez mi? Gücü her şeye yeten niçin insanları öldürmeye gerek duysun? O zaten her şeyi ölüme gerek duymadan yapamaz mı? Kimi cezalandırmak isterse cezalandırır kimi ödüllendirmek isterse ödüllendirir. Bu yeri hem cennet hem cehennem yapamaz mı yaşarken? Burada da her türlü adaleti sağlayamaz mı? Ne diye bir insanın ölümüne ihtiyaç duysun? Ne diye bir insanın ölümüyle çevresindeki onlarca insanı cezalandırsın? O zaten kime ceza vermek isterse veremezmi ki mekan değişikliğine gerek duysun. Ölüm demek ki sadece sen bile bizim ağaçtan, hayvandan farksız olmadığımızı gösteriyorsun. Bunları düşünerek açtığı mezarın başından usulca kaktı. II. BÖLÜM Tam anlamıyla ruh gibiydi. Bir şeylerin farkına varmıştı ama neşesi yerine gelmemişti. Yürümeye devam ederken kafasında yeni düşündeler yeni soru işaretleri oluşmaya başlamıştı. Başı zonkluyordu. Sanki beyni kafatasını yırtıp dışarı çıkacaktı. Düşünmemesi biraz dinlenmesi gerekiyordu fakat bunu bir türlü başaramıyordu. Beyni yeni sorularla istila edilmişti. Biraz çevreye bakıp dikkatini dağıtmak istedi ama pek işe yaramadı. Ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Yavaş, yavaş yürüyordu zaten fazlada gücü kalmamıştı. Yaklaşık on gündür doğru dürüst uyuyamıyordu. Yattığı yere gelmişti. Hafifçe yere uzandı. Uyumak zorundaydı fakat bir türlü başaramıyordu. Bir haftada neler yaşamıştı neler. Kafasında bir sürü sorular ve çözümler ama hala yeni sorular. Bitmek bilmeyen sorular ,sorular… Ölümün neden ve nasıl olduğunu bulamamıştı fakat artık olması gerektiğinden hiç şüphesi yoktu. Ve uyku gerçekten ihtiyacı vardı iyi şeyler düşünerek kendini rahatlattı gerçekten mutlu bir dünya hayal ediyordu. İnsanın her şeyini anladığı ve tamamen hakim olduğu bir dünya. Bu onun belki de ibadetiydi. Tamamen huzura bulduğu an uykuda sarmıştı bu yorgun bedeni. Ama bu huzur fazla uzun sürmeyecekti. Çünkü ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Dışardan sesler gelmeye yani çevresindeki insanlar uyanmaya başlamıştı. Çocuk sesleri o insana neşe veren sesler. Bu kadar kısa bir sürede uyanması onu gerçekten aptal gibi yapmıştı. Ama neşesi yerindeydi çünkü on gün sonra ilk kez doğru dürüst bir ilerleme kaydetmişti ve o çocukları her zaman sevmişti. O hayatın neşe tohumlarını kim sevmez ki. Başı hala ağrıyordu sanki hiç uyumamış gibiydi. Hafifçe doğruldu karnı açtı. Ve sadece karnını doğurmak için bir şeyler yedi. Tam bir sersem gibiydi. Hiç kimseyle konuşmuyor kimsenin yüzüne bakmıyordu (zaten onun yüzüne de bakan yoktu.). Öğlene kadar diğer erkeklerle birlikte çalıştı. Ama yaptığı işin farkında bile değildi. Öğlen yemek yemesi gereken sürede kafasında bir sürü soru ile bekliyordu. Başka bir ilgi noktası aradı tüm bu sürede düşünmemeliydi. Eğer bu zehre bulaşırsa biliyordu ki yaptığı işe bir daha geri dönemeyecekti. Çünkü O şuan yeni ibadet edilecek yerin inşasıyla uğraşıyordu ve bir an önce bitirmeleri gerekiyordu. Büyücü başlarındaydı. Akşamın gelmesini iple çekiyordu. Yarım kalan bir meseleyi artık tamamlamak istiyordu. Sonunda akşam olmuştu. Fiziksel olarak bayağı yorulmuştu. Fakat yine de akşam olmuştu ve Onun keyfine diyecek yoktu. Yine her zaman yaptığı gibi sessizce çevresinden uzaklaştı ve yollar o uzun yollar önünde akmaya başladı. “Bakalım bu akşam neler yaşayacağım.” diye iç geçirdi. Kafasındaki o zalim soruları her zamanki yerine gelince serbest bırakmaya başladı. Ölüm vardı ve kaçınılmazdı. Ve bu doğanın istediği içindi (çünkü sonucu onun işine yarıyordu). İnsan sanıldığı gibi güçlü bir şey değildi ve doğanın gözünde bir ağaçtan farkı yoktu. Yani yaratıcı yoktu ve tabi ki öteki dünya. Her şey burada olup bitecekti başka bir mekanda yoktu. İnsanın bir hayvandan farkı yoktu sonuçta ikisinin de sonu aynı idi. Yani birine ekstradan bir ödül yoktu. O halde tüm bu çevresindekiler niye bu kadar çalışıp duruyorlardı. Niye doğanın oyununu doğanın kurallarıyla oynamıyorlardı? Kurallar açık ve basitti ölmemek için yemek ye ve neslini devam ettir yok olma. Bu dünyada hayvan gibi yaşamak gerekiyordu. Niye öteki dünya yada bir yaratıcı güce inanma gereksimi duyuyorlardı? Bir mezar dolusu toprak olmak insanlara bu kadar mı ağır geliyordu? “Biz ne aşağılık canlıymışız kendi konumuzu değiştirmeye çalışıp diğer hayvanlarla aramıza sınıf sokmaya çalışıyoruz. Kendimizden mi utanıyoruz! Onlarla aynı kaderi paylaşmamak için kendimize yeni inançlar avuntular buluyoruz.” Bunları söylerken o an gerçekten bir köpekle bir insan nehirde çırpınıyor olsun hiç tereddüt etmeden köpeğe koşardı. Kendi ırkından tiksiniyordu. Ayağa kalktı artık bir hayvan gibi yaşamaya karar vermişti. Aç değildi ve uykusu vardı. Gözüne kestirdiği bir yere yattı. Uyumak ihtiyacını gidermesi gerekiyordu, kafası biraz olsun rahatlamıştı. Artık hiç olmasa doğadaki yerini biliyordu. Bu yüzden yeni bir süprizle karşılaşması zordu. Uyandığında ortalık aydınlanmıştı. Şimdiye kadar uyuduğu en rahat uyku olduğundan vücudu neredeyse tamamen dinlenmişti. Ayağa kalktı ve gerindi. Tuvaleti vardı bulunduğu yere fazla uzak olmayan bir çalılıkta bu ihtiyacını giderdi. Yaşadığı yere doğru yavaş, yavaş yürüyordu. Kafası allak bullaktı. Yürüyordu fakat ayaklarını hissetmiyor sanki yerden birkaç parmak yukarda havada gidiyormuş gibiydi. Açtı ve O bir hayvandı öncelikli olarak bunu halletmesi gerekiyordu. Kısa yapraklı birkaç ağaçtan daha önce tadına baktığı yemişlerden kopardı. Tam bir hayvan gibi çiğnedi ve bir tane daha … Karnı neredeyse doymuştu. Yürüyordu sanki havada fakat ayaklarının aylında kırılan dalların çıtırtısını duyuyordu. Hayvandı ve doğmuştu niye insanların yanına gidiyordu? Fakat O bunu düşünmüyordu. Zincirinden boşalan bir makine gibi hareket ediyordu. Yaşadığı yere bayağı yaklaşmıştı. Yürüyordu. Hayvandı. Başka bir hayvanla göz göze geldi ve gözlerini kaçırdı. Kimseyle konuşmamayı düşünüyordu. Kimseyi umursamayacak sadece ölmemek için yaşayacaktı. Aniden büyücünün yapısının önünde durduğunu fark etti. Büyücü, sihirbaz, yada şarlatan. Yapısının iki yanında yanan ateş vardı ve bunların sönmesine hiçbir zaman müsaade edilmezdi. Oysa meydanda duran insanların etrafında yemek yiyip ısındıkları ateş her akşam yeniden yakılıyordu. İçeri girdi. Anlamsız gözlerle büyücüye bakmaya başladı. Büyücü ilk başta onu umursamadı. İyi dilekte bulunmasını isteyen bir sıradan insan sandı. Daha sonra uzun bir kesişten sonra onu anımsadı. Bu hiçbir şeye inanmayan salak çocuktu. İlk böyle bir önyargı taşıyan insan umursamazlığıyla bakmaya devam etti - “Hepimiz hayvanız !!! . Sen üstüne alınmak istemezsin ama sen bile bir hayvansın.” Ve çıkarken elinde olduğunu fark ettiği kafatasını önüne fırlattı. Bunların hiçbirini belli planlamamış ve çıkarken bile belki de farkında değildi. Bunları yaparken o kadar sakindi ki büyücü üzerinde en ufak bir etki bile yaratmamıştı. Zaten ben tanrıyım deseydi bile aynı şey olurdu. Çünkü O salak ve inanmayandı. Dışarı çıktı yürüyordu nereye gidiyordu? Neyi planlıyordu? Planlamak bir şeyi önceden tasarlayıp ona göre yaşamak. Böyle şeyler bir hayvanda olmamalı diye iç geçirdi. Hiçbir şey planlamadan içgüdülerle yaşamalı ne diye yarını düşüneyim ki yemek ve üremek yani ölmemek. Peki O neden ölmek istemiyordu. Niye bu zindanda yaşamaya devam ediyordu. Ölmek fikrini benimsemişti. Kendini öldürmek. En iyisi galiba buydu. Bir anlık acı ve yok olmak doğanın elinde ölmeyi beklemektense bu daha iyiydi. O an kendine lanet okudu. Çünkü o an diğer hayvanlardan farkının olmadığını fark etti. Onların yaptıklarından hiçbir farkı yoktu. İntihar etme fikrinin. O dayanamayıp kendini yok ediyordu onlar ise dayanabilmek için yeni inançlarla kuruntularla kendilerini avutup zihinlerini yok ediyorlardı. Hiçbir farkı yoktu iki tarafta güçsüz ve kaybeden. O hayvandı ve yaşamalıydı. Doğanın içinde doğan ve doğada doğal yolla ölen her hayvan gibi yaşamalıydı. Birden bire birisinin ona baktığını fark etti. Aslında oldukça uzun zamandır ona bakıyordu. O daha yeni fark etmişti. Yaramazlık yaparken yakalanan bir çocuk hırçınlığıyla - “Ne var? Ne oldu? Diye bağırdı.” Karşısındaki hiçbir şey olmamış gibi uzaklaştı. Bu insanların birer zavallı olduğundan artık şüphesi yoktu. Üzüntülü bir şekilde yürüyordu. Zavallılar gerçekten de zavallılar. Artık her insana birer mahkum gibi bakıyordu. Hepsinin beyninde ilahi güç denilen bir afyon vardı. Bunlar öylesine benimsenmişti ki artık her doğan çocuk bu afyonla doğuyordu. Bu yüzden bu konuda düşünemiyorlardı bile. Su ıslaktır ve ilahi güç vardır (Suyun ıslaklığı bile tartışılabilirdi aslında onlar için.). Bunlar direk kabullenilmiş aksiyomlardı. Konuyu açmak cesaretini bile gösteren yoktu (Ey okuyucu üniversitede okuduğum şu süre zarfında bu konudan öcü gibi kaçan genç beyinler gördüm. Genç cıvıl, cıvıl beyinler. Kendilerini zincirlemiş en hakim olabilecekleri en verimli çağda kendi hayatlarındaki en önemli şeylerden birini nereden geldik nereye gidiyoruz sorusuna hiç düşünmeden kabullenmiş aynı dedelerinin yaptığı gibi inanan temiz beyinler. Bu gerçektende acınacak bir durumdu.). Niye bu kadar zayıflardı bu insanlar. Bunlar gerçekten kurtarılmalıydı. Bunlar kayıp insanlardı. Bir anda onları insan olarak görmeye başlamıştı. Çünkü onlar kullanılıyordu bir hayvan kadar bile özgür değildiler. İnsan evet insan aslında üstün bir cins değildi. Evet diğer hayvanlardan ayrı bir canlıydı ama asla üstün değildi. Nasıl bir kuş uçabiliyorsa insanda düşünebiliyordu. Ve bu tür kendi cinsini bile yönetebiliyordu. Evet nasıl koyunları yönetip onlardan yararlanıyorsa aynı şeyi kendi cinsine de yapabiliyordu.Başka insanlar onlara iş yaptırıp onları yargılıyor hatta öldürebiliyordu. Nasılda zehirli bir türdü insan. Kendi türünü kullanıp öldürebiliyordu. Bunu yaparken de kimi zaman aynı hayvanlara yaptığı gibi zorla kaba kuvvetle kimi zamansa ( bu sadece kendi türüne ait) onları düşünce yoluyla kandırıp aldatıp. Kendi en gelişmiş organını düşünme organını daha iyi kullanıp yargı ve din yoluyla her şeyi yapabiliyordu. Bunu kendi türüne yapan başak bir hayvan daha yoktu. Ve bu tamamen adice, kahpece bir şeydi. Bir hayvan türüydük ve çok gelişmiş olmayan ama nasıl olanları kandırıp kullanan asalak türdeşleri varsa onları kurtarmak isteyen bazı türdeşleri olmalıydı. İyi düşünen kimseye boyun eğmeyen ve kimseyi kontrol etmeye çalışmayan hatta onları kurtarmak isteyen bir grup yada belki de tek bir kişi. Galiba doğru olan buydu. Bu bir savaştı (doğanın savaşı) her zaman karşı karşıya gelen taraflar olmalıydı. Yoksa bu lanet dünyada (yemek ve üremekten ibaret bir düzende) yaşam bu kadar uzun sürmezdi. “Mücadele”. Sonunda onun yaşamasını anlamlandıran bir kelime bulmuştu. Mücadele etmeli ve kazanan tarafta olmalıydı. Fakat oldukça büyük bir sorunu vardı. Bu işe nasıl başlamalıydı? İnsanları nasıl etkilemeliydi? Öncelikle onları inanca bağlayan sebepleri çürütmeliydi. Demek ki öncelikle üstü kapalı olan ve sebebi inanca bağlanan olayları doğayla ilişkilendirip onların üzerindeki kara bulutu dağıtmalıydı. Böylece büyücünün tutunduğu dalları tek, tek kırmış ve onu ortada aciz bir şekilde bırakmış olacaktı. Ve olumlu şeyler çabuk etkilenen türleri ona yaklaştıracak ve böylece büyücüye yani bir efendiye ihtiyaç kalmamış olacaktı. İnsanlar kendi istedikleri gibi daha doğrusu kendi fikirleriyle yaşamaya başlamış olacaklardı. Doğada hiçbir mistik gücü kabullenmeden tamamen boş ve açık bir zihin tamamen özgür irade. İşte bu ne kadar da güzel bir şey olmalıydı. Bunu şu ana kadar tatmış olan var mıdır acaba? Diye iç geçirdi. Bütün ön yargılardan bağımsız doğan bir beyin herhalde olmamalıydı. Yoksa hemen fark edilirdi. Bu oldukça farklı bir insan olurdu. Ama bundan sonra böyle olacaktı ve bunun sağlanması için elinden geldiğince doğayla ilgilenecekti. Artık çok daha fazla düşünmeli ve çalışmalı sonunda da kazanmalıydı. Yaşamak ve kazanmak. Siz daha önceleri nerelerdeydiniz? İntihar etmeyi düşünerek başladığı düşüncelerin geldiği son nokta onu gerçektende şaşırtmıştı ve insan zihninin olağan üstü gücüne hayran bırakmıştı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © onur güner, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |