Yaşam kısa, sanat uzun, fırsat aceleci, deney aldatıcıdır. -Hippokrates |
|
||||||||||
|
-Çünkü havlamayı çok seviyorum. Havlamak beni çok rahatlatıyor. Ayrıca ben havlamayı çok seviyorum. İpeğin güzel, kızıl saçları vardı. İpek bu güzel, kızıl saçlarını kestirdiğinde on iki yaşındaydı ve saçlarının bir daha uzamayacağını bilse kestirmeyeceğini bana binlerce kez anlatmış olmasına rağmen, ne ben dinlemekten yoruluyor ne de o anlatmaktan ve ağlamaktan sıkılıyordu. Bir iki üç dört veya beş kez intihara kalkışmıştı bu kız, bir keresinde burnunun iki deliğine birden nohut büyüklüğünde ölü böcekler sıkıştırıp kendini boğmaya kalktığını anlattı, fakat ona bunun çok mantıksız, saçma bir hareket olduğunu, hatta bunun gerizekalılık olduğunu anlattım, çünkü istemsiz olarak elini burnuna götürüp nohut tanesi büyüklüğündeki ölü böcekleri burnundan bir hamlede yere savururmuşsun, neden bu kadar çok şey okuyorsun ve biliyorsun diye sordu, benim yeşil gözlerim ve fazla çalışmaktan kendini emekliye ayırmış, emekliye ayırmasa bile çalışmaya sonsuza dek paydos demiş bir beynim yok seninki gibi dedim, bozuldu. -Perdeleri açsak mı İpek? -Açmayalım perde. -Niye? -Köpeğim ben, derim çok hassas, hemen yanıp kıpkırmızı oluyorum, yoğurt kokusu hiç hoşuma gitmiyor ve ben bir köpeğim. Geceleri hep saate bakarak uyurdu çünkü saat tiktakları ona huzur veriyormuş ve güzel rüyalar görmesini sağlıyormuş. Güzel bir rüyanı anlatsana dedim ona petunyalarını sularken geçen gün ve anlatmaya başladığı rüyayı mayışmış, mutlu gözleriyle bitirdiğinde benim kalp atışlarım hızlanmıştı ve gözlerim yuvalarından fırlayacaktı çünkü ipek rüyasında geçen gün gittiğimiz korku filminin başka bir versiyonunu anlatıyordu, tatil köyündeki birkaç arkadaşın peşine düşen katilden kaçmak için dağa çıkan gençler, dağda açlıktan ölüyormuş, açlıktan ölmeyen bir çiftse asansör boşluğuna düşüyorlarmış çünkü aslında çağırdıkları asansör gelmemişmiş, onlar da gelmiş sanmışlar ve boşluğa düşüp kafalarını yarmışlar. -Telefon çalıyor İpek, bir bakıver olmaz mı? -Olmaz, ne biçim kölesin sen, ne cüretle bana telefona bak diyerek emir verme yetkisini görüyorsun kendinde, hadi tak bakayım aldığım şu yeşil kukuletayı, ve dans et, benim için dans et, hadisene oyna oyna! Kapıyı çekip çıkmam hiç de doğru bir davranış değildi ama İpek bazen aldığı ilaçları fazla kaçırıyor ve ne dediğini aslında gerçekten bilmeden konuşuyor, aslında ilaçları fazla kaçırmış olması çok mantıksız çünkü ilaçlar ağzınıza attığınız yeşil erikler değillerdir ve fazlası yeşil erik gibi gaz yapmaz, onun yerine sizi öldürebilir; ama ben İpek’i hiç ilaç içerken görmedim çünkü o ilaçlarını tuvaletine koyar ve tuvaletteyken içer ve ben de o tuvaletteyken içeri girmek istemiyorum, hem kabalık gibi görünüyor gözüme, hem de içerde başkası varken tuvaletin kapısını açma fikrinden hep korkmuşumdur, çünkü o sırada içerde olan kişi olmak istemezdim, aslına bakarsanız İpek de olmak istemezdim çünkü her geçen gün kafayı daha çok yediğini ben değil, doktorlar, hatta heyet halinde, söylüyorlar, çünkü bazen haftalarca sadece süt içiyor, çünkü kediler sadece süt içermiş ve sonra evlerini terk ederlermiş. -Nerdesin, yanına gelebilir miyim, yoksa şizoit bir yaratığa dönüşücem galiba. -Ayrancı’dayım, gel tabii. Ayrancı’da bir evimiz var, yani aslında eve pek benzemiyor, daha çok içinde birkaç havlu, saat ve fotoğraf olan bir depoya benziyor çünkü tavanları çok alçak ve içinde insani hiçbir şey göremezsiniz, zaten bu yüzden eve kimseyi sokamıyoruz, sadece ikimiz girebiliyoruz, çünkü zaten biri girerse ikinci gün ölür ve bir ölüyü ne yapmak gerektiği hakkında hiçbir şey bilmiyorum, bilmek de istemiyorum, aslında bu evi çok ucuz diye tuttuk çünkü fazla paramız yoktu ve kalacak bir yere ihtiyacımız vardı, annem evde üzerime çullanmıştı ve babam alkolikti, bir gün beni de döveceğinden daha çok korktuğum şey dövdükten sonra beni şu realite şovlardan birine çıkmaya zorlamasıydı, çünkü realite şovları izlerken o insanlara hep acıyor ve bana da birileri acısın istemem doğrusu. -N’aber? -Bugün İpek beni delirtti bu yüzden onu öylece bırakıp çıkmak zorunda kaldım. Ama aslında onun fazla dinlediği yoktu çünkü sevişmek istiyordu ama işin kötüsü evde sevişecek değil, oturup soluklanacak bir sandalye bile yoktu, onun yerine annemin kıyamayıp verdiği üzerinde geometrik desenler olan küçük bir kilim vardı, kilime uzanınca da tüyleri sırtıma ve her yerime batıyordu ve vücuduma bir şeyler batmasından nefret ederim, bunun yerine İpek’le uyumayı ve saat tiktaklarını duymayı bile tercih ederdim.. -İçecek bir şeyler alacaktın? -Aldım ama sıcak. Dışarıda hava yetmiş dereceydi ve elektrikler kesilmişti, bakkaldan veresiye alınan soğuk içecekler bile sıcaktan bayılmışlardı ve şu anda sıcak bir şey içmeyi hiç mi hiç istemiyorum. -Özür dilerim, en sevdiğin film cd’ni yanlışlıkla kırdım dün gece. -Hangisini? -Gus Van Sant’ın yönetmenliğini yaptığı hani.. -Hmm.. neyse.. mühim değil o kadar… Gerçekten çok üzülmüştüm çünkü o filmi defalarca seyretsem de bıkmayacağımı hissediyor ve o çiftin yaşadıklarını kendi hayatımla özdeşleştiriyordum ve böylece trenlerden ve baykuşlardan çok korkmaya başladım, tabii filmle uzaktan yakından bir alakası yok benim baykuşlardan ve trenlerden korkmamın, aslında bakarsanız birçok şeyden korkuyorum ve bu beni çok rahatsız ediyor çünkü güçsüz biriymişim gibi bir hisse kapılıyorum; belki de sadece hissine kapılmıyorum belki gerçekten de güçsüz biriyimdir. Fotoğraflarımı teker teker yere düşürüyorum, yere düşüşlerini izlemek hoşuma gidiyor, çünkü fotoğraflara yerden bakmak daha zevkli ve daha çok algılayabiliyorum ne çektiğimi, örneğin geçen Salı ağlayan ama gözlerinden yaş akmayan bir çocuğun fotoğrafını çekmiştim, bir oyuncakçı dükkanının önünde annesine mavi tekerlekli arabayı alması için naz yaparken, tabii oğlunun fotoğrafını çekmemden hiç hoşlanmadı ve onu elinden tutup yemek yiyeceğiz diye oyuncakçı dükkanının önünden uzaklaştırdı ve ben elimde kameram ve soğuktan donan çıplak bacaklarımla öylece kalakaldım. Bacaklarım vücudumun en çok üşüyen bölgesidir, bacaklarımdan sonra ellerimi sayabilirim çünkü bacaklarım ve ellerim anormal bir şekilde her mevsimde buz gibidirler ve masmavi kesilirler, doktorlar damarlarımın derin ve ince olduklarını bu yüzden fazla ısının bacak ve ellerimde dolaşamadığını söylemişlerdi ama ben söylediklerine inanmadım çünkü beni gerizekalı sandıklarını düşündüm yoksa tıp terimleri kullanarak da konuşabilirlerdi, mesela kronik Akdeniz anemisi, hipotermiye yol açabilir, ani ölümle noktalanabilir’ gibi. Sabahları en nefret ettiğim şey baş ağrısıyla uyanmaktır, işte bugün de başıma gelen bu oldu, koca bir baykuşun kafama sıçmasından çok daha kötü hissettim kendimi, baş ağrısıyla birlikte midem bulanıyor, karnımdan gurultulu sesler geliyordu ve pis kokuyordum çünkü geçen akşam sevgilim yeğenimin evindeki şömineyi kullanarak ızgara et pişirmeye kalkmıştı, hiçbir şey yiyemedik çünkü hepsi yandı, bize de is ve yanık kokusuyla birlikte bir gece geçirmekten başka bir bok kalmadı. Bir ara kendimi İpek sanıp, tuvalete kapattığımı, klozet kapağının üstünde fosur fosur sigara içtiğimi hatırlıyorum ama neden yaptığımı hatırlamıyorum çünkü içkiyi yine fazla kaçırdık ve içkinin fazla kaçırılmasından hoşlanmıyorum, beni iyi etmiyor, bunun yerine kirazlı ördek kafası veya mercimek çorbalı puding yemeyi tercih ederim çünkü zaten zayıflıktan ölmek üzereyim ve kimse bana dokunmaktan zevk almamaya başladı. -Bıdı bıdı bıdı bıdı -Ne? -Hiç. -… -Ee naber? -İyiyim sen nasılsın? -Ben de iyiyim. Sevgilimin bir bok anlamayan primitif bir insan artığı olduğunu düşünmek hiç hoşuma gitmiyor ama bazı davranışları beni bunu düşünmeye itiyor çünkü gerçekten manasız davranışlarda bulunması sinirlerimi bozmasından öte kötü hissettiriyor beni anladığını hiçbir zaman göremiyorum, açıkçası kaç yıllık beraberliğimizde beni onayladığını da çok az gördüm. -Türkiye zaten bok gibi bir yer, bizim ne işimiz var ki bu medya maymunu, makyaj kuklası, imitasyon, cahil, ne yaptığını, ne ettiğini bilmez, doğal kaynak tüketicisi olduğundan bihaber, reklam hipnotizasyonunun başarı sağladığı insan güruhunun arasında. Çünkü sen ne farklısın. - Kendimi bir prizmanın içine hapsolmuş gibi hissediyordum. Bir çok kenar ve köşeler vardı, hepsi birbirine benziyordu ve çıkış yolu olabilecek bir kapı bulamıyordum kendime. Nereye baksam aynı aynamsı kristalize üçgenler görüyordum. Ne tarafıma baksam bir anlayışsızlık bir ihanet anlamsızlık anlamazlık boş gözler ve boş suratlar ve ne dediğimi hiç mi hiç dinlemeyen insanlar görüyordum. Yo belki de bu insanlardan sadece bir tane vardı da prizma çokmuşçasına gösterip kandırıyordu beni. Ben kandırılmaya müsaittim, iyilik bekliyor ve böylece iyilik alabileceğimi düşünüyordum ve bu yüzden dünyanın üzerime çullandığı anlarda hiç kaçış noktası bulamıyordum. Kötü biri olsam kaçış noktam kötü davranmak, kötü biri olmak olurdu, kaldırımlara tükürür, bol bol küfreder, arkadaşlarımı satar, sevgililerimi aldatır, anneme ve babama birer bok parçasıymışlar gibi davranırdım. Ama bütün bunları yapabilecek gücüm yoktu açıkçası elimden fazla bir şey gelmiyordu bazen parklarda kaydıraktan kayarak gülüşüp eğlenen kocaman olmuş çiftlere bakıp yolu tıkıyordum ve gözlerim doluyordu. Tahta lalelerle gezen kırmızı sandaletli bir kız görmüştüm yüzü gülüyordu ve gerçekten mutlu gibiydi, yani yüzüne benim yaptığım gibi sahteden bir gülücük oturtmamıştı, onun adına sevinip kendime ne kadar da çok acımıştım, sonra eve gidip kotumu değiştirip geri çıkmış ve bir sigara yakmıştım. Ev dediğin de eve benzemiyordu zaten içecek bir su bile bulamıyorduk ve bundan bile rahatsızlık duymayacak kadar anormal boyutlarda bir beyin ölümü yaşıyorduk. Algım kapanmıştı sanki tüm dış tepkilere, sanki narkoz verilmiş gibi ne acıyı ne mutluluğu ne aşkı hissediyor sadece bazen çok büyük korkulara kapılıyordum bu korku beni hüngür hüngür ağlatacak kadar felaketti ve geceleri uyuyamamamla son buluyordu. İlaç kullanmaktan nefret ediyordum bunun yerine baş ağrımı geçirmek veya uyuyabilmek için meyan kökü falan çiğnemeye başlamıştım ama ne halta yaradığını da bilmiyordum. Doğadan ne kadar uzaklaştığını gösterir alerjin olup olmadığı demişti sevgilim, bense doğaya daha yakın durmak adına inanılmaz yapay bir rol biçmiştim kendime ve figüranlarım bile benden daha başarılıydı. Yazamıyordum ve yazmak da istemiyordum, içimden kitap okumak, resim çizmek, sinemaya gitmek gelmiyordu, televizyonda yaşlı kadın programları izleyerek çay içiyordum, veya köpeğimi seviyordum bunu da yapmazsam uyuyordum ve uyanınca bakkaldan bir paket sigara ve bir şişe bira alıp eve geri geliyordum sonra bir şişe biram bitince neden iki tane almadım diye hayıflanıp tekrar bakkala gidiyordum. Günlerim böyle geçiyordu ve bu günler boyunca –ki kaç gün olduğunu saymamışımdır çünkü ne önemi vardı ki aslında saate bakmanın,- bir defa bile gidip İpek’in nasıl olduğuna bakmadığımı çok sonra fark ettim. İpek’in evine girip ve çıkmam arasında beş dakika ha var ha yoktur. Ben ölü insan görmekten hoşlanmam, bundan önce çok ölü insan gördüğümden söylemiyorum ama bunun düşüncesi bile beni çok korkuturken görüntüsüyle karşılaşmak insana pislik bir bulantı veriyor ve bu bulantı haftalarca ve aylarca geçmeyeceğe benzer bir bulantı. İpek, aslında o kadar da zor sayılmayacak bir intiharla güzel hayatını noktaladı. Zor bir intihar nasıl olabilir? İntiharın zoru olabilir mi? Peki ya kolayı? [İki şişe cin, bir kutu aspirin, bir şurup şişesi kadar actifed, güzel rüyalar, dantelli bir gecelik –ki İpek bir erkekle sevişmeden ölmek istemezdi- ve hayatın o güzel şelalemsi akıcılığı içinde kaybolmuşluk, havalara karışmışlık veya ne derseniz deyin gebermişlik.] Güzel bir müzik açmıştı İpek, Nick Cave ve Henry Lee’si, ölüm için seçilen şarkılardan ama ölümlük bir şarkı diye de yargılanması yanlış olur, salon perdeleri sonuna kadar açık, buzdolabının kapağı kapatılmamış, -ki zaten içinde iki şişe meyve suyu ve yoğurt vardı, ben almıştım çünkü İpek ilaçlarıyla meyve suyu içip arkasından yoğurt yemeyi severdi, meyve suyunu ilaçlarını tuvalette içtiği için yanında götürürdü, midesi nasıl bulanmazdı bilmem ama ölünün arkasından da konuşulmaz zaten- ve mutfak tavanından on beş santim aşağıda on on beş adet karasinek raks ederken İpek sonsuzluğu tercih eden nadir insanlardan biri olmuştu. Belki bilerek, isteyerek tercih etmedi gebermeyi ama neticede dantelli beyaz giysisiyle salonun kirlenmiş sarı halısının üstünde yatan oydu, ben değil. Zor durumdaydım.. Devasa bir gökkuşağı gelip rengarenk kollarıyla beni boğmaya çalışıyordu ve kollarımda bu rengarenk canavardan kurtulacak takat kalmamıştı. Midem bulanıyordu, birilerinin karşımda, yerde nefes almadan yattığını yavaş yavaş algılamak deli etmişti, kapıyı çekip gitmek istiyordum, yapamıyordum, parkeye çivilenmiştim, yalnızdım, ev yoğurt kokuyordu, ve Henry Lee çalıyordu. Uyandığımda telefon çalıyordu. Odam, yani odamız küçük bir kare şeklindeydi, dört duvarı da boştu, dolap alacak para bulamadığımız için tüm giysilerimi katlayıp yanımda getirdiğim mavi bavuluma yerleştirmek zorunda kalıyordum, kendimi sonsuz bir tatile çıkmış temizlik hastası sapık bir kadın gibi hissetmek hiç hoşuma gitmiyordu ama halı dediğimiz şey caddenin toz ve pisliğinden kirlenmişti, üzerine basmaya bile korkuyordum, yan taraftan, parkeden dolaşarak yatağıma varabiliyordum. Bazı geceler eve sarhoş geldiğim için parkenin o halısız ince çizgisinden yürüyemezdim ve halıya basmak zorunda kalırdım ama o sarhoş halimde bile tiksindirirdi bu beni. İpek’in ölümü şaka veya rüya falan değildi, gerçekti, İpek’e bakarken yanına bayılıp kalmıştım, saatlerce yanında yattıktan sonra anca gece yarısı, sevgilim beni merak edip yürüyerek gelmişti, dediğine göre beni ölü arkadaşımın yanında baygın yatarken görünce bayağı korkmuş. Sanmıyordum. Nedensiz yere hasta olmuştum, beni o gece eve getirdikten üç gün sonra ateşli bir alınla ayılıp ne olduğunu tam olarak anlayamayarak ve sadece başucumdaki kırmızı şurup şişesini görerek tekrar yastığa devrilmiştim, saatlerce uyuyordum, birkaç gün sonra hastalığım geçmişti ama ben hastalığım geçsin istemiyordum çünkü bu bana yataktan hiç çıkmamak için bir bahane oluyordu. -Londra’dayken çikolata parçalı dondurma yedikten sonra bankların paralı olduğu bir parka oturup güneşin batışını seyretmek beni bir defalık mutlu etmişti. – Hastalığım hayatımdaki bazı pürüzleri, değiştirmek istediğim noktaları, ayakkabılarımın ne kadar çirkin olduğunu ve yüzümün bir boka benzemediğini bana bir kez daha hatırlatmıştı. İşin kötüsü şimdi İpek de yoktu. İpek’ten nefret ederdim çünkü hasta karının tekiydi, yanına gittiğimde bana ya köpek taklidi yaptırır, ya kafama rengarenk bir kukuleta taktırarak dans etmemi emreder, ya da yerlere kustuğu mide sıvısıyla karışmış, iğrenç kokan yoğurt lekelerini temizlememi isterdi. Tüm bu ameleliğe rağmen, hayatımın büyük bir parçasının kopup gittiğini hissediyordum, sanki koca bir elmalı turtadan koskoca bir dilim almış, tombul parmaklarıyla onu ağzına sokmaya çalışan bir kadın belirleyecekti hayatımı ve pis ağzına girmekten başka şansım yokmuş gibi görünüyordu. Sevgilim, hayatıma düşen kirlenmiş ve rengi atmış bir yaprak gibiydi, damarlarını teker teker koparmak istiyordum. Hayatınızın dörtte üçünün başkasının elinde olduğunu, o başkası geberince, sizi terk edince, askere gidince, baloya gidince, sosyeteye katılınca veya 45 kilo alınca anlıyorsunuz. Ve bu, yani hayatınızın yarısından çoğunun size ait olmadığını öğrenmek, ve bunu hayatınızın yarısından fazlasının bitmiş olduğunu düşünürken öğrenmek, insana ağzına yarım kilo çiğ domuz eti tıkılmış gibi hissettiriyor. Hayatımın dörtte üçü gebermişti.. Hayatımın dörtte üçünün meyve suyuyla binlerce ilaç içen ve babasının ona bir gün pespembe bir kedi alacağına inanarak, bunun verdiği umutla beslenen bir manyak tarafından kaplanmış olması beni deli ediyordu ama bunun da ötesinde, şimdi hayatımın geri kalan parçasıyla ne halt edeceğimi bilmiyordum çünkü anlamıştım ki o parçayı çöp torbam olarak kullanıyor, içine boş şişeler, izmaritler, mendiller ve kirli çarşaflar atıyordum. Oysaki şimdi çöp torbasını kapıcıya vermeli, yeni simsiyah çöp torbamın içineyse bomboş kalmış hayatımı yerleştirmeliydim. Çiçekler açıyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © peri sim eldivenoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |