Barışı bulacağız. Melekleri duyacağız, göğün elmaslarla parladığını göreceğiz. -Çehov |
|
||||||||||
|
Entelektüel düzeyde bir iddia ortaya koymaya çalışan dindar insanların oluşturduğu ve güçlendirdiği bir kanal vardı bir zamanlar. Bugünden bakınca, çılgınca bir hayali kovalıyor gibiler. Oradan oraya, Türkiye’nin gündemini adeta yeniden yorumlayıp kültürel anlamda bir çaba koyuyorlardı ortaya. Konuklar “İstasyon”a alınıyor, uyduruk ve güdülebilir gündemlerin canı cehenneme denilerek, bu ülkenin kendi kültür kodlarından bahsediliyordu. Adeta kültür harekâtı yaşanıyordu. Gencecik delikanlılar, uzun süre dergilerde, süreli yayınlarda bir ideal ortaya koymaya çalışan önemli ağabeyler, büyükler, bütün birikimlerini ekrana seriyor, heyecanıyla yeniden coşku yaşadıkları gençlerle daha önemli mesafeler kat etmeye çalışıyorlardı. Avrupa ülkelerinden yayın organları, Türkiye’deki bu benzeri görülmemiş hareketliliğin fotoğrafını çekmeye çalışıyorlar, bu coşkunun, heyecanın sebebini anlamaya çabalıyorlardı. Zorlandıkları konu şuydu: Bu ülkede slogan düzeyinde kalmasını bekledikleri İslam ve ona ait olan kültür konusunda nasıl bu seferberlik başlatılabildi, bu işi kimler yürütüyor, sonuçları ne olabilir? Yabancı basında çıkan haberler Türk gazetelerinde alıntılanıyor ve hepimiz ‘vay be’ meğer neymişiz, filan diyorduk. Çıkan haberler, söyleşiler bizi gönendiriyor, ‘yürü kim tutar sizi’ diye de içimizden geçiriyorduk. Sonra birden her şey yerle bir oldu. Yavaş yavaş, o görüntü flulaştı ve etkisini yitirmeye başladı. Mesele yeni bir dil, yeni bir anlayış meselesini kapsamakla birlikte, kendimize ait olanı fark edip, onu daha da hayatımızın vazgeçilmezi haline getirmekti. Televizyon yayıncılığına düşünce adamları, şairler, dergi sahipleri katılmıştı. Onları ekran önünde gördüğümüz gibi ekran arkasında da çabalarını hissetmiştik. Ne olduysa, dış basının ilgisinden sonra oldu. Sanki bir rüzgâr esti, alıcılarla vericiler yer değiştirdi. Mücadele edilenle mücadele ettiklerimiz de yer değiştirdi. Endişeye kapılanların endişelenmelerine gerek olmadığının hükmünün yerleştirilmeye çalışıldığı bir döneme girildi sonra. “Büyüyoruz, geniş kesimleri kucaklıyoruz, dar alanda kısa paslaşmalarla sınırlanmıyoruz…” derken başladı şenlik. Bu şenliğin alışılageldik bir durum haline geldiği zamanlar. İlk programından itibaren ortak heyecanlarımızı radyodan, vakıftan beri birlikte sürdürdüğümüz arkadaşlarımın çalışma arkadaşı şair ağabeyimizle bir yemekte birlikteydik. Uzun süredir sormak istediğim ama ‘kırılır’ endişesiyle hep es geçtiğim soruyu sormak zorunda kaldım şair ağabeye. “Kaç yıldır kanaldasın. Başlangıçta kültür programları yaptın, çok da tutuldu. Kültür çevrelerinde bir heyecan dalgası oluşturdun. Peki ağabey o programlar bugün niye yok? Hadi sen meşgulsün, görevin gereği sorumlulukların arttı. Ama kanalda bir tane bile kültür sanat programı yok. Bu nasıl oldu? Artık yapabileceğin bir şey yok mu?” Uzun yıllar beni büyük bir hüzne gark eden o cümleyi söyledi bana, hem de gizlemeye çalıştığı yenilginin bütün tonlarını geçmişine hapsederek: “Bu ülkede kültür mü kaldı lan!” Zeynepler ölmesin. Peki ne olsun! Türk sinemasında adeta yeni bir sayfa açılmış, milli ifadesi bir yönetmenin sinema anlayışı olarak kabullenilmiş, aynı görüşteki yönetmenler için yeni arayışlar başlamıştı. Abdurrahman Şen’in Beyaz Sinema tanımlamasının kabul edilebilirliğinin konuşulduğu günler. Çekilen filmler vizyona giriyor, film dağıtım şirketlerinin tüm salonları açmamasına inat, düğün salonlarında, sinema salonu demeye bin şahit yerlerde ve tekelin kırılabildiği sinemalarda gösteriliyor. Bütün aksiliklere rağmen, sinemayla ünsiyeti ‘oğlum, kızım uzak dur’ cümlelerine muhatap bir camia için yeni bir açılım oluşturmuş. Beyaz perde dendiğinde ‘evde sigara içilmesin, perdeler kirlenmesin’i anlayan ev hanımlarına kadar herkes sinemalara akın ediyor, heyecanlar yükseliyor. Dindar camianın çizerlerinden bir ağabeyimiz kötü yola düşürülmüş bir kadının, yaşadığı kirlilikten kurtulma mücadelesine destek veriyor, “Zeynepler Ölmesin”, video filmi olarak dolaşıma çıkıyordu. Hayatı boyunca hep ters adam olarak bilinen bir yaşlı büyüğümüzün de aralarında olduğu kişilerle izlerken filmi, bütün tersliğiyle gözümde korkulacak olan o insanın gözyaşlarını gördüğümde şaşırmıştım. Oya o şaşkınlıklarım daha sonra sevgiye dönüşecekti. Ve beni, sinema denilen o uçsuz bucaksız evrenin çok güzel dostluk ve kardeşlik şarkıları söyleyebileceğine, söyletebileceğine ikna etmişti. Aradan yıllar geçmiş, Beyoğlu’nda yeni filmini çeken yönetmenin modern görünümlü hanımların hizmetleri eşliğinde basın toplantısına katılmıştım. Uzun süre film çekemeyen yönetmen, reklamcılığa yönelmiş, aralarda belgesel filmler çekmiş ve geri dönüş için ortamın oluşmasını bekliyordu. Tam istediğini elde edecekken yine son dakika ‘söz verilir, para verilmez’ kaidesince ortada kalmıştı. O da, kendi anlayışıyla pek ortak yönleri olmayan ama bir şekilde sinema ortamında bulunduğu yapımcı şirketle yeni bir filme başlıyordu. Bu kez oyunculardan biri travestiyi oynuyordu. Gözlerimin içine baktığında soru sormamı beklediğini anladım. Üstü kapalı bir şekilde, ortamda bulunanların pek de sezemeyeceği cümlelerle Zeynepler Ölmesin’den bugünkü duruma nasıl gelindiğini sordum. Uzun uzun düşündü ve alt perdeden içindeki umudu bıçaklayanlara serzenişten sonra sadede geldi. O güzel günler geride kalmıştı. Evet, geride kalmıştı özlemle anılan o günler ve ne yazık ki bir daha gelmeyecekti. Oysa Zeynepler artık birtakım batakhanelerde pazarlanmıyor artık. Hayatın içinde, dindar insanların çocukları da büyük tehlikede. Yeşilçam melodramlarında namusu kirletilen kadının kendini öldürmeye teşebbüsü işlenir bolca. Artık o günler geride kaldı. Modern toplumun değer yargıları değişmiş, genç kızlar sokakta kafeslenir olmuştu. Daha da ötesi, kendi iç dünyalarından gittikçe uzaklaştırılan nesiller için hiçbir ortam güvenli değil artık. Dinin bir vicdan işi olduğunu kabul etmeseler de, hayatın bir kenarında vicdan temizlemek için beklediğini sanan bir güruha dönüştü herkes. İş dünyasının acımasız kuralları vardı ve bunlar din, vicdan dinlemiyordu (acaba?) Baskıcıların sosyal hayattan men ettiği başörtülüler için asıl imtihan bu dönemde başlayacaktı. Ne yapılacaktı? Din adeta bir sorgu alanına hapsedilmiş, inançlı insanların güveneceği kurumlar oluşmamış, en büyük İslami ticari müesseseler açık ve şeffaf bir döneme girdiklerinin farkına varmışlardı. Yani başörtüsü kapalı kapılar ardında konuşulan bir şey olmuştu ve görünürde ‘açık’ ve modern hayatın ‘acımasız ama n’apalım’ kuralları hakimdi. Yönetmen perdede mücadelesini verdiği bir konuda, kendisiyle çok uzağa düşmüştü. İçindeki yenilgi, ağzından çıkan sözleri daha da anlaşılmaz kılıyordu… İpin koptuğu yer Sosyal belediyeciliğin en hızlı çalışmalar sergilediği dönemden iki isim var karşımda. Belediyecilikte destan yazılırken, kültür de unutulmamış, İslam ve geleneksel kültür köklerinden haberdar, modern hayatın dayatmaları karşısında edebiyata, estetiğe ve inanca tutunmuş insanlar olarak çalışmışlar. Şimdi iki küskün olarak karşımdalar. Biri üniversite hocalığına geri dönmüş, ‘ne haliniz varsa görün’ demiş, diğeri ise mücadelesini basın alanında sürdürmeye kararlı. Son dönemi bir türlü kavrayamamış bana, ipin koptuğu yeri anlatacaklar. Neresi biliyor musunuz? “Biz belediyecilik işine geçince, kültürel anlamda hizmetlerimizi daha da somutlaştırarak sürdürdük. Daha önce yazıyor çiziyor, ama işin pratiğinde yer almıyorduk. Elbette kurumsal anlamda çalışmalar yapmıştık. Ama bunlar bir devamlılık arz etmiyor, zorlukla yürüyordu. Belediye döneminde işe sıkı bir şekilde asıldık. Bulunduğumuz yer gayrimüslimlerin de ağırlıkta olduğu bir yer. O yüzden çoksesliliği de ihmal etmedik. Bir yandan da kendi kültürümüzü en iyi şekilde temsil etmeye, geçmişle bugünü birlikte değerlendirip yarınlara bakıyorduk. Büyük ideallerimiz vardı. Bir avuç yönetici elitin medyayla birtakım kurumlarla dayattığı ısmarlama kültürün karşısına kendi kültürümüzün güzellikleriyle karşı çıkıyorduk. Bu sıralarda faaliyetlerimiz yabancı basının dikkatini çekti. Avrupa basınından AB dolaylarından sık sık misafirlerimiz gelmeye başladı. Onlar, bizim bu kadar güçlü bir kültürel geçmişe sahip olmadığımızı söylüyorlardı. Bu dinamizm nereden geliyordu ve nasıl çalışıyorduk? Merak ettikleri sorulardı bunlar. Zamanla onların ziyaretleri o kadar doğal hale geldi ki bu ziyaretlerin arka planını, bunların geliş sebebini merak etmeye başladım. Görevden ayrılmak zorunda kaldığımda ise mesele benim için aydınlandı. Onlar bu kültürel hareketliliğin önünü kesmek için çalışma yapıyorlardı. Sonuçta bütün çalışmalar durdu ve kültürel etkinliklerin hem içerdiği değişti, hem de bize ait olan değerler yavaş yavaş sümenaltı edildi. Ve sonunda ilk başladığımız yere geri döndük. Yine biz yokuz, yine onlar var. Hem medya gücüyle, hem de psikolojik yıldırma harekatıyla” Diğer küskün ise, yeniden bir umudun yeşermesini, bugün iktidar, erk sahipleri olan eski arkadaşlarının ‘nerde kalmıştık, başlıyoruz’ demelerini bekliyor. Oysa artık bize ait olan ne varsa Avrupa paketleri içinde çoktan “üf” oldular bile. İşin daha da kötüsü, bu ülkede gerçekleştirilen tüm kültür hareketliliğinin ardında bir sponsor var. Film, müzik, eğlence içerikli festivaller hep Avrupalılarca destekleniyor. Neredeyse geleneksel kültürümüzü bile onların himmetiyle hatırlayacağız! Anlayacağınız AB’ye kültürel anlamda çoktan angaje olduk bile. Çoktan kültür kurumlarımız kendilerine ‘geniş dolayımlı frekans’lar buldular. Artık yayınlar tek merkezden yapılıyor ve tek seslilik çoktan ‘özgürlük’ şalıyla üzerimize bir uyku hali püskürtmüş durumda. Altın Portakal’a bak, Türev’ini al Türk sinemasının kendini bağımsız, bağlantısız sürdürebilmesi neredeyse imkânsız. Dış destek almadan film yapılamıyor. Haliyle izlemek için sinemaya koşturduğumuz film, kimin plağını çalıyor, bakmak gerekiyor. Türev’in Altın Portakal’da Nurgül Yeşilçay gibi bir ismi bile şaşırtan başarısı bunu gösteriyor aslında. “Seneye de Petek Dinçöz’e versinler” demişti Yeşilçay. Oysa bu trend pek Dinçöz’lük değil. Burada magazinsel bir süreç yaşanmıyor. Daha da kötüsü yaşanıyor. Avrupa destekli yeni dönemde iktidardan umuda kapılmak da mümkün değil. Türsak’a teslim edilmiş bir Altın Portakal’ı bize armağan edenler, ne yaptıklarını biliyorlardır umarım! Seneye ensest ilişkilerden, artık ‘sapkın’ kelimesini dahi kullanamadığımız (nedense) ilişkilere kadar ne kadar ahlâk (ne ahlâkı ya da sadece ahlâk mı?) dışı fiil varsa onlar öne çıkarılacak. Bu ülkenin edebiyatı da, sineması da yeni dönemde karmakarışık bir düzleme sokulacak. Ödül alan filmler “Babam ve Oğlum” gibi filmler olmayacak. (Bakarsınız şaşırtırlar beni) Aile kavramı çoktan modern hayat içinde eritildi bile. (Bakınız artık nereye gitti belli olmayan gelin kaynana soslu kadın programları) Medyanın ortaya koyduğu trendlere bakarsak, artık kimse kendinden emin olmasın. Her birimiz kendi inandığımız değerleri değil de karşımızdakinin inandığı değerlere bir şey olmasın noktasına sürükleniyoruz. Yani bize dayatılan kendi özgürlüklerimizi paranteze alıp, büyük desteğe sahip olanlara bir halel gelmemesini sağlamak. Bu yüzden festivallerden kimse umuda kapılmasın artık. Ya da bağımsız yapım gibi görünen filmlerden. Ah, sinema vah sinema… Ali Murat Güven Yeni Şafak’ta sinema yazıları kaleme almaya ve sayfa hazırlamaya başladı. Yolu açık olsun, kalemi güçlü olsun inşallah. Son dönem çoğumuzu oldukça yoran tartışmalara girdi Güven. Bakalım neler olmuş? Eşref Ziya, Mustafa Cihat. Uzun yıllar çalışmalarına şahit olduğum iki isim. Müzikte hep yeni arayışlar içinde oldular. Eşref Ziya son yıllarda biraz Hasan Cemal gibi hissediyor kendisini ve özeleştiride bulunuyor. Sanırım kendisine yöneltilen eleştiriler onu olumsuz etkiledi. Bir film yapmaya karar verdiler. Eşref Ziya’nın arzusuydu sinemada oynamak. Sonuçta oldu bu. The İmam ona bu imkânı verdi. Ama daha büyük imkânları da elinden aldı. Artık sinema filmi yapabileceğini sanmıyorum Eşref Ziya’nın. Ama hatalardan ders aldığını, eğer bir daha bir şey yapacaksa, kısa zamanda, bilmediği bir alanda olmayacak kimselere ve sözlerine kulak asmayacak, buna eminim. İsmail Güneş filmin yönetmeni. Filmini savunamayınca rahmetli Mustafa Akkad’a saldıracak kadar bilincini kaybetmiş. Yani bir zamanlar bir İsmail Güneş vardı durumu. Ortaya konulan eser, kimseyi tatmin etmedi. Ne konu olarak, ne sinemasal açıdan ne de teknik, o, bu, şu… Filmle ilgili yorumlarım ‘ne yazık ki…’ diye başladı hep. Üzüldüm. Büyük bir imkân heba edilmişti. Bundan sonra film çekecekler bu içinden çıkılamaz durum yüzünden gözleri korkarak film çekecekler. Ya da kendilerine büyük güven duyan, inandıkları değerlerden gocunmayan insanlar olacak onlar. (Her kimseler ve varsalar, onları saygıyla selamlıyorum) Film bir şekilde gösterimden kalktı, artık konuşulmaz derken Ali Murat Güven, çok çok iyi niyetli ve fazlası zarar bir tavır gösterdi. İmam Hatiplileri suçladı bu filme destek vermedikleri için. Filmin yaslandığı değerler İmam Hatiplilere güven vermedi, bana da. Yetmişli yılların yobaz tiplemesini bugüne taşırsan, İmam Hatipliyi de camide çocuklara Word dosyası açabilen imam noktasına indirgersen eleştiri alırsın. Hele de bu ülkenin başbakanı, bakanları, milletvekilleri çoğunluk olarak imam hatipliyse kimliğini gizleme hikâyesinin alıcısının olmadığı ortaya çıkar. Peki o zaman Ali Murat Güven bunca eleştiriyi neden göze aldı? Sanırım şundan: Eskiden bu ülke yedi düvel tarafından işgal edilmişti. Büyük bir mücadeleyle kurtarıldı ve bugünlere geldik. Bu ülkeyi işgale yelteneler elbette ki peşimizi bırakmadı. Bize kültürleriyle, anlayışlarıyla, inandıklarıyla müdahale etmeyi sürdürdüler. Bizi kendi halimize bırakmadılar. ABD tüm dünyada her alanda olduğu gibi sinemada da kendini sağlama aldı. Avrupa, bir şekilde kendi sinemasını güçlendirmeye çalıştı. Bize düşense hep dişe diş mücadele oldu. Özal- Baba Bush görüşmesini hatırlayın yıllar öncesinden. Türk sinemasını tüm koruma gayretlerimiz Baba Bush’un ‘veto’ sözcüğünü kullanmasıyla engellendi. Bizler kendi sinemamıza, daha doğrusu kendi sanatımıza güvenemezken ABD bizden niye korktu acaba? ABD’nin korktuğu Gora, Vizontele gibi filmler miydi? Yoksa bu ülkenin insanları sanat ve estetiğin yanına bir de inancı ekleyip geniş bir hinterlandı etkilerse diye mi korkmuştu? Yani bugün için The İmam’ı reva gördüğümüz insanlar acaba dünya çapında filmler yapabilir diye mi korkuldu? Bu ülke insanının sineması birtakım yerlerde bilinçli bir şekilde engellendi. Kilit noktalara konulan isimler sadece inançlı insanların değil, bu toprakları seven herkesin iyi iş çıkarmasını engelleme amacı güttüler. Verilen yardımları bu ülkenin etkin ama azınlık kurumlarına verdiler. Köşebaşını tutanların kötü niyeti sinemayı seven insanları isyan ettiriyor. Bütün bu zorluklara rağmen inançlı insanların sinema filmi çekmesi Ali Murat Güven’i mutlu etti, tabii ki beni de. Ama film vizyona girdikten sonra hayal kırıklıklarıma bir yenisi daha eklendi. Ben ‘bu seyirci güvenmediği filme gitmez, gitmemeli” derken, Güven, “olsun yine de gidilmeliydi’ dedi. Sonuçta, sel gitti kumu kaldı. Ve bize çok iyi bir ders çıktı: Çok iyi filmler yapmalıyız. Bunun yolu da ‘iyi’ olması için ‘sıkı’ çalışmaktan geçiyor, duygusallıktan değil! Kitabî cümleler ve Superman’ın gücü Şair “Ne kültürü lan, bu ülkede kültür mü kaldı” demişti. Sonrası ise şöyle gelişiyor. Televizyon kanallarımız kültüre, edebiyata gereğince yer vermediği ve bir düşünce ikliminde nefeslenmediği için ‘en kötü’yü bile sahiplenmek durumunda kalıyoruz. Kültür, güncel programlar içinde “şöyle bir değinmece” için kullanılır hale geliyor. Beğenilmeyeceğini bildiğimiz bir ürüne bile bir vazoya değer verir gibi değer veriyoruz. Sonra hatır vazoyu kırıyor. Kırılan vazodan dökülenlerse şunlar: İddialar ne denli güçlü olursa olsun, yapılan güdük kalıyor. Televizyon kuşakları arasına serpiştirdiğiniz çizgi filmler kiloyla alınan ucuzluklar arasından seçiliyor. Süperman’ın artık bugün çizgi romanını dahi bulamayacağımız karakterlerini çocuklara izlettiriyorsunuz. Elinizdekiyle yetinme durumu. Bir taraftan eleştiriyor, öte yandan kuşak dolduruyorsunuz. Ortaya koymaya çalıştığınız birikim kitabî cümleler içinde hapsoluyor, ekrana yansıyan nedense tekrar programlar arasında yer bulabilirse ‘sükut’ oluyor. “Bana da kültür mantarının kilosu kaça acaba demek düşüyor” cümlesini yazmak bile ürkütücü geliyor. Ve tükeniş, veya yeniden ayağa kalkmak. Ya da sahnelerden ödünç alalım: “Olmak ya da olmamak, bütün mesele bu” Sizce hangisi?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © nihat, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |