Bilen sever. -Leonardo da Vinci |
|
||||||||||
|
Ses ver dünya diyoruz. Dünya ses veriyor. Acı çığlıklar bunlar. Feryatlar, pimi çekilmiş bombalar eşliğinde uzun süren bir dans. Çalan müzik eşliğinde bildik şarkılar. Çılgınlık elbisesine büründürülmüş palyaçolar tüm dünyayı dolaşıyor. Hepsinin şarkıları nakaratına kadar aynı. Yıllar önce Marsel Halife gelmişti şehrimize. O udunu çalmış biz gözyaşlarına boğulmuştuk. Tüm dünyaya insan hakları satan büyük satıcının büyük duvarlarla ördüğü, çembere aldığı ülkenin çocuklarını anlatıyordu bize. Filistin’in acılarını. Kendi ülkesinde konser vermesi engellenen ve dünya turnesine çıkmaması için büyük çaba gösterilen Halife konuşmuş, bütün medya susmuştu. Bir köy yerinde ilk kez uçak gören çocuklar büyük bir sevinç içindeydiler. Gökyüzünden sanki dünyanın en güzel hediyeleri yağacaktı çocukların üstüne. Hep birlikte kendilerine yaklaşan uçağa bakıyor, el sallıyorlardı. Acaba pilot onları görebilecek miydi? Toprağı acıyla karılmış ülkelerinde çocuk yüzleri bu kez gülebilecek miydi? Uçaklar iyice yaklaştığında çocuklar üzerlerine gelen karaltıları fark ettiler. Biri “işte hediyeler geliyooor!” diye heyecanla bağırmıştı. Kurdukları hayallerin yansımasını bekliyor gibiydiler. Az sonra etrafları ateşten çembere döndü. Bulundukları sokaklar, oyun oynadıkları sokaklar, annelerinin ‘hava karardı artık eve gelin’ diyerek tekrarlamaktan bıkmadığı cümleleri duydukları sokaklar... Uçaklardan hediye değil bomba yağmıştı. Feryatlar hiç bitmeyecekti İşte bunları anlatıyordu Marsel Halife. Harbiye Açıkhava’yı dolduran bizler sakallarından süzülen gözyaşlarına eşlik ediyor birlikte ağıtlar yakıyorduk Filistinli çocuklara. Feryatlar hiç bitmeyecekti oysa. Afganistanlı çocukların paylarına daha büyük bombalar düşmüştü. Kaçacak, saklanacak hiçbir yer yoktu. Düğün alayları ölüm alayları haline gelmişti. Beyaz gelinlikler çoktan renk değiştirmiş, kızıla kesmişti. Yetmemişti. Irak’ta da çocuklar vardı. Ve hiç büyümeyen çocuklar. Büyük sistemleri kızdıran çocuklar. Bombaları atanların da aileleri vardı oysa. Dünyanın rengi değişmişti. Dünyanın sesi kısılmıştı. Yoktu yapabileceğimiz hiçbir şey. Siyaset, idare, çok laf, çok iş, dünyaya nizam vermeler bitmişti. Her birimiz büyük küresel sistemlerin gönüllü kölelerine dönüştürülmüştük. Ajansların, haber bültenlerinin içimizde bir yerleri kanatmasını önlemek için işlerimize dalmıştık. İçimizde akan nehirlerde vicdan temizlemek daha kolaydı. Gömüldükçe gömüldük kire. “Feryatlar bizden uzak olsun, dünya bize zarar vermeden dönsün”dü. Dünyanın yetimleri artıyordu. Bizimse meşgalelerimiz. Artık hayal bile kuramaz olmuştuk. “Reel”in terkisinde gökyüzünden uçurtmaları topluyorduk. Gökyüzü de asmıştı suratını. Artık sadece uçaklar uçuyordu. Bir de füzeler. Uzun menzil dönüyordu işler. İzledikçe kabulleniyor, kabullendikçe üzerine bomba yağanları suçluyorduk. Suçlamayıp da ne yapacaktık? Küresel sistemle baş edilir miydi? Onların bir dediği iki edilir miydi? Yetim peygamberin ümmeti Büyük bir salon. İçerde büyük kalabalıklar var. Onların içinde büyük fırtınalar kopuyordu. Dünya yüzeyinde anne ve babasını, topraklarını, yurdunu kaybetmiş çocukları izliyorlardı. Sahnede ilahiler söyleniyor, miniklerin gösterileri izleniyordu. Çeçenistan, Filistin, Irak, Etiyopya, Burkina Faso, Somali, Sudan, Doğu Türkistan, Afganistan, Pakistan, Açe, Bosna, Kosova, Makedonya… Onların ezgileri bizim yüreklerimizi tamamlıyordu. Çoktandır unuttuğumuz bizi hatırlatıyordu her şey. Kendi çocuklarımızdan bir farkının olmadığını anlıyorduk o anasız ve babasız büyüyen çocukların. Ülkemizin sadece yaşadığımız yer olmadığını da anlıyorduk sonra. Bize muhtaç olan her bölgede olmalıydık biz. “Yetim peygamberin yetim ümmetinin çocukları” bize çok büyük görevleri hatırlatıyordu. Bizi biz yapan ve gittikçe kaybetmekte olduğumuz değerleri… Bizi dışarıya sağır, kör, dilsiz bırakma çabalarına rağmen, uluslararası organizasyonların türlü ayak oyunlarına rağmen, kamuoyları tarafından uyutulan milletlere rağmen, umutların sıradanlaştırılmasına rağmen, birleşmiş milletlere, gizli devletlere, açık öfkelere, türlü oyunlara rağmen… Dünya sahnesinde oyun hiç değişmiyor. Oyuncular değişiyor sadece. Onların öfkeleri, bombaları, psikolojik savaşları, bizimse yüreklerimize işleyen o kutlu peygamberin sözleri. Yeryüzüne ayet ayet inen ve dünyayı yaşanılabilir kılan kitabın içimize işlemesi gereken güzellikleri. Mütebessim bir peygamberin, büyük acılara sabretmesini bilen peygamberin kutlu esintileri geliyor şimdi yeryüzüne. Küçük sahnelerde büyük oyunlar Her şeye rağmen dönüyor dünya. Küçük sahnelerde kurulmuş türlü oyunlar oynayanlar kendilerini çok güçlü sanıyorlar. Ortalama ömrü 60-70 yıl olan insanlar, bir sonraki adımı hiç düşünmeden kararmış kalplerinden dökülen öfkeyi kusuyorlar yeryüzüne. Teknolojiyi oyuncak haline getirip çocukların oyuncaklarını kana bulayanları seyrediyor dünya. Müminler kenetlendikçe birbirlerine, dünyanın yüzü daha da aydınlanıyor… Zulüm kervanını Müslümanlar üzerine yürütenleri durdurabilecek güç olabilir mi? Olmalı diyen insanlar var yeryüzünde. “Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle, ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle. Ve işte bu, imanın en düşük mertebesidir” diyen o kutlu peygamberin bu sözünü düstur edinmiş insanlar var elbet. Kendi ülkesinde parya haline getirilen insanların söyleyecekleri sözler yok mu? Var elbet. Efendilerine kafa tutmak ha! Dünyayı kana bulayanların kurduğu yedi ülkenin karşısına sekiz ülkeyi koyan ve oyunu bozmak için adım atan insanların bu çabası çıldırtmıştı düzen bozucuları. Onlarla baş edebilmek kolay olmamalıydı. Teknoloji, kuvvet, toplumları dizayn, düşünceleri etkileme ve yönlendirme gücü onlardaydı. En ufak aykırı sese bile tahammülleri yoktu. Onlar emir verir, söylenenler yerine getirilirdi. Onlar bozar kimse yapamazdı. Onlar bilir kimse bilmezdi. Herkesin bildiği onların izin verdiği kadardı. Onlar dünyanın efendileriydi. Sadece onlar kafa tutabilirlerdi. Onlar toplu katliam yapabilir, dünyayı katliama uğramış gibi onlar velveleye verebilirlerdi. Film endüstrisi, edebiyat, sanat ne için vardı? “Ya bizimlesiniz ya da teröristlerle” diyebilecek kadar da pervasızdılar. Karşılarına çıkacakların haktan güç almaları onların fiyakasını bozardı. Onlar atalarından aldıkları mirası güç üzerine kurmuşlardı. O yüzdendir ki Selahaddin’i anlamaya ayırabilecek vakitleri hiç olmamıştı. Selahaddin’in adalet yaydığı ülkeye gözyaşı getirmişlerdi. Onların dizginlenemeyen öfkesinin karşısında durulamaz mıydı? Çırağan’dan denize açılan teknede bunu göze alabilmiş muhterem bir insan vardı. Gücünü haktan alan, mazlumlar için çare üretebilen bir insan. İktidarda olduğu her gün için ölüp ölüp dirilenlerin türlü oyunlarına rağmen ‘asırlık çınar gibi duran’ bir adam. Onu izledim uzun uzun. Sanki uzun metraj film çeker gibi çektim. Çektiğim fotoğraf karelerine baktım. İslam aleminin övgüyle söz ettiği, zalimlerin tebessümünden bile çekindikleri bir insan vardı karşımda. Gözleri dalmış gitmişti İstanbul manzarasına. Dünyanın başkentinde dünyanın mazlumlarıyla aynı masada, dünyanın en çilekeş insanları için çırpınmış yüreğiyle izliyordu etrafını. Bana hep bir peygamber sözünü hatırlattı görüntüler. “Seni öldürmeye gelen sende dirilsin” Bu vakardı muhataplarını korkutan. O, zalime de yardım edilir diyordu, zulmüne engel olarak. On yıl olmuştu sekiz ülkenin üst düzey yöneticilerini bir araya getirip birliği kuralı. Hiç rahat bırakılmadı. İktidarı boyunca sevilmesi bile bağışlanmadı. Mekke’de, Medine’de gözyaşlarıyla İslam alemi için dua edenlerin kalplerinde yer aldı hep. Bizim kalplerimiz konuşur Müminler arasında düşmanlık tohumu ekmek için manşetler hazırlayan, haber bültenlerini bağırtanları bile şoke edecek cümleleri vardı onun. Kendisi hakkında önemli bir ismin söylediği sözler hatırlatılmıştı ona. Kırılması, öfkelenmesi, kızgın cümleler kurması bekleniyordu. Samimi, mümine yakışır vakarla söylenmiş o sözü hiç unutmadım: “Bizim günde beş kez kalplerimiz konuşur” Söz biter mi, bazen biter! Her yıl stadyumlar dolduran kalabalıkların ona gösterdiği sevgi tezahüratları arasında onun ufkunun nerelere uzandığını düşündüm. İslam ümmetinin perişan edildiği bir dönemde, onun hazırladığı planlar büyüktü. Siyaset sahnesinde olsa da olmasa da üzerinde durduğu doğrular aynıydı. Filistin’i hiç unutmadı. Bir de Eba Eyyüb El Ensari’yi. 90 yaşında İstanbul surlarına gelen o büyük sahabeyi her fetih gününde anlattı. Moralleri bozulan, gücü yetmediği için ortama uyum sağlayan, ne yapabiliriz ki çaresizliği gösterenlere o mübarek sahabenin heyecanını hatırlattı. “Düşmanlık esasına göre güç gösterisi sunanlara karşı kardeşlik, refah, huzur ve barış” dedi hep. “İnsanlığın saadeti Batılılara bırakılamaz” diye de ekledi. Dünya medyasının, içimizdeki uzantılarının ‘perdelediği gözleri’ açabilecek kurumlar oluşturdu. O görevini yaptı. Peki biz ne yapıyoruz? Senin festivalin var mı? İslam ülkeleri arasında yaygın bir kültürel alışverişin başlaması gerekmez mi? Bosna’nın sineması bizim, bizim sinemamız Mısır’ın, İran’ın, Malezya’nın olamaz mıydı? Filistin’i vicdan temizlemeye çalışan batılıların çektiği filmlerden mi izleyeceğiz hep. “Zehranın Gözleri” dizi filminin TV5’te gösterilmesi karşısında hop oturup hop kalkan “düzlemi İsrail olmuş”ların bu kadar kızgın oluşları niye? Mazlumlardan niye bu kadar rahatsız olunur? Çünkü az filmimiz var, az çabamız var. Ya da çabalarımız da ülkelerimizin sınırlarla bölünmesi gibi bölünmüş. Mazlum milletlerin filmleri neden bir araya getirilemez? Film festivalleri neden yapılamaz? Cannes, Oscar tüm dünya sinemalarına yön verirken bizim yapabildiğimiz nedir? Hollywood starlarını, Avrupanın kompleksli sanatçılarını getirip paylanmak mı? Dünya başkenti İstanbul batılıların mı parlayan yıldızı. 2010’da kültür başkenti İstanbul olacak. Var mı hazırlığımız? Şehrimizin her yanına konulan reklam panolarına bakın bir, biz kimiz, nerede yaşıyoruz? Ayasofyamıza bakın hele. Batılıların filmlerine bir de. Zihnimize çaktıkları imajlar çocukluktan itibaren hepimizi esir alıyor. Çocuklarımıza izletebileceğimiz kaliteli çizgi filmlerimiz bile yok. Sinemacılarımız kendi fasit dairelerinde “biz bittik” eğlencesi tertip ediyorlar. İyi insanlar iyi atlara binip gitmediler, bizleri terk etmediler. Gözlerimizdeki perdeleri kaldıralım artık. Umudu yitireli o kadar çok olmuş ki zihinlerimiz kara haberlere ayarlanmış. Küçük bir kıpırtı bile hissedemez olmuşuz. Cüceler ülkesindeki Guliver gibiyiz. Her tarafımızdan sarılmışız ve “umut yok” diye haykırıp duruyoruz. Umut var. Ses ver dünya diyoruz. Dünya ses veriyor. Bütün uzuvlarımız harekete geçiyor. Gözü olmayanın gözü, dili olmayanın dili, eli olmayanın eli oluyoruz. Ümmetin yetimleri ezgiler söylüyor. Yetimlerle yetim oluyoruz. Tüm dünyayı dolaşıyoruz. Rengarenk bir uçurtmanın tüm renklerini oluşturuyoruz. Marsel Halife uduyla bizim şarkılarımızı söylüyor, eşlik ediyoruz. Yeniden umut diyoruz. Umut, hani az önce unuttuğumuz şimdi hatırladığımız bir şey gibi…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © nihat yavuz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |