Düşünmesi gerekmez mi insanın neden yaşadığını? Doğuyoruz, yaşıyoruz ve ölüyoruz.. neden? Acaba öleceğimizi bilmeseydik zevk alırmıydık hayattan? Ve başlangıç noktasından bitiş noktasına kadar bir çok şey yaşıyoruz. Yaşadığımız olayların, tanıdığımız insanların, aralarından sevdiklerimizin ve nefret ettiklerimizin, bir kısmı bizleri mutlu ederken bir kısmıda mutsuz olmamıza yol açıyor. Bazen kader diyip isyan ederiz, bazen şans olarak nitelendiririz ve sevinçle dolarız. Yaşadığımız ve elde ettiğimiz bazı başarılar, ileride yaşayacak olduğumuz başarısızlıkların anahtarı dahi olabilir. Kendi hakkımızda aldığımız kararlarda her nedense bir türlü objektif olamıyoruz. Objektif olmaya çalışmaktan da kaçınıyoruz. Çünkü anlık negativitelerden korkuyoruz. Bunun da sebebi anlık pozivitelerin, bizi gereğinden fazla mutlu etmesidir. İnsanoğlunun her zaman kötülüğüne yol açan ve her insanda ama az ama çok bulunun bir duygu vardır; kibir. Evet. Şahsımıza yapılan her iftiharda gururumuz okşanır. Duyduğumuz her övgü bizi olduğumuz yerden alır ve uzaklara, kendimizden çok uzaklara götürür. Görmeyeceğimiz kadar uzaklara. Elbetteki övgüleri haketmeyecek kadar aciz değiliz. Ancak, bize yapılan iltifatların, aslında bizim kötülüğümüze yol açtığını görmeliyiz. Onca övgüyü hakeden insanın, o övgülerden dolayı kötülük görmemesi gerektiği kadar hak etmeli. Herne olursa olsun engellenmeli bu övgüler. Engellemeliyiz yani. Bir başkasının bizim adımıza, bizim iyiliğimizi düşünmesi gerektiğini düşünemeyeiz. Ne yapacaksa insan kendi yapmalıdır. İyibilinmesi gereken bir şey vardır. İnsan muhatabının övgülerinden etkilenerek, kendisini, benliğinden uzaklaştırabiliyorsa, muhatabının kırıcı sözleri karşısında da güçsüz kalır. Ve bu farkedilebilen bir reaksiyondur. Gurur okşanması, kibirlenmek gibi gizlilik özelliğine sahip değildir. Herkesten ve herşeyden gizlesek kendimizden gizleyemeyeceğimiz bir gerçektir. Her insanın iç dünyası farklıdır. Ve orada nasıl bir düzen kurduğunu kendisinden başka kimse bilemez. Nelerden etkilendiğini, nelere tepki gösterdiğini, neleri sevip neleri sevemediğini kimse bilemez. Ancak bunları kendi izin verdiği sürece diğer insanlar anlayabilirler. Çünkü insanlar tanınması kolay olan varlıklar değiller. Zira "beyinleri" vardır. Ve henüz beynin nasıl bir varlık olduğunu çözebilmiş değiliz tam anlamında. İçerisinde neler saklayabileceğini çözebilmiş değiliz. Çözmüş olsakta sonucun pek farklı olacağını da sanmıyorum. -bilinen ve engellenemeyen gerçekler gibi- dolayısı ile, bir insan kendisi müsaade etmedikçe muhatabının onu anlaması mümkün değildir. Ancak izin verilen nisbette tanınabilir. Tabi bu sınırıda insanın kendisi koyabilir mi oda tartışılır. Zaten tam olarakta kastettiğimiz budur. Beyne tam hakimiyet... Benliğimize tam hakimiyet... Tam hakimiyet sağlayamadıkça, karşımızdakine ne derece ip ucları verdiğimizin farkında olamayız. Buda kendimizi henüz tanımadığımız anlamına gelmektedir. Zihnimizde neler çevirdiğimizi bilmiyoruzdur. Peki zihnimizde olanları bilmez isek, karakterimiz hakkında nasıl kanaat sahibi olabiliriz. Yanılmış olmaz mıyız? Ve bütün hayatımızı, yanılgılarımızın üzerine kurmuş olmazmıyız. Bence öyle olur. Hayallerimiz bile bizim karakterimiz doğrultusunda gelişmez. Mesela korkak olsak bile en cesur olduğumuz hayyaller üretiriz. (belkide zalimlerin korkak olmasının açıklaması budur). Romantik değilizdir, ama hayallerimizde romantizme mutlaka yer vardır. Ulaşamadığımız herşey hayallerimizdedir kısacası. Acaba bunun böyle olması karakterimizi tam manasıyla bilmediğimizden kaynaklanmıyor mudur? Elbette dar kapsamda düşünürsek, insanın hayalleri, olmak istedikleri, varmak istedikleri, yada elde etmek istediklerine göre oluşur. Ancak neden hayallerimiz olduğu kadarı üzerine değilde, olmadıklarımız üzerine kuruluyor. Neden asla ulaşamayacağımız noktaları kendimizde görmek istiyoruz. Benliğimiz yetersiz mi kalıyor. Kim bilir belkide boş bulduğumuz dünyayı mı dolduruyoruz? Belkide öyledir. Ama o dünya neden boş. Biz, kendimiz yokmuyuz o dünyada. Neden orda değiliz yada. Evet... Galiba haklıyım. Kendimizi göremiyoruz. Farkedemiyoruz kendimizi. Buda gösteriyor zaten kendimizi tanımadığımızı. O yüzdendir ki, yaşadığımız ve yaşattıklarımızın farkına bile varmıyoruz çoğu zaman. Halbuki, karakterimiz hayallerimizdeki istediğimiz benliğimiz değildir, bizim karakterimiz yaşadıklarımız ve yaşattıklarımızdır. Bütün bunlara bakarak ancak karakter yorumlaması yapabiliriz. Ancak bunu objektif sınırlar içerisinde yapabiliyorsak amacımıza ulaşmış oluruz. Yani iyi bir insan olma yolunda atım atmış oluruz. Çünkü kimse kötülüğü sevmez. Kötülükten herkes korkar. Kötülükten aşırı ve gereğinden fazla korkan insan kötülük yapar. Tıpkı diğer canlılar gibi. Avı olmayan, canlılara karşı, ancak onlardan bir saldırı gördüğü zaman onlara karşı saldırma ihtiyacı hisseder kendine. Kendi halinde yaşadığı her an iyidir. İnsanda aynen böyledir. Kimsenin zararından korkmadığı sürece kimseye zarar vermeyecektir. Bu iyiliğin tesisi içinde kendimizi tanımamız gerekir. Zihnimizde oluşan fikirlerin karakterimizle ne derece uyum sağlayabileceğini iyi tartmamız gerekir. Bunu başaramazsak seven değil, sevmeyen oluruz, sadık değil, hain oluruz, iyi değil kötü oluruz, uysal değil saldırgan oluruz, ve gereksiz korkak oluruz. Gereksiz korkak oldukça zulmederiz. Zulmettikçe iç dünyamız yıkılır. Ve kendi kendimize zulmetmiş oluruz. Dedik ya insanların iç dünyaları çok gizlidir. Ben bir insanın diğer bir insana zarar verirken zevk aldığına inanmayanlardanım. Zevk aldığını göstermek istercesine sergilediği davranışları ise, aynı şeyi bir daha yaşamak istememenin vahşice ve alışmışlıkla dışa vurumudur. Yani sonunun var olduğunu bildiğimiz her şey bizlere zevk verir. Yaşam gibi. Ölümün varlığından bihaber olsaydık yaşamaktan zevk alırmıydık acaba. Varlığımızın kısa süreli oluşu, patlamasına saniyeler kala imha etmemiz gereken bombadaki kısa süreyi değerlendirişimiz gibi, değerlendirmemiz gereken bir süre olduğu içindir. Bir gün kadar kısa bir ömrümüz olduğunu bilseydik acaba neler yapmazdık. Şahsen ben bütün sevdiklerimle bir araya gelirdim. Ve hayatta yapmamdan dolayı çok mutluluk duyacağım şeyleri yapardım. Ve kimsenin beni üzmesine izin vermezdim. Çünkü üzülmeyle oyalanacak kadar uzun bir zamanım olmadığını biliyor olurdum. Ve bu vakit kaybından başka bir şey olmazdı. Eminim sizlerde aynı şeyi düşünüyorsunuzdur. Peki, soruyu biraz değiştirelim, bir günden daha kısa bir ömrümüz olduğunu bilmeseydik neler yapardık? Pek bu iki soru arasında bir farkı var mı? Peki neden üzüyoruz o zaman kendimizi? Neden sevindirmiyoruz çevremizdekileri? Kim bilir bunları sadece düşünebilecek kadar vaktimiz vardır. Bunları düşünürken ölmek bile onur verici değil mi? o halde hemen kendimizi daha iyi tanımamız gerekir. Ve tanıdıkça göreceğiz ki, hemen her insan bizim gibidir. Ve hep iyilik ister. İyilikleri ve güzellikleri istediğimiz müddetçe bizim olurlar. Çünkü istediğimiz şeyleri mutluluk vesilesine çevirmek bizlerin elindedir. Çünkü etkileyen insan değil etkilenen insan vardır. Etkilemeye çalıştığımız zamanlarımız birer yanılgıdan ibarettir. Etkilendiklerimizi seçmemiz daha kolay ve daha güzel sonuçlar getirecek bir yoldur. Bir düşünün, siz istemediğiniz sürece kim sizi üzebilir, yada güldürebilir, yada bunaltabilir, ya da kahredebilir. Bunları yaptırıyorsanız kendinize, kendinizi taımaya ihtiyacınız var demektir. En sevdiğimizin ölümü bile hüzün vermeyebilir aslında. Eğer üzülüyorsak sevdiğimiz bir insanı kaybetmekten dolayı, ona karşı duyduğumuz sadece basit bir sevgi değil, aynı zamanda tutsaklıktır. Elbetteki eleştirmiyoruz, sevdiklerini kaybedip üzülen insanları. Çünkü hemen hepimiz böyleyiz. Anlatmaya çalıştığım şey, sadece bunu bilinçli yapıyor olmamız. Sevdiğimizi kaybedişimizdeki teslimiyeti, diğer olaylarla ve kişilerle iyi kıyaslayabilmeliyiz ve herşeye bu derece teslim olmamalıyız. Çünkü kendimize bile o kadar teslim olmuyoruz. Siz Öldüğüzde kendiniz için ağlıyor musunuz yoksa?