İnsan kendini bilmeli. Gerçeği keşfetmeye yaramasa da, yaşamayı öğretiyor. Ve bundan daha güzel birşey yok. -Pascal |
|
||||||||||
|
Adı üzerinde, mevsim artık sonbahar… Havalar, çoktan yaz aylarının dayanılmaz ve boğucu sıcaklarından uzaklaşmaya başladı. Yazlık giysilerle dolaşanlar daha az görünüyor, doğal olarak. İnsanlar koşulları ve zevklerine uygun mevsimlik giysileri içinde artık. Belli-belirsiz keyifleriyle insanlar daha umutlu ve iyimser. Ne de olsa bayram günleri… Koşulları ne olursa olsun, genel olarak bayram kavramı insanları umutlandırmış; umut yüzlere, davranışlara yansımış. İnsanlar farklı sevinç ve hüzünleri yaşarken, birinci gün yoğun geçmiş, ziyaretler tamamlanıp, gelenler karşılanmış. İkinci gün yaşanıyor. Oradan buradan konuşmalar belli konulara yönlenirken, sohbetlere dönüşüyor. Hava da sohbetleri yalnız bırakmıyor. Yavaş yavaş sohbetlerin ortak konusu olmaya başlıyor. “Yağmur geliyor” diyen serinliği, ilk damlalar izliyor. İnsanları uyarıyor, “geliyorum” diyerek, kendince. Isı aniden düşmüyor, ama damlalar irileşip yoğunlaşırken, hızlanıyor. Ne zamandır yükseklerden bakınıp gezinen yağmur bulutları yükünü boşaltmaya başlarken, bir koşuşturma başlıyor sekiz bir yanda. Pasaj girişlerinde, dükkânların önünde şemsiye satıcıları beliriyor anında. Plastik kovalarla benzeri kapların içinde rengârenk şemsiyeler alıcılarını bekliyor. Bazı satıcılar açıkta, yağmurun altında. Sattıklarından biriyle kendisini ve kaplarını korurken; şemsiyelerinin isteyenleri korumaya hazır olduğunu da kanıtlıyor kendince. Sahile paralel sıralı dükkânların, caddeyle arasındaki geniş alanlar genellikle kapalı. Bazıları tenteli. Normalde çekiciyken; o havada vazgeçilmez oluyor, özellikle tenteli alanlar. Masalar bir anda doluyor. Yağmurdan korunurken, izleme keyfiyle içecekler yudumlanıp, sigaralar tüttürülüyor. Bazı masalarda çatal ve kaşıklar, ağızlarla tabaklar arasında gidip geliyor sürekli. Dakikalar geçip yağmur hızlanırken, huzursuz kıpırdanmalar başlıyor, ağır ağır. Her yeri ıslatan yağmur, ıslatamadığı yerlerdeki sohbetlerin ortak konusu olmaya başlarken, ıslatmadan giriyor, insanlarla keyifleri arasına. İlk konuşmalar genellikle iyimser. Yağmur sevinçle karşılanıyor farklı sözlerle. “Yağmur berekettir” sözünü, “barajlar dolar, fena mı?” ve benzeri sözler izliyor. Yağmuru inançlarına bağlayanlar da katılıyor sohbetlere. Araya farklı konuşmalar giriyor. Şimşekler art arda çakarken konuşmaları bölüyor. Bakışlar sohbet arkadaşlarına değil, uzaklara, gökyüzüne yöneliyor. “İyi yağıyor”, “uzun sürecek galiba!”, “daha iki ay önce yağmur yağsın diye yalvarıyorduk neredeyse” benzeri söylemler sıralanıyor bu kez. Keyifler yavaşça keyifsizliklere dönerken, yağmur coşuyor. Birkaç metre ötedeki caddeden araç geçişleri hızlanırken, cadde boyu derecikler coşuyor, akıp gidiyor. Hızlanan yağmur, özellikle bir üstlük bile almadan sokağa çıkmış insanlarının keyifsizliklerini, sıkıntılara dönüştürmeye başlıyor. Sıkıntı yüzlerinde dolaşırken, “meteoroloji günler öncesinden uyarmıştı” diyerek takılanlar oluyor. Onları, “bu kez meteoroloji tutturdu” sözleri izliyor. Karışık duygularla yağmuru izleyen insanların büyük bölümü, eve dönüşleri için bir kilometre çaplı bir alanı geçmek zorunda. Otomobilleriyle gelenler var aralarında. Onların sorunu, otoparkın yüz-yüz on metre ötede olması. Bir kez otoparka ulaşsalar, birkaç insana da yardımcı olacaklar. Taksiyle gitmeyi düşünenlere, taksi parasını düşünenler ekleniyor. Evleri ve tanıdıklarını arayıp, yağmurluk ve şemsiye getirecek birilerine ulaşmaya çalışanlar bile var. Bir-iki kişi, ödünç şemsiyeyle hareketleniyor, az sonra satın alınmış şemsiyelerle dönüyor. “Böyle kaç şemsiye aldım. Ev şemsiye dolu” diye söyleniyor, şikâyetine kızgınlığını ekleyen bir adam. Dinleyenler sözlere eklemeler yapma çabasındayken, yağmur aldırmayıp-ilgilenmeden hızlandıkça hızlanıyor, sonu gelmeyecek gibi görünüyor. Derken, haber saati geliyor. Kahvehanenin televizyonlarındaki ilk haber, yağmur ve İstanbul’da hemen her yağmurda yaşananlar. Art arda kazalarla kördüğüm olan trafik. Aralıksız yağmurla kontrolsüz akıp giden derelere dönmüş yetersiz yollar, hatta caddeler ve kavşaklar. Yaralılar, cankurtaran rezaletleri. Su baskınlarıyla, bir kez daha sarsılan semtler. Evleri ve işyerlerini su basmış şaşkın, kızgın ve öfkeli yurttaşlar. Görüşleri için yetkili arayan televizyon ekiplerine; yaptıklarını savunan, “bu beni aşar” diyerek daha yetkili olanları sorumlu tutup, kendisini savunan yanıtlar veren bazı ilgililer. Dinleyip, anlamakla yetinmeyip yorumlamak, son yıllardaki önemli özelliklerimiz arasında, genel olarak. Bu kez de öyle oluyor, haberler izlenirken. Neden-sonuç ilişkilerine dayandırılan görüş ve yorumları, kızgın sözler izliyor. Eleştiri adına, ağızdan çıkarken kulakların duymadıkları karışıyor sözlere. Görüş ayrılıkları, tartışma adına ağız kavgalarına dönüşüyor arada bir. Taraf olmak öne çıkıyor, bazı insanlar için. Genel olarak insanları tedbirsizlikle suçlayanlara; belediye ve diğer kurumları suçlayanların karşı çıkışları eklenirken, tartışmalar uzayıp gidiyor. Kent yönetimi söz konusuyken; belediyeden başlayıp hükümete uzayan suçlamalara karşı çıkanlarla, karşı çıkanlar itişmeye başlıyor. Kavga çıktı çıkacak. Bir masadakilerle sınırlı kalacağa da benzemiyor. Araya girenler yatıştırıyor tartışanları. Kavgaya hazır olanları ayırıp sakinleştirmeye çalışıyorlar. Ayrılanlar, az önce paylaştıkları masaları da ayırıp, farklı köşelerde oturuyorlar bu kez. Birisi, “ülke topraklarının yaklaşık olarak yüz otuz üçte birinde, neredeyse nüfusun beşte biri yaşarsa olacağı bu!” diyerek, genel ve temel bir bakış açısını seslendiriyor, yüksek sesle. Birkaç kişinin onaylayan yanıtını, diğerleri sessiz karşılıyor. Ortalık yatışmış görünüyor. Çok geçmeden son çaylar içilip, bazı çaylar-kahveler, sigaralar yarım bırakılıp hesaplar ödeniyor. İnsanlar kendi yaşamlarına dönüyor, yağmurun hızlandığı akşam saatlerinde. Ne haklı ve haksız konuşmalar, ne de görüş ve tartışmalar yaşananları değiştirmiyor. Sorumsuzların bir anda sorumluluk sahibi, beceriksizlerin becerili olmalarını da sağlamıyor. Caddelerin coşkun derelere dönüşmesini, trafiğin kördüğüm olmasını da engellemiyor. Kazalar ve su baskınlarıyla perişan olan insanlar, evler ya da dükkânların yaşadıklarını da sonlandırmıyor bir anda. Yararlılar sözlerle iyileşmiyor ve ne yazık ki yitirilen yaşamlar geri de getirilemiyor. İstanbul, dünyada iki anakara üzerinde kurulu tek kent, kentimiz. İl olarak Çanakkale’yle paylaştığı bu benzersiz özelliğine yakışır bir kent olması için, gerekenlerin yapıldığını söylemek zor. Değerini bulduğunu, yeterince farkında olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Her yağmurda kentin ve elbette ki diğer kentlerimizin ve ülkenin sekiz bir yanının, neredeyse savaş sonrası görüntüleri yalnız sözde yönetenlerin sorunu mudur? Birey ve genel olarak üzerimize düşenleri, gerektiği gibi yapıyor muyuz? Kent ve kentlerin, köy ya da kasabaların toplamı olmadığını bilmiyor muyuz? Kentlerin yalnız binalar, sokaklar, caddeler, kavşaklar ve benzerlerinden oluşmadığını aklımıza getiriyor muyuz? Yönetir görünürken yönetemeyenlerden, toplum olarak hiç mi sorumlu değiliz? Seçilenleri kim ve kimler seçiyor? Seçmediklerimiz o görevlere kendiliğinden mi geliyor? O görevlileri oralara getirenler, toplumun seçtikleri değil mi? Böylesine yaşamsal konulardaki seçimlerimizin ölçüsü ne? Etkin ve yetkin olmaları mı? Yoksa, kendimizce nedenlerle yakın bulduklarımız mı? Tek sorumlu onlar mı? Dereler yok edilirken, yeşil alanlar kitabına uydurulup yeşilden uzaklaştırılırken, orman alanları talan edilirken, her yer, üstelik uygarlık adına betonla, her boşluk araçlarla doldurulup doğanın dengesi bugünden yarına geri dönüşemeyecek ölçülerde bozulurken; şimdi genel olarak doğanın dengeli davranmasını beklemek nasıl bir denge anlayışıdır? Bütün bu dengesizliklere neden olanların, dengeden söz etmeye hakları var mıdır? “Yağsın, ama normal yağsın” demek, nasıl bir istektir ve adresi neresidir? “Bir aylık yağmur, birkaç saatte yağınca böyle oldu!” başlıkları, bazı okuyanları belki rahatlatabilir, ancak yaşananları değiştirmez. Değiştirebilir mi? Yaşadığımız çevreler farklı nedenlerle yaşanılır özelliklerini yitiriyor. Çok genel olarak yeşilliklerin yaşamın temel kaynaklarından biri olan oksijeni ürettiğini unutmuş görünüyoruz. Karbondioksit ve benzerlerini emerken, oksijeni üreten yeşillikleri yok ederken, yaşamlarımızı doğrudan yok etmekten farksız olduğunu da unuttuklarımıza ekliyoruz. Yetinmeyip, beton yığınlarının amansızca yığıldığı toprak örtüsünün, suyu emme özelliklerinden uzaklaştığı gerçeğinden de uzaklaşıyoruz. Su, önlenemez bir akışkandır. Yatağında akmazsa, akmak için yeni yollar arayacaktır kendine. Arayış uzun da sürmeyecektir. İlk bulduğu boşluktan akıp gidecektir. Dünyaya egemen canlılar, insanlar olarak kontrollü biçimlerde akıtırsak, örneğin elektrik enerjisi elde edip, yaşamlarımız aydınlatabiliyoruz. Kontrolü unutup suya bırakırsak; yaşamın vazgeçilmez temel kaynaklarından olan aynı su akıp giderken, yaşamları da alıp götürüp, karartabiliyor. Karar insanlarındır. Aynı kaynak ve kaynakların yararlı-zararlı özelliklerinden birini seçme kararı insanlarındır. Bütün bu yaşananlar ve yaşanmaması gerekenler; toplumun bütününü ilgilendiren farklı nedenlerin sonuçları. “Ne ekersen, onu biçersin” sözü bu topluma aittir. Ancak, genel olarak toplumun bu ve benzeri sözleri severek söylemesine rağmen; gereklerini yaptığını söylemek zordur, yine genel olarak. Yapanlar elbette vardır. Ancak sayıları azdır. Söylediklerine kulak verenler, daha da azdır. Bu anlamda, olması gereken insanların, olması gerektiği yerlerde olduğunu söylemek de olanaklı değildir. Toplum genelinde, yarınları düşünen planlamayı unutmuş görünüyoruz. Üstelik bilgi çağında… Bütün bu yaşadıklarımız, aslında plansızlıkların beklenmeyen, ama beklenmesi gereken sonuçları, ne yazık ki! Kenti kent, ülkeyi ülke, dünyayı dünya yapan insanlardır. Hiçbiri, kendini otomatik olarak yönetmez, yönetemez. Ne birinden, ne de diğerinden insanı çıkaramayız. İnsandan da düşünmeyi, planlayıp gerçekleştirmeyi çıkaramayız. Çıkarırsak, yaşanmaması gerekenleri sürekli yaşamanın açmazlarından kurtulamayız. 18 Ekim 2007, İstanbul E. Asım Öztürk
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © E. Asım Öztürk, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |