..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Yaşamak ne güzel şey be kardeşim. -Nâzım Hikmet
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Toplumcu > Duygu Sakin




19 Şubat 2008
Umut'suzluk  
Duygu Sakin
Doğuran ana olur, her doğan da zincirin bir halkası. Üç kadının, üç farklı halkanın öyküsü.


:BJEA:
Bir elinde diz üstü bilgisayarı, dirseğine doğru kayıp kalın boncuklu bilekliğine takılıp kalmış el çantası ve sürüklemeye çalıştığı bavuluyla dış hatlar terminaline doğru yürüyordu. Tam da hayallerime kavuştum derken ile başlıyordu bütün cümleleri. Olumsuz düşünceleri kafasından atmaya çalışırken, annesi aklına geldikçe daha da sinirleniyor, bir hırsla omzuna tekrar takıyordu el çantasını. Kuşak çatışması üzerine onlarca yazı okumuş, kendince analizler çıkarmış ama bir türlü annesini anlayamamıştı. Her şey bu ülkeden, saçma toplumsal değerlerinden, inanca saygısızlığından en önemlisi de annesinden bir kaçıştı. Baş koyduğu bu yolun adını mastır eğitimi koymuştu. Dışarıdan bakıldığında, güzel, bakımlı, kendine güvenen, üniversite mezunu çağdaş bir Türk kadını görüntüsü çiziyordu ama iç dünyası sürekli kendisiyle bir savaş halindeydi. Bir savaş değilse bu, aklından geçen düşüncelerin yarattığı patırtıya gürültüye ne demeliydi?
Sürüklediği bavulunu duvara yaslayıp, bilgisayarı ve çantası kucağında beklemeye başladı. Uçağının kalkmasına bir saat on beş dakika kalmıştı. Bir suç işlemiş gibi, çekip gitmesi ülkesinden ağlamaklı yapıyordu onu. Şayet gözleri doluyor sonra başkaldırı aşkı alevleniyor, zaferiyle gurur duyuyordu. Bütün olmazlara, yapmalara rağmen, bavulunu toplayıp çıkıp gitmişti evinden. Babası sarılıp Allah yolunu bahtını açık etsin demiş, alnından öpmüştü kızının. Annesi ise sarılıp boynundan, gözlerinden, yanaklarından öpüp eline bir defter tutuşturmuştu.
”Umut’um bunu vardığın o uzak memlekette oku. Ben annemi anlayamadım, sen beni anla istiyorum. İki düşman değil, bir yürek olalım. Varsın uzak memleketler de atsın, yeter ki bir çarpsın.”
“Anne, böyle duygu yüklü konuşmalar yapmandan hoşlanmıyorum. Lütfen! Gidince ararım, hoşça kal.” Diyerek çıkıp gitmişti evden.
Umut defteri Annesinin yakarış, sitem dolu cümlelerini merak edip takside okumamak için valizin en iç kısımlarına yerleştirdi. Artık dönüş yoktu, annesinin hayallerine ortak ettiği Umut’un hayatını değil, kendi hayatını yaşayacaktı. Ailesine kendisini açıklamak için basit ama anlamlı örnekler vermişti. Yine de anlamadılar. Birileri onu anlayana kadar da gelmeyecek işte! Ne demişti de kızmıştı annesi o kadar. Mutfakta yemek pişirirken, Umut’a:
“Kızım, imambayıldı yapıyorum. Sen seversin, gel de öğretiyim, oralara gidince serf sefil kalma. Bir işin ucundan da sen tut, kim alacak seni bilmem.”
“Tamam, anne yine başlama geliyorum.” Diyerek inmişti mutfağa.
Yemeğe olan düşkünlüğü, pişirmesini öğrenmesi için bir neden değildi. Huzurlu ve mutlu olduktan sonra, sipariş edilen bir pizza da karın doyuruyordu sonuçta. Domatesleri yıkadıktan sonra, küçük küçük doğra uyarısı gelmişti bile annesinden. Sonrasında ise malum konu açılmıştı yine.
“Şu mastır mı ne, onu Türkiye’nin iyi üniversitelerinden birisinde de yapabilirsin. Ne gerek var, bilmediğin bir ülkede yabancı gibi yaşamaya. Kendine bir ev tutup, düzen kurarsın. Yaşın da genç değil, kafanın uyuştuğu birisi çıkar bakarsın evlenirsin. Gözümüzün önünde yaşasan, bu yaşta bizi merakta bırakmasan olmaz mı kızım? Çok mu şey istiyoruz babanla?
“Siz değil anne, ben çok şey istiyorum galiba. Nüfus cüzdanımda dini İslam yazsın istemiyorum mesela. Bilmem kimin kızı, geceleri dışarıda açık saçık dolaşıyor laflarını işitmek istemiyorum arkadaşlarından. Göbeğime taktırdığım piercingimi saklamak istemiyorum sizden. Otobüsler de erkeklerin tacizine uğramaktan bıktım. Dolabımda eskiyen mini eteklerimi giymek, başım dik yürümek istiyorum sokaklarda. Ayıp mıdır, günah mıdır demeden yaşamak istiyorum. Bu yaşa kadar kendime saklamak zorunda kaldığım bekâretimi bozmak istiyorum mesela. Evlenmek çocuk doğurmak da değil hayalini kurduğum hayat. Âşık olup, dilediğimce yaşamak, gezmek, tanımak, öğrenmek, kendi kendimi sorgulamak istiyorum. Namusumun bekçisi, ailem, akrabalarım ya da evlendiğim adam değil ben olmak istiyorum. Sence ben çok mu şey istiyorum anne?”
Oturduğu yerde, istemeden kıpırdandı. Hareketsizlikten kalçalarını acıtmaya başlamıştı rahatsız koltuk. İstemsiz hareketiyle, düşünceleri bir anda yok oldu. Saatine baktı. Sadece on beş dakika olmuş geleli. Aklına şu annesinin verdiği defter takıldı. Valizin en altına sokuşturmuştu ama çok merak ediyordu yazılanları. Hem buraya kadar geldikten sonra, geri dönme ihtimali de yoktu. Annesinin cümleleri içini acıtırdı belki ama mantığı bu yola baş koymuştu bir kez.
Koca valizi, yere devirip, hararetlice aramaya başladı. Karıştırdıkça valizini koyduğu gereksiz, eşyalar için kızdı kendine. En üste çantalarını katlayıp koymuştu, altında kemerler dizili. Gideceği yerde daha güzellerini bulabilirdi ama Hatay pazarının sahte ama gerçekçi, ucuz ama kullanışlı mallarının yerini tutamazdı tabi. Giymediği eşyaları da belki orada giyerim diye tıkmıştı valize. Orada da giyeceği şüpheli ama bulunsun. Zaten hangi kadın, atabilir ki giymediği kıyafetleri belki bir gün diyerek ertelenmeyle geçer hayatları bu eski moda kot pantolonların, eteklerin, gömleklerin. Sonunda defteri buldu, valizinin düzenini bozmadan, sabırla arayıp buluşuna sevindi. Nasıl sığdırırdı bu kadar eşyası gerisin geri, ya bozsaydı düzeni.
Defterin ilk sayfasından günlük olduğu belli oluyor. Sevgili günlük diye başlamasa da, cümlelerden annesinin özeli olduğunun izini taşıyor satırlar. Anlatılan konu bir aşk hikâyesi gibi, merakla okumaya devam ediyor. Bornova’da zengin Rum ailelerinden kalma geniş bahçeli bir evden bahsediyor. Anneannesi diye tahmin ettiği kadın, o gece aile dostlarından birisini yemeğe davet etmiş. Bundan sonrası annesinin saçlarını nasıl yaptığını, hangi elbisesini giydiğini anlatıyor. Bir cümle dikkatini çekiyor Umut’un,
“Ne kadar da yakışmıştı türkuaz elbisem oysa babam kolları açık, etek boyu kısa diye kızdı ve değiştirmek zorunda kaldım. Neyse ki makyaj yaptığımı anlamadı.”
Gülümsüyor Umut. Annesi de demek ki o zamanlar, kendisi gibi istediklerini giyememiş, takıp takıştıramamış. O gece hava da nem, bardakta anason kokusu, gönüllerde bir tutam mazi hüznü varmış. Bu kafiyeli cümleleri annesinin yazdığına inanamayarak hızlıca diğer sayfaya geçiyor. Kesinlikle bir aşk hikâyesi olmalı diye düşünüyor. Çünkü Annesi aynen şöyle yazmış günlüğüne:
“Bu gece seni düşünüyorum ve bir şarkı mırıldanıyorum sebepsiz. İlk görüşte sarışın derdim ama bir kumral güzelisin sen. Yanık tenine kondurulmuş, iki yeşil çağla gibi gözlerin. Sürme çekilmiş gibi şekilli. Benim kısacık kirpiklerimle ne tezat seninkiler. Gençliğinin feri yüzüne, ellerine, endamına, sesine serpilmiş sanki. Konuştukça büyüyordun, gülümsedikçe devleşiyordun gözümde. Masadakiler minyatür bebekler gibi kalıyor senin yanında. Masayı da bir koku sarmıştı, senin kokun mu, Aşk’ın kokusu mu, yoksa Bahar mı? Rüzgâr estikçe, gözlerimiz buluştukça, koku tüm bedenimi sardıkça sarhoş oluyorum. Huzurluyum ama hatırladıkça gidişini, elimi sıkıp tekrar görüşmek dileğiyle diyişini gözlerim doluyor. Masada sen karşımdayken lokmalar düğümlendi boğazımda. Yutamadım. Karnım aç ama mide boşluğumdan kalbime doğru sancılar giriyor şu an. Pencerem açık, bahçede oturduğumuz masaya bakıyorum.. Her yer karanlık. Rüzgâr estikçe sen gibi bir şey giriyor odama, kokusu burnuma geldikçe ürperiyorum. Bir daha ne zaman görürüm seni? Çabuk olalım lütfen.”
Okudukça bu karmaşık puzzle’ın parçalarını yerleştiriyor. Keyifle ve merakla okudukça okuyor. Anlatıldığına göre bu aşk karşılıklı, hiç isim geçmese de annesinin âşık olduğu bu adamın, babası olduğunu tahmin ediyor Umut. Yeşil gözlü, iri yarı birisi olduğuna göre.
Umut küçükken çok güzel ıslık çalabildiğini hatırlayıp, demek ki genlerime işlemiş, baksana sen çapkın babama diyerek sessiz bir kahkaha atıyor.
< I >
“Bu gece seni bekledim penceremde yine. Uzaklardan bir ıslık sesi duydum. Sen sandım. Koşarak balkona çıktım. Bekledim kimseler gelmedi. İstediğim çok bir şey değil, sana benzettiğim bir siluet bile mutlu edebilir beni.”
< II >
“Bugün geldin. O kadar mutluyum ki. Ellerime tütün kokusu sinmiş. Yıkamadım. Yanılsama değil hepsi gerçekti bak hala buram buram sen kokuyor ellerim. Islık çaldığında bahçede çamaşır seriyor olmam ne büyük bir tesadüf. Sessizce açtım dış kapıyı, içeri girdin. Bahçedeki kuyunun arkasına saklandık. Fısır fısır kavga ettik. Neden gelmedin? Neredeydin? İş bulmuş da, İzmir’de değilmiş de. Otogardan inip direk burada bulmuş da kendini. Olsun bahane de olsa geldin. Seni düşünmek, merak etmek, özlemek de güzel. Bir şiir yazmışsın bana, yanına da kırmızı bir gül iliştirmişsin. Daha tomurcuk. Yağmurda ıslanmış olmalı üzerindeki yağmur damlaları tazecik. Körpe bir gül getirmişsin bana aynı bizim gibi aşkımız gibi.”
Sayfaları çevirdikçe, masal gibi bir aşk diyor içinden. Tren vagonları gibi, zincirlerle bağlı iki yüreği anlatıyor annesi. Kendi yaşadığı yüzeysel ilişkileri düşünüp, annesini kıskanıyor içten içe. Roman kadar sürükleyici, günlüğün sayfaları arasında o an oradaymış gibi hissediyor. Kaçamak buluşmalar, makamlı çalınan ıslıklar, balkon altından alınan mektuplar, anlatılıyor. Gençliğin ateşiyle Sabri’nin, Ayda’nın elini tutması. Annesinin hissettiği heyecanlar. İlk öpücük. Bütün vücuduma yayıldı ılık nefesin derken annesini yanlış anlamadı sanırım.
Aman Allahım diye bir çığlık atınca Umut, yanında oturan yaşlı teyze merakla kendisine dönüp, “Kızım ne oldu, uçağını mı kaçırdın yoksa?” Diye soruyor.
Soruyla bir çığlık atma isteği daha duyuyor. Korkuyla önce saatine sonra, ışıklı levhaya bakıyor. Uçağın kalkmasına yarım saat var ama levha da hiçbir şey yazmıyor. Çantalarını ve bilgisayarını teyzeye emanet edip, defter elinde gördüğü ilk görevliye doğru koşuyor. Elinde tuttuğu deftere bakarak konuşan görevli, uçağın daha iniş yapmadığını ve kalkış için gecikeceğini söylüyor. Rahatsız koltuğuna hayli rahatlamış bir şekilde dönüp, defterin o Aman allahım dedirtecek sayfasını hemen bulup okumaya devam ediyor.
Annesine içten bir yakınlık duyuyor ilk kez. Aslında ezilen, korkak bir kadın olmamış hiçbir zaman. Peki, kızını anlayamaması neden? O anki yaşadıklarını kızı bugün yaşasa demek ki kızmayacak Ayda. Belki de bu günlüğü vermesinin sırrı burada. O da bir zamanlar gençti, kanı deli akıyordu ve sorgulanmak istemiyordu. Hem de o devirde, anlattığı o disiplinli babayla aynı evde yaşarken. Annesinin babasına bir kere bile hayır diyemediğini yazmış. Erkek çocuklarına düşkün, kızını ise bir fanus için de yaşatmaya çalışan bir baba. Karşısına alıp konuşmaya değer görmemiş, annesi gibi kızı da bir kadın. Onun dünyasında kuralları erkekler koyar, savaşları erkekler yapar, ülkeleri onlar yönetir. Okudukça kin duyduğu dedesiyle tanışmamış olmasına sevindi ve annesine acıdı, ağlamaya başladı.
Haline şükretmeliydi. Kızdığı annesi ve babası olmamalıydı. Zaten onlar değildi onu kaçıranlar bu ülkeden, dedesi gibi insanların soluğunu hissetmesiydi sokaklarda. Annesinin kaygıları hep çok sevgiden, tek çocuk olmasındandı. Anlayabilmek onu ve yüreğinin annesinin acısına, kardeşinin acısına çarpıyor olması. Aynen annesinin dediği gibi, bir bütün oluyorlardı tekrar. Şimdiye kadar bu hikâyeden bahsetmemişlerdi ona. Tek çocuktu ve bir kardeşi olmasını çok isterdi. Acaba ablası mıydı yoksa abisi miydi bu vahşice öldürülen?
Annesi hamile kalmıştı. Daha 19’undaydı. Babası evlatlıktan ret etmişti. Tek nedeni ailesinin namusuna leke sürmesiydi. Ne kadar uğraşsa da günden güne aldığı kilolara, tatlı yeme isteğine karşı koyamamıştı genç kadın. Kendisi de geç kalmasaydı karnındaki bebeği anlamakta belki Sabri ile telli duvaklı evlenirdi. Hatta bebeğini aldırmak zorunda bırakılmazdı. Ağlayarak uyandığı muayene odasını hatırlamaz doktorlar korkulu rüyası olmazdı. Kader de hep geç kalmışlığın tokadını yemek de vardı demek
Bir kez güveni sarsılan ve hayalleri yıkılan babası Ayda’yı bir odaya kilitlemişti. İstemeye gelen bu yakın aile dostlarınıysa hep geri çevirmişti. Mahallenin delisine, topalına verebilirdi kızını ama bu da ailesinin onuruna yakışmazdı. Aylarca haber alamadı Sabri’den. Annesi ve kardeşleri ilk zamanlar bu nefreti anlayamadılar. Karşı koymaya çalıştıkça bu zorbalığa önlerine çıkan engelleri aşmaya cesaret edemediler. Sonraları bu kilitli odayı, önünden gelip geçtikçe hatırlar oldular. Tam dört ay, hapis hayatı yaşadı Ayda. Duvarlara bakmaktan gözlerinin feri söndü. Uyuyarak geçen günlerin hesabını yapmaktan sıkıldı, zaman kavramını yitirdi beyaz duvarlar içinde.
Kavuşmak için de geç kalmışlardı. Sabri neredeydi kim bilir? Onu düşünmekten hayaller kurmaktan vazgeçmedi Ayda. Bir gece kilitli kapının, esen rüzgârla aralanışını gördü. Hayal kurduğunu sandı. Yattığı yerden kalkmak istemedi. Vücudu taşıyamayacağı kadar ağırlaşmıştı, hareketsizlik onu adeta bir taş kütlesine çevirmişti. Kapının rüzgârla usul usul aralanışını şaşkın gözlerle izledi. Birisi kapının kilidini açmıştı. Kafesinin kapağı açık bırakılan bir kuş gibi çırpındı yerinden doğrulabilmek için. Kapı açıktı. Birileri ona kaç kurtul diyordu. Odadan dışarı çıktı. Merdivenleri indi. Önceden aralanmış dış kapıdan sessizce çıktı.
Çıplak ayakla koşmaya başladı. Gecenin sessizliğinde hızlı atan kalbi bile korkutuyordu onu. Çıplak ayakları, dağınık saçları, solgun benziyle Sabri’nin karşısında yıkıldı. Sığınacak limana demir atamadan daha kapı eşiğinde yığılmıştı yere.
Kokusuna aylardır hasret kaldığı yerde yatan bu bedeni kucakladı. Yaralarını sardı, sevdi okşadı. Aydasını aldı uzaklara kaçırdı Sabri. Sadece yattıkları yatağı, yedikleri yemeği değil bir hayatı paylaştılar. Sarılıp ağladılar, kucaklaşıp sevindiler. Bedenleriyle değil, ruhlarıyla da bir bütün olmayı öğrendiler. Öldürülen bebeklerinin ardındansa kendilerine ait bir et parçasını dölleyebilmek için ne doktorlar, ne hacı hocalar gezdiler. Olmadı. 11 yıl sonra teknoloji bile başarısız kaldı derken, tam da vazgeçmişken Umut’a hamile kaldı Ayda.

Umut’a hamile kaldığı gün heyecanlanmadı, sevinmedi. Korkuyordu. Ya hayırlısı değilse diye sayıklayıp duruyordu. Başka bir ses güç veriyordu ona, “Yedi ay sonra kavuşacaksın bebeğine merak etme” diye.
Günlüğüne beklemekle geçen 11 yılı kısacık özetlemişti.
< I>
“11 yıldır bekliyorum seni. Sadece ben mi baban da bekliyor. Şu otuz yıllık hayatımda hep bekledim. Henüz yedi yaşımdayken yani dayının pabucumu dama attığı o günden sonra, babamın kucağına oturtup beni de sevmesini bekledim. Olmayan oyuncaklarımın, gidemediğim gezmelerin hayalini kurdum. Yeni elbiseler, güzel pabuçlar isterken ben, anneannenin eski elbiselerini söktük, bana yeni elbiseler diktik. Yine de sevindim, şükrettim.
“Babanla tanıştığımız bahar akşamından sonra da onu beklemeye başladım. İlk zamanlar çalınan ıslıkları bekledim penceremden. Sonraları yazacağı yeni şiirlerin merakına düştüm. Dikiş kursuna yazılmamla kaçamak buluşmalarımızı özler oldum. Ayrıca benim beklediklerim, herkesin elde edebildiği küçücük şeylerdi. Sadece onu 2 dakika görmeyi günlerce beklerdim penceremde. İki dakika neydi ki?
Telli duvaklı gelin olmak herkese nasip olmuştu mahallede. Bense dört ay kilitli odalar da hep o anı bekledim. Babamın pes edip, verdim gitti demesi için dualar ettim. O pes etmedi, ben pes etmedim, annem pes etti. Ben bekliyordum oysa beklerdim de. Yine de açtı kilitli kapıyı saldı beni dışarı. Yüreği elvermedi. Ana yüreği işte şimdi anlıyorum.
“Yaşım ilerledikçe zamanlar uzadı. İstekler büyüdü. Kavuşmamızla beraber kaderime ortak oldu baban, seni bekledik beraber. Kardeşini aldırdığım için miydi hamile kalamamam? Kızdım, utandım, pişman oldum telli duvaklı gelin olmayı beklemeden yaşadığım o yasak ilişkiye.
“Seni beklerken öyle durak da otobüs bekler gibi umarsız değildik. Bir sınava hazırlanır gibi çabaladık, ölüme saniyeler kalmış gibi değerini verdik her anın. Baktık olmuyor, hayırlısı olsun demeye başladık. Hayırlısı olsun olmasın yeter ki ‘gel’ dedim içimden. Bak neler alacağım, nasıl seveceğim, mutlu edeceğim seni. Gel. Hayırlısı olsa da gel, olmasa da gel.
“11 yıl bekledim. Artık unutmuştum gel ya da gelme demeyi. Evlatlık edinmek için çalışıyorduk şu sıralar. Pek güzel çocuklar var anasız babasız. Canımdan can olmasa da olur, bana anne desin yeter diyordum. İnsan kendisini öyle bir kandırırmış ki, senin haberinle hatırladım sana olan özlemimi.
“Kıskanmayasın sakın, senin yerini tutabilir mi canından can olmayan. Beni geçtim, sevdiğim adama benzemezse kaşın, gözün, endamın. Onun kanı senin kanın olmazsa. Okşayıp bağrıma basarım elbet. Yine yavrum derim sakınırım gözümden.
“Peki, senin gibi olur mu? Canımdan cansın, körpe bir tohumsun. Kızsın ya da oğlansın. Benim bir parçamsın. Babanın teninin, kokusunun kanıtısın. Bu kadar bekledim. Yedi ayda beklerim ben Umut’umu. Yeter ki gel. Hayırlısı ile gel.”
*


Torununu eşinin cenazesinde görmüş anneannesi. Ne büyük düşmanlıkmış bu. Bir fatihayla uğurlanırken eşi, torununun yürüyecek yaşa gelmesine ağlamış Fatma hanım. Tam 15 yıl geçmiş. Nişanlar, düğünler, yeni bebeler, halasız yeğenler, Ayda’sız bayramlar. Onsuz ömrü’nün yarısı geçmiş. Ölüm son vermiş düşmanlığa, namus kavgasına, alınlarına yazılan kadere. Sevinç değil acı bir araya getirmiş kardeşleri. Aynı kanın damarlarında dolaştığını hatırlamışlar. Babalarının ve annelerinin yadigârı elleri tokalaşmış önce, sonra sımsıkı sarılmış bedenleri. Fatma hanımın gözyaşları neden hıçkırıklarla sarsmış bedenini bu hazan sabahı? Kocasına mı üzülmüş acaba. Kim bilir.
Bekleme salonundaki yolcular, hıçkırıklarla ağlayan genç kıza bakıyorlardı. Bazıları umutsuz bir aşk hikâyesine yoruyor hıçkırıkları, bazıları ülkeden ayrılığa. Hâlbuki Umut son sayfasında 1982, kızıma yazan bu satırlara ağlıyor. Gelişine duyulan özleme, adının manasına ağlıyor. Ne yapmalıyım diye kafasında sorular var şimdi. Bütün kızgınlığı, başkaldırma ateşi söndü. Bu günlüğün sırrı neydi? Düşüncelerini değiştirmek için verseydi annesi, vardığın uzak memlekette oku diye tembih etmezdi herhalde. Sabahlara kadar bu bursu almak için ders çalışmıştı. Emeklerini hiçe sayıp bu İngiltere hayalinden vazgeçip, ailesinin yanında mı kalmalıydı? O kadar zordu ki karar vermek. Kendisine aitti seçimleri, hep de öyle olmuştu. Pişmanlık duymamıştı şimdiye kadar. Umut’tu adı, soyut bir kavram derdi annesi. Neden Umut bir bebeğin kulağına fısıldanınca somut oluyor dememişti.
Her canı sıkıldığında yaptığı gibi temiz olan evi temizlemeye kalktı Ayda. Üzerinde bir damla toz olmayan televizyon sehpasının tozunu almakla başladı işe. Toz alacak bir yer kalmadığında da, camlara gözü takıldı. Hava yağmurluydu ama olsun dedi içinden. “Pencereleri de siliyim bari.” Radyodan da en sevdiği frekansı ayarladı, dilinde sevdiği türküler, elinde beziyle kızının özlemini dindirmeye çalışıp girişti camları silmeye. O sırada kapı çaldı. Temizlik yaparken gelen eş dosttan da hiç memnun olmazdı. “Kim geldi ki bu saatte” diyerek usul usul kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açtığında karşısında ki adam şaşırttı onu. Gelen telefon faturaları, banka hesap özetleri posta kutusuna bırakıldığı için imza atıp alması gereken bu sarı zarf heyecanlandırmıştı onu. Teslim aldığına dair imzayı atıp, kapıyı kapattıktan sonra ayakta aceleyle açtı zarfı. Birkaç resim bir de mektup vardı zarfta. Mektubu açıp okumaya başladı, daha ilk satırlarında gözleri dolmuştu bile.

“Merhaba anneciğim,

“Nasılsın? Eminim nasıl olayım sensiz hiçbir şeyin tadı yok ki diyorsundur içinden, ama öyle değil biliyorum. Her gün temizlik yapıp, televizyonda sabah programlarını seyredip yemek yapma telaşına düşüyorsundur. Yemek yaptıktan sonra Ayşe teyzeye kahve içmeye akşam altı olduğunda da aman Sabri gelir diye koşa koşa eve gidiyorsundur. Sanırım yokluğumu akşam yemeklerinde masada babamla tek başınıza kalınca anlıyorsundur. Güzel yemekler yerken benim buralarda ne yiyip içtiğimi merak ediyorsundur. Sakın merak etme beni, her şey yolunda. İki oda çok şirin bir ev tuttum. Üç katlı bir apartman dairesinin ikinci katında evim. Mutfak ve salon birlikte bir de yatak odası var. Mutfağı tamamen cam, evin içinde dolaşırken sokak ayaklarının altındaymış gibi hissediyorsun. Güneş ışığı sabahtan öğleye kadar bütün evi ısıtıyor. Ayrıca bahçede bir de erik ağacı var, çiçekleri açtı öyle güzel bir manzarası var ki, elimi uzatsam dokunacağım kadar yakınımda. Şimdi de mutfak masama oturdum, karşımda erik ağacının çiçekleri, güneşli çok güzel bir gün duruyor.
“Verdiğin günlüğü hava alanında okudum anne. İçinden bir ders çıkarmamı bekledin ya da geri dönmemi umdun bilmiyorum. Bense hayallerimin peşinden geldim, keşke dememek için. Kendime şunu sordum, “Ayrılık acısı olmadan geçer mi bir ömür?” Kordon bağının kesilmesiyle başlıyor ilk ayrılık. Çığlık sesiyle irkiliyor doktor da, bekleyenler de. Neyin çığlığı ki bu? Anneden ayrılığın mı? Bilinmeyenin korkusu mu? Sadece birkaç gün sonra ise gülücükler atmaya başlıyor bebek etrafındakilere. Ayrılıklar olmadan yeni başlangıçlar olur mu anne? Olmazmış demek.
“Hani bir gün piknik yapmak için bir dağ köyüne gitmiştik. Babam uçurtma uçurmayı öğretiyordu bana. O sırada babamla yerde yaralı bir keklik bulmuştuk da, eve götürmek için yalvarmıştım sana. Beni o zaman nasıl ikna ettiğini hatırlıyor musun anne: ‘Bu keklik dağların süsü kızım, vurmak da kafese koymak da çok günah’ demiştin. Şimdi anladım ki, her insan bir keklik. Hepimiz evrenin süsüyüz. Aynı ırmakta yıkansak, aynı gökyüzünü paylaşsak, aynı çayırlarda koşsak da hepimiz ayrı başlardan ibaretiz. Bazımız güneşe, bazımız puta tapar. Doğuran ana olur, her doğan da zincirin bir halkası. Herkes yer, içer, güler, ağlar, uyur, sevişir ama her yemeğin tadı başka, her kahkahanın tonu başka, her gözyaşının nedeni başka, her uykunun uyanışı başka, her tenin kokusu başkadır. Ayrılık ise hem bir son hem de bir başlangıçtır. Ölüm de aynıdır, doğumda. Ruh aynı olduktan sonra, öteki ruhlardan farklı olduktan sonra.. Neyin savaşı ki bu, ortak bir payda aramak? Ayrılık acısını dindirmenin savaşı tabi ki.. Yine de hiçbir insan kafese konmayı hak etmiyor anne. Sen bunu yaşamışsın ve beni anlıyorsun. Bu yüzden senin kızın olduğum için gurur duyuyorum. Hatta varsın uzaklarda atsın ama bir çarpsın demiştin ya, şimdi kalplerimiz bir çarpıyor anne.

Babamın da, senin de ellerinden öpüyorum.
Kızın Umut..








Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Harmanlı
Turşu
Deniz ile Fasıl

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Sen ve Ben [Deneme]


Duygu Sakin kimdir?

Bir doğa kanunu sonucu annemle babamın ilk çocukları olarak doğmuşum. Hatta o kadar şanslıymışım ki her iki ailenin de ilk torunu olmuşum. Hastaneden getirilip babaannemin üzeri elde örme minderli bir sandalyesine yatırılmışım. Etrafıma bütün aile meclisi toplanmış. Babam hamilelik boyunca turşu yiyen anneme kızarak çaydanlık kadar oluşuma içerlemiş biraz. Çok zayıf ve çirkin bir bebekmişim. Tahminlere göre(hala da dalga konusudur bu ) babaannemin küçük çelik çaydanlığı kadarmışım. İsmimi annem koymuş. Demokratik bir isim seçimini kabul etmelerine rağmen, seçilen kağıttan çıkan nalan ismini annem hiç sevmemiş hala da sevmez. İsim koymak doğuranın hakkıdır gibi bir tez ileri sürüp babaannemin istediği nalan ismi rafa kaldırılmış. İnsanlar isimleriyle özdeşleşirmiş. Mesela ismi Nazlı olanlar ne kadar nazlı,ismi Savaş olanlar da ne kadar kavgacıdır farkında mısınız? Benim adımda nalan olsaydı hayatım boyunca inleyip ağlar mıydım acaba?


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Duygu Sakin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.