Yaşama karşı sımsıcak bir sevgi besliyorum... -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
İlk Roman
Aynaya baktım patlamış bir lastik gördüm!
Yıllardan beri yazarım. Maksadını aşan hadsiz cümle. Cümle Dostoyevski’ ait olsa hatta adam başına yüz yapıştırıp “Yüzyıllardır yazarım” dese hiç de hadsiz olmayacak tabi. Bu yazının sonuna Dostoyevski diye imza atamayacağıma göre hemen düzeltiyorum. Yıllardan beri yazıyorum. Yazdıklarımın herhangi bir biçimi yok. “Ne yazıyorsun” diye soranlara verdiğim tek cevap; “yazı yazıyorum” Yani ilk romanıma başlayana kadar öyleydi… İçinde boğulduğum ruhsal bir çöküntü sırasında yazma eylemimin “Kendi kendine konuşmak”, yazdıklarımı sürekli okumamın “Kendini dinlemek” , nihayetinde yaptığımın “Kendi çalıp, kendi oynamak” gibi anormal bir gidişat olduğunu fark ettim ve bir şeyler yapmam gerektiğine karar verdim. Yaş kemale ermiş, üç onluğu birkaç birlikle birlikte devirmiştim. Artık benden başka birilerinin gözüne de değmeliydi dağarcığım. Yıllardır yazıyordum da ne üretmiştim? Yazdığım ne var ne yok bir araya topladım. Edebi incilerle bezediğim onca defterin en azından birinin, basılmaya değer bir şaheser olabileceğini umuyordum. Nafile uğraşlarım neticelendiğinde gördüm ki, bunca laf kalabalığı içinde, sebatlı bir devremin ürünü olan bir deneme dışında bütünlük arz eden hiçbir marifetim yoktur. Deneme dediysem o da aşkın yalın hali hariç, -ah,-eh,-de, -den, -bööö, hallerinin suyunu çıkardığım bir derlemeydi. Yok, buna tam olarak derleme de denemezdi, galiba en doğrusu “denemecik” demekti. Evet, benim bir denemeciğim vardı. Fakat her “ben yazdım” diyen adsız sansız amatörün denemeciğini basacak bir yayınevi, -Hadi parası verildi bulundu diyelim- basılan bu denemeciği alıp okuyacak tatminkâr bir okuyucu kitlesi var mıydı? Tabi ki yoktu. Burası Japonya mıydı? Peki, ne yapmalıydım? Türkiye de en çok okunan edebi eser türünün roman olduğunu bilecek kadar iyi bir okuyucuyum. Belki de değilim. Belki “kişi kendinden bilir işi” hesabı benimki. Aman ne fark eder? Sonuçta her yüz kişiden sadece dördünün kitap okuduğu ülkemde, benim denemeciğin okunma ihtimali sıfırdı. O halde neden hala duruyordum. Derhal bir roman yazmalıydım! Bu mutlu haberi eşime, yüzümde açan güller arasına sıkıştırarak verdim. Ben: (kadın, ev, bark, iş, güç, başkalarına tuhaf gelen alışkanlık ve zevkler sahibi tip) _ Bir roman yazmaya karar verdim canım! Eşim: (Erkek, iş güç, akıl, mantık sahibi, eşinin tuhaf zevklerine anlayışlı olma gayretli, gayet normal tip) _ Ne! (yüzünde söylenmemiş bir bu eksikti ifadesi) Bak canım bu aralar sıkıldığını biliyorum ama roman yazmak pek kolay bir iş olmasa gerek. Uykusuz kalıp yorulacaksın. Ben: Hayır seni ihmal etmeyeceğim.( seslendirilmemiş alt metne cevaben) Bu ara çok yoğun değilim. Hem bu bana iyi gelecek. Bunca zamandır yazıyorum. Artık yazdıklarımı birileri okusun, benimde bir kitabım olsun istiyorum. O: Olmaz. Roman yazıyorum diye uçuk kaçık şeyler yazacaksın. Hısım, akraba, eş, dost, arkadaş okuyacak. Eleştirecek, yargılayacak. Durup dururken canımız sıkılacak, Ben: (yazılarımın gizli gizli okunduğu şüphesini elimle savarak) Her roman yazan kendi hayatını mı yazıyor sanıyorsun? Yoksa sen benim hayal gücümü küçümsüyor musun? O: Hayatım sorun da o ya, insanlar yazdıklarını yaşadığını düşünebilirler. Hem ya kaldıramayacağımız kadar ünlü olursan! Ben: Haydaaa! Korkmamasını, gezegenimizde yazarların amatör de olsa ordinaryüs profesör de, _hele de yaşıyorsa_ ünlü olamayacağını söyledim. Eğer kitabın yazarı, reklam yıldızı animasyon bir tavşansa onu bilemezdim. Sözlerimin doğruluğuna delil olarak adı sanı duyulmamış yazarların kitaplarıyla dolu kitaplığımızı gösterdim. Ben de bir kitap yazacaktım ve insanların ne düşüneceği umurumda değildi. Neyse uzatmayayım sonunda onu çok yalnız bırakmayacağıma ve çok uçuk kaçık bir senaryo kurmayacağıma söz vererek, roman yazmak için eşimden izin alabildim. Bir şartla. Romanı ilk o okuyacaktı ve onu rahatsız eden bölümler çıkarılacaktı. Annemle de aramızda benzer bir konuşma yaşandı. Ben: Bir roman yazmaya karar verdim anne! Annem: ( Üniversite mezunu, eşitlik taraftarı, demokrat, günde üç gazete okuyan üstelik beğendiği köşe yazılarını kesip saklayıp tekrar tekrar okuyan emekli tip) _Kızım otuz beş yaşına geldin. Bak bütün yaşıtların anne oldu. Ben hala anneanne olamadım. Yıllardır sabahlara kadar yazdıklarını kitap, roman yazacağına da çocuk yap. Şimdi bu roman işi kim bilir kaç sene sürecek Bu adama da yazık! Cık, cık cık… Normalde bu bölümü burada noktalayacaktım. Fakat romanı yazarken, karakterlerin birinde yakalanıp, kendimi ele vermek korkusunun beni bayağı terlettiğinin de bilinmesini istiyorum. Hatta bu başlangıç bilinçaltıma o kadar yerleşmiş ki, romanda yan karakterlerden biri başkaraktere şöyle söyler: (Bana yaşattıkları “nereye yerleştirsem daha az batıcı olur” kaygısından dolayı sinir olduğum “der” ya da “dedi” gibi kelimeleri bu hikâye boyunca kullanmamaya kararlıyım)Neyse yan karakter başkaraktere şöyle söyler: “Sanat insanın iç gözünü bir daha kapanmayacak biçimde açar. Farkındalığının seni aynı zaman da sakat da kıldığını anladığında, diğerleriyle son bağlarını da koparırsın. Yalnızlaştıkça diyeceklerin artar. Çünkü trafik azaldıkça gözün görüşü genişler ve ancak bu zorlu sürecin nihayetinde sanat başlar. Hissettikçe daha iyi çizersin. Çizdikçe daha çok yalnızlaşırsın. Çünkü çizmek de yazmak gibi deşifre olmak demektir. Bir anlamda meydan okumak demek, görüyorum, duyuyorum, biliyorum, söylüyorum diye haykırmak cesareti göstermek. Bu diğerleri için kabul edilemez bir başkaldırıdır. Görüş gücü ve patladığı noktada seni kendine mahkûm kılan kara mizah, insanları sana karşı dikkatli olmaya iter. Yalnızlaştıkça daha çok görür, gördükçe daha çok anlatmaya ihtiyaç duyarsın…bıdıbıdbdıdıdıdıdıdı….dıdıdıbıdbdıdbdı…ddıdı.bıdıbıdıbıdıdıdıdııdı…………bıbıbdıdbıd …..“Ve ona biçilen rolü oynamayan oyuncu ünle bağlantılı olarak ya saygılı bir yalnızlığa ya da tehditkâr bir yalnızlığa ama sonuçta hak verilse de, verilmese de “salt” yalnızlığa mahkûm edilir.” Meğer ne zor işmiş kitap yazmak! Anneme, eşime ve diğerlerine biraz olsun hak vermek durumundaydım. Çünkü okumak, yazmak gibi yalnızlığı zevk kılan alışkanlıklarım yanında, yan alanlarımda bir kadın için, hele evli bir kadın için, pek de övünülesi faaliyetler olmayan müzik, tiyatro gibi eğilimlerim, bunların eğitim ve uygulamalarına harcadığım yıllarım vardı. Ailemden, sosyal yükümlülüklerden, zorunlu ya da eğlenceli ilişkilerden çalarak, kendime kaçtığım zamanların sık sık hatırlatılmasını istemiyorsam bu sevdayı sıcağı sıcağına yaşayıp, en kısa zamanda bitirmek gerektiği bilinciyle kolları sıvadım. Sanırım bu sebeple konu ya da taslak beni pek oyalamadı. Kaba bir projelendirmenin ardından bilgisayarın başına oturup yazmaya başladım. “Bütün gün parmağındaki yüzükle oynamıştı. Her biri birer ruhsal tahlil uzmanı olan…diye vurucu bir cümleyle başlayan ilk bölümü sadece iki günde yazdım. O heyecanla güvendiğim iki edebiyat öğretmeni arkadaşıma postalayıp, yazım hatalarını düzeltmelerini ve kanaatlerini bildirmelerini istedim. Birinden hemen ertesi gün telefon geldi. “Harika bir hikâye. Bir tane daha yaz da bilmem ne yarışmasına katalım.” “Hayır, olmaz. Bu bir hikâye değil, yazdığım romanın ilk bölümü” “Roman mı yazıyorsun! Vallahi helal olsun. Tüm bölümleri gönder, nokta virgüle ben göz kulak olurum.” O gazla ikinci bölüme başladım. Birkaç gün sonra benzer bir konuşma da ötekiyle gerçekleşti. İkinci bölümü de onlara gönderip, yorumlarını aldıktan sonra her iki bölümü eşime ve en yakın arkadaşıma okuttum. İkisinden de teşvik edici cümleler, içten övgüler aldım. Artık kim tutardı beni. İlk iki bölümü, beş altı arkadaşıma daha postalamakta bir sakınca görmedim. Gelin görün ki teşvik takdirle, ilhamım ters orantılı bir gelişim gösteriyordu. Bir hafta da yazdığım iki bölümün yankılarının beni aydan çok oyaladığını fark ettiğimde, tıkandığımı da anladım. Üçüncü bölümü yazamıyordum. “ Bitmedi mi yeni bölüm?” cümlelerinin küçük çaplı bir buhran yarattığı o günlerde arkadaşlarımdan biri arayarak; “bilmemne” yayınevinin” “Birinci Roman” yarışmasından bahsetti. “Neden bu yarışmaya katılmıyordum?” Hem masrafsız kitap bastıracak, hem de daha ilk romanımda ödüllü bir yazar olacaktım. “Körün istediği bir göz, Allah iki göz veriyor” misali hemen yarışma ilanının olduğu sitelere girerek yarışmanın koşullarını öğrendim. Tüm şartlar uygundu. Tek sorun yarışmaya çok az bir zaman kalmasıydı. İki buçuk ayda bir roman yazılır mıydı? Yazılırdı, yazılırdııı... Tarafımdan yolları gözlenen ilham bu güzel tesadüfle geldi. Çevremdeki herkese romanımı bitirmek için yalnız kalmaya ihtiyacım olduğunu söyledim. İşten geriye kalan tüm zamanlarımı yazarak geçirmeye başladım. Esin perilerim uykularımda bile yanımdan ayrılmıyor, kalemimden inciler saçan kahramanlarım, rüyalarımın sahnelerinde cismanileşiyor, adeta canlanıyorlardı. Bu arada bir yandan roman bir yandan egom büyüyor, büyüyor, büyüyorlardı. Yedinci bölümden sonra, bir yazar arkadaşının; “Edebiyatın hırsızı çoktur.” uyarısını ileten arkadaşımın etkisiyle, bitirdiğim bölümleri hiç kimseye okutmamaya başladım. Ne de olsa ben artık bir yazardım ve çalınıp çırpılası şeyler yazıyordum! Yazdıklarımı beğenme işini o kadar abartmıştım ki bazı paragraflara “Bunu gerçekten ben mi yazdım?” şüphesiyle yaklaşır olmuştum. Pek çok cümlemi, bir yerde okumuş, araklamış ya da benzetmiş olduğum korkusuyla internette aradığımı (Neyse ki hepsi bana aitti) itiraf etmeliyim. Kendimin ilk hayranı olma yolunda hızla ilerlerken, günler de aynı hızla tükeniyor bendeki bu “yazdıkça yazası gelme” durumumun ise sonu gelmek bilmiyordu. Son gün bile bir yandan çıktısını alırken, diğer yandan hala yazıyordum. Eşimle birlikte, istendiği kadar nüshayı adam gibi zımbalayıp dosyalayamadan, birer zarfa tıkıştırıp, kargoda paketleyerek postaladık. Bir kısım bölümlerin sayfa numaraların karıştığını da, kalan nüshayı okumaya başladığımda fark ettim. Bu özensizliği “Jüri üyelerine çok ayıp oldu” diye günlerce dert edindim. Eğer postalanması gereken gün gelmese, altına “Bitti” yazıp gönderdiğimde, dört yüz yirmi iki sayfa olan ilk romanımın, herhalde şimdi iki bin beş yüzüncü sayfasını yazıyor olacaktım. Gurur, memnuniyet ve rehavetle geçen birkaç günün ardından yeni bir huzursuzluk dalgası sardı beni. İlk yedi bölümü okuyan herkes tamamını okumak konusunda ısrarcıydı. Fakat bana göre bir şaheser olan romanım artık bilgisayardan veya dosyadan okunmamalıydı. Yani bir romanım vardı ama hala bir kitabım yoktu. Bunun yanında başka sorunlarım da vardı tabi. Her şeyden önce romanın sonu aceleye gelmiş, hiç içime sinmemişti. Kafama göre dağıttığım noktalama işaretlerinin “Sen bizi nereye koyarsan koy, okuyucu alıştığı gibi okuyacak” der gibi bir hali vardı. Gereksiz pekiştirme ve tekrarlar “Biz geri zekâlı olduğu düşünülenler için mi buradayız?” diye bağırıyordu. Kısacası dosyayı elime her aldığımda özgüvenim bir darbe yiyor, romanım gözüme biraz daha eksik ve kusurlu geliyordu. Azmimle aczim arasında geçen zorlu bir mücadelenin sonunda yeniden dosyanın başına oturdum. Düzeltmekten bunaldığım zamanlarda kapak tasarımı, önsöz, ithaf gibi motive edici ayrıntılarla uğraşıp, finalde ufak tefek değişiklikler yaptım. Önümdeki dosyayı bir kitap halinde görmek için öyle sabırsızlanıyordum ki, zaten sürünerek yaptığım düzeltmeden sonunda usanıp tamamladığımı varsaymayı tercih ettim. Eşimin kırtasiyede yaptırdığı yirmi beş adet özel baskıyı meraklılarından başlayarak, dostlarıma ve aileme dağıttım. Artık bir kitabım ve daha önce hiç haberdar olmadığım kaygılarım vardı. Çünkü edebiyat hırsızları efsanesi her yeni söylemde biraz daha renkleniyordu. Her misalde “Yok canım daha neler” desem de kendimi, notere gidip “Roman buna aittir” onayını almak için epeyce yüklü bir para bayılmak zorunda hissettim. Kültürümün bakanlığının prosedürü gözümde büyümeye başladı. Kitap yayınlamanın yazmaktan daha zor olabileceğini de yine o günlerde keşfettim İlk okuyuculardan gelecek eleştirileri beklediğim geçmek bilmez günlerde iki kez daha okuyarak düzeltilmesi gereken bir sürü yeni kusur buldum. Beğenilmeme korkusu cesaretimi kemirip beni uykularımdan etse de hala bir roman bitirmenin hazzıyla yaşıyordum. Evet, kusurluydu tabi ama yine de, benle birlikte yirmi beş kişinin kitaplığında duran ve gerçek bir kitap olan bir romanın sahibiydim ben. Bu duygu nasıl anlatılır! Şimdilerde masal olan, bayram ayakkabılarına sarılarak uyuyan eski çocuklara benziyordum. Büyük ihtimalle kimse tarafsız değildi. Çünkü öykü ve anlatıma dair beğeniler beklentilerimin de ötesindeydi. Noktalama işaretlerinin kullanımı ve uzun cümleler tıpkı tahmin ettiğim gibi, en ağır eleştirilerin hedefiydi. En gerçek ve samimi yorum yine annemden geldi; — Aferin kızım, gerçek bir roman gibi (romanın sahtesi olmaz anne!) olmuş. Biraz da ağır gibi ama çok güzel. Yalnız sonunu hiç beğenmedim daha devam edecekmiş gibi geliyor insana... Edecekti tabi.. Tatilimi yeni- eski demeden kitap okuyarak geçirdim. Kaza özenip bir yerlerini yırtan tavuklar gibi davranıyordum. Her okuduğum kitabı içten içe romanımla yarıştırıp, kendi kitabımın üstün bir özelliğini bulmamak elimde değildi. Elden ele dolaşan ve tatilin de etkisiyle üç beş okuyucu daha bulan romanım övüldükçe başım göğe eriyor, en küçük bir eleştiride yerin yedi kat dibinde geziyordum. Yine de yaz boyunca yalnız Halit Hüseyni’nin romanlarını okuduğumda kendime ve çevreme “İnsan yazdı mı böyle roman yazmalı” dedim. Bir süre sonra iyi bir okuyup-yazıcı olduğunu bildiğim ve görüşlerine çok değer verdiğim bir arkadaşım üşenmeyip tam iki sayfa eleştiri yolladı. Sendeledim. Bir anda “Çok güzel”, “Harika”, “Çok beğendim” cümlelerinin arkasına yapıştırılan “âmâ”ları hatırladım. Zaten her okuduğumda ben de bir sürü kusur bulmamış mıydım? Kitabımı açıp yeniden okumaya başladım. Yarısına bile gelmeden, ilk elime aldığımda yaşadığım güzelim övüncün yerini zavallı bir ıstırap aldı. Öyle ki sonunda hiç yazmamış olmayı dilemeye başladım. İşte tarihim yeniden tekerrür ediyordu. Müptelalık haline gelmeye başlayan düzeltme faaliyeti diğerinden daha uzun sürdü. Duygularımı, düzeltmelerimi hatta hayatımı romanımı okuyanların yorumları belirler olmuştu. Bir övgü rengârenk bir balon gibi şişmeme, küçücük bir olumsuz eleştiri kendimi patlamış lastik gibi hissetmeme neden olabiliyordu. Nihayet katıldığım yarışmanın sonucu da açıklandı. Birinci olmamıştım. Kendi çevremden müteşekkil okuyucularımdan samimiyetle şaşırıp, üzülenler oldu. Bense sadece hafif bir hayal kırıklığı yaşadım. Bu sonuç yeni, yine ve köklü bir düzeltmeyi daha bitirmemi engellemedi. Kitabım başucumdan kitaplığa terfi etti. Bir süre sonra “….’nun bir romanı var” cümlesinden hafif bir sıkıntı duyar oldum. Arkadaşlarımın “ Şu köşe yazarına gönderelim, yakinim olur.”, “Bilmem kimin editörünü tanıyorum, istersen romanını bir okusun.” gibi cümlelerini duymazlıktan gelmeyi, aile bireylerimin; “Verelim parayı yayınlatalım.” söylemine burun kıvırmayı tercih ettim. Bir roman yazdığımı kendime de başkalarına da unutturmaya çalışıyor gibiydim. Bırakın dünyayı kendi içimde bile sık sık kötülük ve çirkinlikle göz göze gelmeme rağmen, edebiyat dünyasında da, başında taçla dolaştığı söylenen hukuksuzluk ve etik yoksunluğuna dair duyduğum rivayetler, korkutmaktan çok şaşırttı, hatta incitti beni. Birinci olan romanı okudum... Yazarının ilk çocuğuna özenen annelerde görülen özenini ve heyecanını, edebi kaygılarını, dilin kısır kaldığı noktada samimiyetinden sızan sancıyı, bu sancıya karşı ustaca verdiği ve sonunda kazandığı savaşı anladım. Beğendim. Bu anlayış ve beğeni içimi rahatlattı. Edebiyata dokunan her el temiz değildi belki ama edebiyat hala temizdi(mi)! Romanımı hala bir editöre veya yayınevine göndermedim. Saymayı bıraktığım düzeltmelerin sonuncusundan beri yine havalardayım. Bu yeni bir düzeltme daha yapmayacağım anlamına gelmiyor tabi. Hepsi dostlarım, yakınlarım olsa da şu ara sayıları kırka yaklaşan okuyucusundan; “Okunası, hoş bir romandır.” onayı almış olması, şimdilik bana yetiyor. Bitmiş ama yayınlanmayan bir romanın her daim çok okunmak gibi bir şansı olduğuna inanıyorum. ..Bu şans yüzyıl bile umutlarım arasında ve dost kitaplıklarında oyalanabilir.Benim hiiiç acelem yok şansın varsa bilemem... Bu sıra yine kaşınıyorum. Hayalimin yaratıp, dağarcığımın seslendirdiği yazılası karakterler doluşuyor rüyalarıma. “Okunası bir kitabım var diyenin saf bir yanı kalmalı, yazanlar da en az karakterleri kadar, inanılmaz olana inanmalı.” Diye fısıldıyor her biri kulağıma. Her esen “Yeni bir roman” rüzgârında uyanıp, fırtınanın geçmesini bekliyorum. Olmadı hikâyeye benzeyen (yine mi haddini aşma vakası ile karşı karşıyayız acaba?) bir şeyler yazıyorum. Arzu Kulaç SEVİMLİ 25.12.09- İzmir
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Arzu Kulaç Sevimli, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |