Aşık olmayan âdem / Benzer yemişsiz ağaca. -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
İki binli yılların başlarında, kırklı yaşlarıma üç dört adım kala, bir gezgin gibi uğramıştım Yerleşe Köyü’ne. Arkadaşlarla burada buluşup, Taşucu’dan Kıbrıs’a geçecektik. Birkaç günlük gezinin ardından, hep birlikte İstanbul’a uçacaktık ama ben Yerleşe’ye geri döndüm ve yerleştim. Elimde avucumda kalanla bir evlek yer aldım Baba İshak’tan. Keçinin, kerestenin ve dağların diliyle konuşan, düze indikten sonra da balıkçı barınağında bir lokanta işleten ama asla denize bulaşmayan, adına yakışan bir adam Baba İshak. Pala bıyıkları ve hiç çıkarmadığı şapkasının altında ışıl ışıl yanan bakışlarıyla bir Anadolu isyanından yengiyle dönmüş yaralı bir derviş gibi. Sevgi, saygı ve güven yaratıyor insanlarda. Sözü dinleniyor. İlk tanıştığımız gün “Yazar Aga!” diye seslendi bana ve o günden sonra tüm Yerleşe’nin Yazar Agası oldum. Köylülerin yardım ve yöntemleriyle taştan, çamurdan ve kalaslardan oluşan tek katlı bir ev yaptık. Benim isteğimle de, biçilmiş keresteden bir çatı katı yapıp kiremit giydirdik üstüne. Tahta duvarlara, yine tahtadan kitap rafları yaptık, duvarlar boyu ve kat kat. Tahta divanlar, sandalyeler, ayrıntılı bir çalışma masası ve koltuklar yaptık. Vernik ve çam kokula-rının esrikleştiği, akşam güneşinin sarhoşluktan yalpaladığı ve keçi çanlarının çıngıl çıngıl kutladığı düşsel bir barınak çıktı ortaya. El ele tamlanarak yaşamayı öğrenenler en doğru anlayacaktır beni. Bunu biliyorum. Tüm ilişkileri doğanın ve gereksinimlerin belirlediği, arada takas yönteminin de kullanıldığı, sevginin ve saygının insan olarak yontulduğu coğrafyasındaydım, bu, güzel düşün. Balkan dağlarından dökülen Boşnak göçmenlerin, Toroslardan indirilen göçer Yö-rükleriyle, en yufka yerlerini birlikte kalınlayıp, denizi ve dağları emeğe dönüştürüp, insan teriyle kurdukları yaşayan bir cennet, Yerleşe Köyü. Aralarına katılıp, kendi düzenimi oluşturduktan sonra yeniden yazılarıma başladım. Edebiyat dergilerine ve bazı gazetelerin hafta sonu eklerine, yayınlanmış kitaplarla ilgili eleştiri yazıları yolluyordum. Editörlüğünü yaptığım iki ayda bir çıkan öykü dergisinin çalışmalarına internetin olanaklarıyla katılıyor ve yeni öykücülere yol gösteriyordum. Bu arada, burada tamamladığım son romanımı yayıncıma yollamış ve yeni yılın ilk günlerinde yayınlanacağını öğrenmiştim. Mutluydum, işte. Yeniden bulaşmıştım kendime. Hiçlik doğuran o koca kentin apış arasından kaçıp; beni büyüteceğine inandığım, meltemin poyrazla seviştiği, Balkan ezgilerinin kaval ve semahla ağırlandığı bir sofraya oturmuştum. Bir yanımda, Torosların yerleştirilmiş Yörükleri (ki; bakış aralarında, üşüyen zamanları Anadolu’nun.), diğer yanımda, Balkanlardan gelen, yalın ayak bir sızı. (Karnımda bir değirmen taşı; /Ne zaman aklıma gelse, /Dedemin bağırsaklarını tıkayan kara çarık aşı./ Böğüre böğüre un olurum değirmen taşında./ Karın beni! /Yoğurun beni! /Pişirip insan ocağında, /Çocukların alnına, barış diye, çalın beni.) Varlıkta ve yoklukta kaynayan bir tencere ortadaki. “Çal kaşığını, Yazar Aga!..” Yerleşe Köyü’ne yakışmıştım. Yamacında bir balkon gibi duran sığınağımla, eni konu bura-lıydım. Karakeçi ve balık kokuyordum. Geçmişimde hiç uğramadığım yaşamları ağırlıyor, çalakaşık dalıyordum kamaşan günün sofrasına. En çok da kendime varıyordum, her gün yürüdüğüm dağlarda ve sabaha doğru balıkçılarla çıktığım ekmek avında. Iğrıp sesini dinlerdik, motoru susturup. Birimiz seslice öksürse yol değiştireceğini bilerek göçmen balıkların. Susardık, beklerdik; sessizce güllenirdi sabahın ağzı. Köyün er-kekleri uyandırmadan öperlerdi kadınlarını. Kadınlar, seslerinden soyunarak sevişirlerdi ığrıplı gecelerde. Dişil bir denizatı düşerdi, benim payıma. Bedenimi, sabahın ısıran yeline tutu bırakıp, gelmiş gelecek, gerçek gerçeküstü tüm zamanların döllenecek düşlerini doldururdu eril bilincime. Yerleşe koyunun kin ve nefrete kestiği, şu yamaçtan dere suyu gibi insan kanı aktığı, Toroslarda sürek avına çıkan Osmanlının, uçan kelebeği renginden vurduğu, vahşet üstü za-manlardan geçirirdi. Yorulduğumu görünce, dişil bir duyarlılıkla, Keklik kızı anlatırdı. Annesinin, bir Haziran günü tek başına, yaşlı bir çam ağacının dibinde sancıdan kıvranırken, üç beş kekliğin çam dalına konup, bebek doğana kadar aralıksız ötüşünü. Bebeğin ağlama sesini duyunca da, susup, dinlemelerini anlatırdı. Sonra, babasının, denizden dönmediğini, bir gün. Annesinin de, Keklik ilkokulu bitirdiği yaz, ansızın ölüverdiğini. Yalnız başına kalan Keklik kızın, günlerce süren ateşler içinde yattığını ama iyi-leşip ayağa kalktığında da, artık hiç duymadığını ve hep sustuğunu anlatırdı. Tüm köyün kızı olarak büyütüldüğünü, çok özel bir armağan gibi korunduğunu, okumayı sevdiği için herkesin ona kitaplar getirdiğini anlatırdı. Her gün gelip yemeğimi yapmasına ve evimi toparlamasına sadece kitaplar yüzünden izin verildiğini ve buna çok sevindiğini Keklik kızın. Bir gün, dağlardan dönerken, daha uçamayan bir keklik yavrusu bulmuş ve eve getirip, ince tahta çubuklardan bir kafes yapmıştım ona. Keklik, gelip gittikçe özenle bakıyor-du kuşa. Bir süre sonra artık büyümüş, kafesin içinde uçmaya başlamıştı. Ötüşünü dinlemek iyi geliyordu. Rüzgârın sesiyle gelen iyot ve çalbağı kokularına karışan kekliğin ötüşü, inanılmaz bir doğal müzik oluşturuyordu, çatı katındaki masamda çalışırken. Bir akşam eve geç döndüğümde kafesin kapısını açık buldum. Yoktu… Bir not bırakılmıştı onun yerine ; “Kafeste yaşayamaz artık. Çünkü uçmayı biliyor.” Öfkeyle tanıdım Keklik kızın el yazısını. Açık pencereden geceye savrulan perde, ısırgan bir rüzgârla oynaşıyordu. Bir sigara yaktım. Tepeme üşüşen yıldızlara üfledim duma-nını. Hangi yıldızın gözüne kaçtığını görmedim ama benim ciğerlerimi kötü yaktı. Öksüre öksüre söndürdüm ve gidip yattım. Sabaha kadar, dönüp durdum yatakta. Beynimde, inatla ışıyan bir mum; “Kafeste yaşayamaz artık. Çünkü uçmayı biliyor.” Sabah erkenden yola koyuldum. İl merkezindeki bir vakfın düzenlediği, sanat gün-leri programının çağrılısıydım. Aslında gitmemeyi ve bir çiçeğe iliştirilmiş kutlama notu gön-dermeyi düşünüyordum. Ama bir türlü söndüremediğim mum ışığından beynimi kurtarmak için gözü kapalı atladım. Çağıranın da, çağrılanın da “Ayıp olmasın” diye, bir birine katlandığı, bol sırıtışlı, içten tıslamalı, protokol etiketli sanatsız bakışların konuşlandığı ve de kuş sütlü sofraların, aslan sütlü esrik fıkralarla şaha kalktığı kutlamalardan uzak durmuşumdur hep. O nedenle, sadece konuk olacağım programın başlayacağı saatte orada olur ve biter bitmez de ayrılırdım. Bu kez erkenden gittim ama arabamın sinyal lambası gibi yanıp sönen mum ışığı, çoktan bey-nimin trafiğine karışmıştı. Etkinlikler için başka illerden gelen, uzun süredir görmediğim arkadaşlarımla kar-şılaşmak iyi geldi bana. Hal hatırın dışında, edebiyat dünyasıyla ilgili sorunlar üzerine konuş-tuk. Ortak tanıdıklarımızı çekiştirdik. Kutladık, kutlandık ve ağırlanmanın çakırkeyif suların-da, Narkissosla birlikte kendimizi seyrettik. Vakfın organize ettiği çeşitli etkinliklere katıldık. “İyi ki gelmişim” dedirten etkinlikler-den biri, İranlıların ve müziğin yüz akı, sürekli sürgün Farit Farjat’ı, bembeyaz bir kostümle çıktığı sahnede, kemanıyla dinlemekti. Yetmişli yaşlarındaki bu, kıpır kıpır delikanlı, barışın, yurtsamanın, aşkın ve kullandığı evrensel dilin düş ülkesinden çıkagelmiş bir gönüllü gibiydi. “Ülkelerimiz için dua edelim!.. Bizler, aynı denizde çoğalan balıklarız!..Bir annenin hayta çocuklarıyız hepimiz!..” diyordu, dinmeyen alkışlarla uğurlanırken. “Çünkü uçmayı biliyor” diyordu, mum ışığı. Beynim kamaşıyordu ışıktan. Ertesi gün “Mavi piknik” yaptırdılar bize. Bu kez, dişlerim kamaştı kendi kendime küfretmekten. Uzak yol seferlerinden (Yaştan dolayı) emekli edilip, karın tokluğuna turizme kiralanan, geçkince bir gemiye doldurdular hepimizi. Güvertede mangallar dizi dizi yakılırken, dumanlar arasında folklör ekibi, başladı diz kırmaya. Davul, zurna, sipsi bir yandan. Bir öksürük eklendi ki, ekibe; kolaysa, gel, sen oyna. Bir köşede balıklar ızgaraya hazırlanıyor. Ötekinde çiğköfteler yoğruluyor. Ustanın biri kendinden geçmiş, göktavana çiğköfte yapıştı-rıyor. Anında görüntüyle yanıtlıyor göktavan ve tüm bakışlar bir yerel gazetecinin, ışıl ışıl parlayan tepesinde kilitleniyor. Kıkırdıyor, yanımdaki kadın. Omzumdaki yamadan sökülen bir teyel ipinin ucu gibi sırıtıyor kıkırdaması. Sabahın koynundan, şehveti birlikte çalmıştık oysa. “Sus” diyorum, “Sus Nilüfer!” İnsanların bakışları bize dönüyor ve yerel gazeteci, meraklı gözlerden örülmüş kafesini açıp, kurtuluyor. Aziz Nesinlik bir günün ardından, yeniden görüşmek üzere, ayrılıyorum Nilüfer’den. Beş ay önce, bir kitapevinin düzenlediği imza gününde tanışmıştık. O günden sonra, gelip gittikçe ilişkimiz ilerledi. Sık sık telefonla görüşür olduk. Ömrümde, bir eksiyi artılıyordu Nilüfer ile yaşadıklarım. Ama nasıl demeli; göreceli bir artı. Bir ırmağın, düz bir vadiden geçerken uysallaşan ışıklı akışına kanıp, dallarını suya yatıran söğüt fidanının kuş bakışı görünümü sanki. Yapraklı dalların ışıklı sularla oynaşması kadar mutluydu bedenlerimiz. Orada ve o kadar. Dilimizden akan sözcükler, birbirini artılayıp, oynaşmıyordu bedenlerimiz gibi. Nilü-fer’in dili dönmüyordu benimkine. Benim dilim ise, açtığı onca konunun, ettiği onca sözün havaya gitmişliğiyle, kıvrılıp kalıyordu. Olası birlikte geleceğimize, olası bir evliliğin penceresinden bakıyordu Nilüfer. Ancak o zamanlarda, sınırlı sayıdaki sözcük dağarcığını kullanıma açıyordu. Böyle anlarda, büyük bir baskı altında duyumsuyordum kendimi. Yıllar önce boşanıp, İstanbul’da bıraktığım karımın hüzünlü kokusu sarıyordu havayı. Kaçıyordum. Piknikten sonra, yorgun argın sığındığım oteldeki odamda, yarın yapacağım “Üretici Yazarlık ve Özgürlük” konulu konuşmayı hazırlarken, öyle bir yorgunluk çöktü ki, üstüme. Kapının çalındığını duyduğum halde, gidip açamadım ya da açtım mı ne; anımsamı-yorum ki… Siyah tüllere bürünmüş yay gibi bedeni ve uzun saçlarına arkadan tutturulmuş, siyah tülün açıkta bıraktığı beline kadar inen bembeyaz tüllerle, bir özgürlük söylencesinin dişil gölgesi süzüldü içeriye. Nilüfer çiçekleri iliştirilmiş beyaz tülünün eteklerine. Kalçasının her deviniminde açılıp kapanıyor yaprakları. Bakışlarının kıvranışına yetişemiyorum. Kirpiklerinde şakırdıyor zamanın esrik zili. Eski Akdenizli ya da Egeli genç bir Tanrıça, tüm yenilgilerini ve yitirdiği özgürlüğünü dansa yatırıyor önümde. Yağmalanmış halkının ve tutsaklığının cehenneminde yanıyor bedeni. Yer çekiminin ağırlığından kurtulup, ufukta kırmızı bir tül çizgisine dönüşene kadar ağlıyor, inliyor ve dans ediyor. Ateşe dönüşüyor tül; “Dans Edin! Dans EDİN! DANS EDİN!...DANSSSSSSSSSSS!!!...” Dans sürüyor ama tizleşiyor zaman. Kulaklarımda bir kıvılcım. Yanıp sönen bir mum ışığı ve titreyen göğüs cebim. Açıyorum; “Yazar Agaaa!.. Nerdesin sen? İyi misin?” Hiç soluksuz sorularıyla Baba İshak, kulağımda patlayan. Keklik kızın kitap listesini ve merakını ilettikten sonra, “Çabuk dön, Yazar Aga! Özledik!” deyip, kapatıyor. Ertesi gün, akşama doğru dönüyorum Yerleşe’ye. Beynimin trafiği durulmuş, yıl-lardır aradığım yanıtlara kavuşmuş olarak. İnatla ışıyan muma pervane olmaya çoktan gönüllü yüreğim. Arka koltukta Keklik kızın kitapları ve ona armağan olarak aldığım diz üstü bilgisa-yar. Baba İshak’ın sarımlık tütün torbası ve kocaman bir koli Tekirdağ yarenliği. Hem de en büyüğünden. Balığın ızgara koktuğu, sözü olanın sazı kaptığı, kadınlı erkekli semaha durulan, söyleşinin su gibi aktığı, sabaha çıkılan akşamlarımız için. Doğruca kahveye gidip, yükümü boşaltıyorum. Arabayı gören Keklik kız, koşarak geliyor. Kitaplarını kaptığı gibi, bir masaya oturuyor ve karıştırmaya başlıyor Panait Istrati’nin “Hayat Yollarında” adlı kitabını. Serseri Mihail’i seveceğini umuyorum. Birbirimize bakıp gülümsüyoruz Baba ishakla ve konuştuğumuz gibi bilgisayarı alıp, acemice tutuşturuyor ellerine Keklik kızın. Sevineceğini biliyoruz elbet ama bu kadarını bek-lemek ikimizin de düş gücünü aşıyor. Gülüyor, kahkahalarla gülüyor hem de. İlk kez sesini duyuyorum, onun. Adını aldığı kuş gibi şakıyor. Yeni öğrenilen üç beş sözcüğün acemice kullanılışı gibi ama coşkuyla söylüyor. Teşekkür ediyor, sürekli. Bir kolu bende, diğeri Baba İshak’ın omzunda; onun inanılmaz gücüyle dönüyoruz ortada. Birileri ekleniyor sağdan sol-dan, kat kat bir halkaya dönüşüyoruz. Sazımız, Keklik kızın şakıması, bu akşam. Mutluluğun belgeseli olarak, kaydetmeliyim bu olayı, diye düşünüp, yavaşça kopu-yorum halkadan ve kameramı yöneltiyorum üstlerine. Beynimi kurcalıyor sorular; (Bu kız tedaviyle düzelebilir mi, acaba? Niye hiç düşünmedim bu güne kadar? Araştırmalısın Yazar Aga! İyi de kime sormalı? Nereye başvurmalı?) Birden aklıma geliyor. İstanbul’da bir üni-versitede nöroloji asistanlığı yapan bir arkadaşım vardı. Numarası yok bende. Dışarıya çıkıp, sessiz bir yerde, eski arkadaşlarımı arıyorum. Birinden öğreniyorum numarasını. Heyecanla arıyorum; açan yok. Yeniden yeniden deniyorum. En sonunda açılıyor telefon. Hal hatırdan sonra, durumu anlatıyorum. Sesimdeki ivecen tınıya takılıyor, arkadaşım. “Ne o, dilsiz bir aşk mı, yoksa? Sakın uğraşma, dili çözülürse, pişman olursun.” Yutkunuyorum.”Yok” diyo-rum.”Yok, be arkadaşım. Benim, Keklik kızım, O.” Sözleştik. Önümüzdeki hafta başında, çalıştığı hastanede bekleyecek bizi. Katlanmış bir umutla geri döndüm, aralarına. “Konuğun var” dedi, Baba İshak. Eliyle gösterdiği masada, Nilüfer’i şöförüyle birlikte otururken gördüm. Aynı anda göz göze geldik. Sevinmediğimi anladı ve kırıldı duruşunun ışığı. Bir sıkışmışlık duygusuyla, sürüklenir gibi gittim, masalarına. Şöför, sandalyesini bana verip, uzak bir masaya geçti. “Beklemiyordum, seni. Hayrola, canım. Böyle habersiz, böyle zamansız. İyi misin, Nilüfer?” dedim. Gülümsedi. Omuzlarından kızıl bir güneş gibi inen saçlarını çekiştirdi. Ellerini, masanın üzerinde birbirine kenetleyip, derin bir soluk aldı ve “Konuşmak için geldim.” dedi. Aklıma bir uçurum düştü ansızın. Korkuyla, kalakaldım.“Hamile misin, canım?” diye, sordum.“Saçmalama”dedi.“Evlenmeden gebe kalacak kadar uçuk mu sandın, sen beni?” Yarım kalan konuşmasına, Baba İshak’ın masaya yiyecek, içecek getirmesinin ardından devam etti. Bu arada ben, rahatlamıştım enikonu. Birer kadeh rakının ve ızgaraların eşliğinde espriler arıyordum. Buluyordum sanırım ki; ışımaya başlamıştı Nilüfer. Salonun diğer köşesinde masalar birleştirilmiş, yiyecekler taşınmış, Tekirdağ kadehleri hazırlanmış; bol söyleşili bir akşam başlıyordu. Nilüfer’in şöförü, çoktan uymuştu iklime. Biraz sonra, Keklik kız, bir kucak dolusu çiçekle yanımıza geldi ve gülümseyerek Nilüfer’in kucağına boca etti hepsini. Kalanları da, başından aşağı döküp, kıvrılarak selamladı bizi ve dönüp diğerlerinin yanına gitti. Kendinden emin bir şekilde Keklik kıza gülümsedi, saçlarını şöyle bir savurup göz-lerime dikti gözlerini. “Canım benim! Yerleşe’nin Yazar Agası sevgilim, ne zaman evleneceğiz biz? Hadi, şunun adını koyalım bu akşam. Sonra da, sabaha kadar, istediğin gibi kutlayalım kararımızı. Ne diyorsun?” Ne diyebilirdim ki? Hık mık ettim ama onun istediği türden sözler değildi ağzımdan dökülenler. Bir yanım deniz, bir yanım karaydı. Kaçacak yerim kalmamıştı daha. Oysa açıkça şunları anlatmak istiyordum, ona; “Beni sevmenin bir başka yolu daha var. Sen, o yolu yürüyerek gelmelisin, bana. Elimde güllerle beklerim seni ve en sevdiğin aşk şiirleriyle dolaşırım bedeninin ve beyninin kıvrımlarında.” Yok… Anlamak ve anlatmak öylesine uzak ki; gurbetindeyiz kendi dilimizin. Baba İshak, yavaştan uzanıyor saza ve başlıyor; bir göçün baş döndüren yolculuğunu dinliyo-ruz. Süt kokuları, oğlak sesleri develerin çıngıraklarına karışıyor. Genç kızların güle oynaya sekişleri duyuluyor kayalıklarda. İrkiliyorum birden bire; “Yeter artık!” diye, bağırıyor bir kadın. “Yeter artık Yazar Aga! Ben ki, zengin ve güzel bir kadınım. Beni isteyenleri reddedip, seni seçtim. Bunları bil-diğin halde, beni düşürdüğün şu duruma bak!” Karşımda öfkeyle bağıran kadının yüzü Nilü-fer’e dönüşüyor ansızın. Hışımla kalkıyor yerinden ve ellerini beline götürüyor. Şu an, tam tepeden süzüyor beni. Göç yarıda kalıyor. Oğlaklar, kızlar, develer ve tüm yolculukların ayak sesleri; sus pus… Gece, çocuklarını çekiyor karnına. “Zaten tüm arkadaşlarım ve tanıdıklarım demişti bana. Demişlerdi; “Bir yazardan koca olmaz sana” diye. Ama ben, kocam olur sandıydım, seni.! “ Koyul öfkesini döven dişil topuklarıyla geçip gidiyor Nilüfer.. O’na, uçmayı anlatamı-yorum. Serpil Başak
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Serpil Başak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |