Yaşamak ne güzel şey be kardeşim. -Nâzım Hikmet |
|
||||||||||
|
Herkes seyrettiği filmin herhangi bir sahnesini kaçıracağı korkusuyla, gözünü kırpmaksızın önünde durduğu pencereye yapışmış durumda. Oysa pek çoğumuzun penceresinden görünen, kendi algılarımızın yön verdiği ve pencerenin kısıtladığı bakış açılarıyla sınırlı, daracık bir sahne. Kimi halkların uyanışını seyrediyor penceresinden, kimi miyadı dolmuş kapitalizmin doğal çöküşünü, kimi cihadın başlangıcını, kimi yerel aktörlerin iktidar çalımlarını, kimi emperyalizmin alışılageldik dünyayı çekip çevirme manevralarını… Hayır, bu çok daha büyük bir senaryonun neredeyse kişiye özel versiyonlarının online/eşanlı oynandığı, çağrışımları önceden verili, seyirci katılımlı bir doğaçlaması. Fazla kafa karıştırıcı, komplo teorisyenliğini bile aşar nitelikte bir sunum verdiğimin farkındayım. Ancak parçaları birleştirdiğimde bundan daha azını görmüyor hatta henüz senaryonun bana göründüğü kısmıyla, gerçeği tam olarak dillendirmemde çokça eksikli kaldığını düşünüyorum. Başlayalı uzun zaman oldu. Geleneği işaret edemeyeceğim bir tarihten gelen, algılarımızın sınırlarıyla kavrayabileceğimiz kadarıyla, ‘’gerçeklik’’ zeminimize uygun teorisi, dünya savaşlarının hemen sonrasında şekillenen, hemen her beynin içine senaryoya uygun platoların kurulduğu, devasa gibi görünmesine karşılık, birey ölçekli olmasından dolayı kolay ilerleyen, neredeyse neslimizin büyümesiyle atbaşı ilerleyen bir kurgu bu. Öylesine aktifiz ki bu senaryoda, hem sahnenin kendisi, hem en önemli oyuncusu, hem seyircisiyiz aynı oyunun. Bu senaryonun şu an bize komplo teorisi gibi görünmesinin sebebi, birileri tarafından gerçekleştirilmesi imkansız derecede komplike bir senaryo olmasıdır. Ne kadar güçlü ve örgütlü olursa olsun, hiçbir insan grubunun tüm dünyayı önceden planlandığı şekilde biçimlendirmesi mümkün değil, bundan hiç kimsenin kuşkusu olamaz. Ama yine de bu, senaryoyu an be an oynayarak gerçekleştiriyor olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü bu senaryonun sahibi bir insan ya da insanlar kümesi değil, adı çağlara göre değişen ‘’sistem’’in kendisi. Sistem, ihtiyacı olan efendileri ve köleleri kendi üreterek, çağdan çağa aktardığı kurallarıyla yaşıyor. O, kök kuralları değişmeyen bir tür ‘’hayat’’ biçimi. Kök kurallar her yeni çağın efendilerini aynı kurallar doğrultusunda -çağa uygun araçlarla- sistemi sürdürmesi için gerekli kaynakla donatıp adeta kodluyor. Sistemin efendileri sadece yaşadıkları çağın efendiliğini değil, sonraki çağın şeklini belirleyenleri olarak işlev görüyor. Her çağ bir sonraki çağa gebe olarak doğuyor. Algılarımız, yaşadığımız çağın, çevreninin, kültürün, dilin ve bedenlerimizin donanımlarıyla kuşatılmışken yapabileceklerimiz sınırlıdır. Sınır, algılarımızın ötesinde hiçbir şeyin varolmaması ‘’bilgisi’’dir. Bu bilgi ışığında ulaştığımız her yeni bilgi, algılarımızın sınırlarını genişletici değil, tersine, bu sınırları daha da keskinleştirici, sabitleyicidir. Bu konu ilerleyen anlatımlarda ayrıntılandırılmak üzere bırakılarak, acil soruya bir ön cevap niteliğinde şunları söyleyebilirim. Senaryonun başkahramanları olarak rollerimizi oynarken, kendimize yüklediğimiz yeni bir rolün gereklerini de yerine getirmek durumundayız. Öncelikle kendimizin olmak üzere, kitlelerin, sistemin işleyiş kurallarının ayırtına varmasını sağlamak; henüz doğum sancıları sürer ve bir sonraki çağın gebelik süreci oluşurken, çağın deneyimleriyle elde ettiğimiz farkındalığın bundan sonraki çağın kitlelerine eksiksiz aktarılması için DNA’larımızı koruma kalkanlarıyla çevrelemek zorundayız. Zira kök kuralların farkındalığının, yapıcı kurallarla desteklenerek bir çağdan diğerine aktarılmasını sağlamanın ilk şartı, kök kuralların farkındalığını korumaktır. Sistemin, yaşanmakta olan çağın kök kurallarca önceden oluşturulmuş zemininde, devrimlerle değişimini beklemek bir çeşit hayal kurmaktır. Çağın içinde yaşanan her devrim, ancak o çağın kurallarınca belirlenmiş bir hareket alanında aynı kurallara tabi bir hayal kurmaktır aynı zamanda; hayallerin bile sistemin parçası olmaktan kurtulamamasıdır. Bu, aynı araçlarla başka bir amaca ulaşılamazlığın doğal sonucudur; çünkü her araç bir amaca aittir. Çağa ait senaryonun, kahramanlarını en yanıltıcı yanı, sanki bir savaştaymışız da kazanma ihtimalimiz varmış gibi görünmesidir. Bu saik, korumayı değil, korunmayı, can havliyle nefs-i müdafaayı, saldırmayı koşullandırır ‘ben’lerimize. En ağır kayıpların verilmesine yani eldeki bütün verilerin kaybedilmesine sebep olan da budur. Gerçek savaştır önerilen. Ne ayakta ne hayatta kalmak, ne kurulan yeni çağda söz sahibi olmaktır, kazanmak; sistemin kök kurallarını görüp-bilmekle kazanılmış farkındalığın DNA’larla taşınabilmesi, yeniden anlamaya ihtiyaç duyulmamasıdır. Bu yeniden yeniden doğma gerekliliğini ortadan kaldırabilecek tek yoldur. (Devam edecek) Nilüfer Aydur
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nilüfer Aydur, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |