Zaman dostluğu güçlendirir, aşkı zayıflatır. -La Bruyere |
|
||||||||||
|
Bırakalım tüm dünya ailelerinin güncel ortak paydası olmasını, sadece içinde yaşadığımız toplumsal aile bağlamında dahi baksak; şu an dillerimize dolanan en popüler kavramın özgürlük-ler olduğunu görebiliriz. Açlıklar, savaşlar, kültürel aidiyetler, tüketim alışkanlıkları, kişisel tercihler vs. gibi hangi yaşamsal gereksinimlerimizle ilgili içsel ve dışsal dayatmaları esas alırsak alalım; hepsinin kurtuluş yolu özgürlük taşlarıyla döşelidir. Öyle ki; bir Budist rahibin nirvanaya ulaşma yolu bile, bedenin istek ve ihtiyaçlarından özgürleştiğinde açılır ancak. Evet, tıpkı reklamlarda sürekli vurgulandığı gibi özgürlük her şeydir. Peki, bu kavramın herhangi bir sahnesinde rol bulamadığı bir tarih senaryosu biliyor musunuz? Yazıyla başlayan tarih boyunca bunun aksi bir senaryo ne yazık ki yoktur. Frekansı düşük ya da yüksek ama muhakkak mevcut olan, çağın her döneminde kendine ait bir sese sahip bu kavramın, iyi-güzel-doğru gibi olumlama içeren kavramlarla birlikte; hatırlayamayacağımız kadar eski bir geleneğe sahip olduğunu kimsenin inkâr edebileceğini sanmıyorum. Belli ki; İşaret edemeyeceğimiz tarihten bu yana, taşıyageldiğimiz geleneğin değişmeden yerini koruyan en bilinen kalıtlarından birdir bu kavram. Çünkü kölelik, bizim, varolmayı sürdürdüğümüz hayatın bir sistem dâhilinde sürdürülebilmesi için bilinçli-bilinçsiz seçtiğimiz yöntemin kendisidir. Bu yöntemin, çağın iç dönemleri boyunca ürettiğimiz her türlü teknoloji ve tasarıma yansımasının sebebi budur. Ürettiğimiz eşyalara, onların sağladığı konfora, değiş tokuş aracı olarak kullandığımız paraya, paranın sağladığı iktidara ve hepsinin topluca belirlediği toplumsal statüye olan bağımlılığımızın, vazgeçemezliğimizin temelinde yatan sebep bu yöntemdir. Köleliğin, içinde yaşadığımız ekonomik sistemin bir sonucu olarak ortaya çıktığı inancını taşımıyorum, o, bizzat sistemin kendisidir. Bu sistem, ürettiğimiz araçlar ve o araçlar yoluyla oluşan ilişkiler ağı tarafından belirlenmiş olamaz. Çünkü bizler, dünyanın bu yakasında yaşayan Doğu toplumları olarak -Batı tarafından adlandırıldığı şekliyle- ilkel toplum birimlerimiz (çöllerde, dağlarda, mezralarda yaşayan halklarımız) sayesinde biliriz ki; üç beş çanakla mağaralarda ya da tezek yapımı evlerimizde, tüm dünyadan uzaktayken bile, bu sistemin içinde yaşarız. Hem de ne feodalizmden ne de kapitalizmden bahsedilebilecek hiçbir oluşumun içine yerleşemediği günlerden beri. İki ve daha fazla insanın iletişim kurduğu bir dille birlikte yaşadığı her yer ve durumda olduğu gibi... Tüm bunlar size neyi anlatıyor bilmiyorum. Bana anlattığı şey şudur: Doğanın bir parçası olan insan, bedensel donanımları ve onların yapabilme yetenekleriyle –en başta düşüncesi ve dolayısıyla diliyle- hayatını sürdürebilmek adına bir sistem dâhilinde yaşamını biçimlendirirken, biçimin kendisi tarafından yönetilmeye başlamıştır. Artık ne donanımları ne de yetenekleri değildir belirleyici olan; onların, kendisinde önyargılar yoluyla kabullenilmiş sınırlarının çizili olduğu alandır, çemberdir. İlkneden köleliğidir bu. İnsanın, olduğunu kabullendiğinden başka bir şey olmadığı ve olamayacağı önyargısıdır. Hayır, insan bundan fazlasıdır. Artık şunu rahatlıkla söyleyebilirim: İnsan, kendini yeniden üretebildiğince insandır, gereksinimlerini giderebilmek için alet-araç üreten olmakla değil. Hele ki; çağın bu döneminde, ürettiklerinin, kendi doğal ihtiyaçlarını karşılamak için değil de, içinde yaşamını sürdürdüğü sistemin sürdürülebilirlik olanaklarını sağlayan birimlerin varlıklarını korumak adına olduğu gerçeği böylesine ortaya çıkmışken; şu haliyle insanın, alet üreten olmakla insan olmadığı ama sadece köle olduğu bir gerçektir. Kimileri isterse tüm bunları yaradılış esasına bağlayabilir elbette; ama bunun değişmez olduğunu onlar bile söyleyemezler. Çünkü tüm bu olanlar, insanda değişmez bir yaradılış esasına bağlı olsaydı, insanın Tanrı dışındaki nedenlere olan köleliği, Tanrı tarafından onaylanıyor demek olurdu. Oysa Tanrı, kendisinden başka bir efendiye razı değildir. Demek ki insan, ister yaradılıştan getirdiğine inanılsın, isterse doğanın bir parçası olarak varlığını sürdürme biçiminden kaynaklandığına inanılsın; içinde olduğu kölelik sistemine bir son verebilir, değişebilir. Ve zaten ancak bu takdirde insan olabilir. Nasıl mı? Düşünelim... Nilüfer Aydur (Devam edecek)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nilüfer Aydur, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |