Başka dillerle ilgili hiçbir şey bilmeyenler, kendi dilleriyle ilgili de hiçbir şey bilmiyorlar. -Goethe |
|
||||||||||
|
Gençlerin bazıları siyasete bulaşmak için çok hevesliydiler. Ancak büyük bir kitle düşünceler ve görüşler yelpazesi içinde neyin doğru olduğunu anlamadan ve herhangi bir akıl yürütme yapmadan, çevresinde bulunan yakın arkadaşlarının etkisiyle en yakındaki siyasi görüşün dümen suyuna giriyordu. “Ben ne yaparsam onu yap.” “Ben ne söylersem onu söyle.” Bu sözler o zamanlar sıklıkla duyduğumuz, halen de duymakta olduğumuz sözlerdir. Bunda biraz bir topluluğa ait olma, daha açık bir deyişle bir sürüye ait olma ve böylece tehlikeli denebilecek bir ortamda güvende olma arzusu, o sırada var olan otoriteyi kabullenme, boyun eğme de vardır. Birçok öğrencinin bir üniversiteyi kazandıktan sonra görüşlerinin tam zıddına değişmesi, veya kişinin öyle imiş gibi görünmeye çalışması bunun kanıtıdır. Önyargının illa ki siyasi bir görüş olması gerekmiyor. Örneğin, bir turizm acentesinden içeriye girdiğiniz zaman sizi karşılayan kişi sizi görür görmez “Rezervasyon için mi geldiniz?” diye sorabilir. Siz de “Ne rezervasyonu?” diye sorabilirsiniz. Çünkü acenteye giriş nedeniniz tümüyle farklıdır. Yanınıza yaklaşıp “Bir şey sorabilir miyim?” diyen birine hemen “Param yok.” Diyebilirsiniz. Ya da ikiz kulelerin yıkılmasından bütün Müslümanları sorumlu tutup “Bu haçlı seferidir”(George W. Bush) diyebilirsiniz. Aids’i, deprem felaketini Tanrı’nın insanlara gazabı olarak değerlendirebilirsiniz. Size başka türlü öğretildiği için evrim kuramının yanlışlığını, bunu savunanların da kötü kişiler olduğunu kabul edersiniz. Çünkü size öyle söylenmiştir. Size gençliğinizde dünyanın düz olduğu öğretilseydi, hatta yuvarlak olduğunu söyleyenlerin çarmıha gerildiğini görseydiniz.(bunlar ortaçağda olmuştur) neye inanırdınız? 1980 öncesi gençlik önce sağcı ve solcu olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Sağcıları pek bilmem ama solcular da önce -sağcılar kabul etmese de- milliyetçiler ve devrimciler olmak üzere ikiye ayrılmıştı.. Devrimciler de esas olarak üç gruba ayrılmıştı. Sovyetler Birliğini sosyalist kabul edenler, Sovyetler Birliğinin biraz değiştiğini kabul edenler, Sovyetler Birliğinin tümüyle değiştiğini kabul edenler. Bunlar da kendi aralarında parçalara ayrılmıştı. Sağcılardan başlamak üzere bunların aralarında hiçbir diyalog yoktu. İddia ediyorum, birkaç kişi dışında hiç kimse neyi neden savunduğunu bilmiyordu. Tümüyle çevresindeki diğer kişilerin sürüklemesi ile hareket ediyordu. Toplantılarda, forumlarda hep kemikleşmiş denen kişiler konuşuyordu. Bir sonuç alınması da olanaksızdı. Ancak soldaki üçlü kutuplaşma Sovyetler birliğinin kendiliğinden, ya da olayların akışıyla kapitalist ekonomiyi seçmesiyle geçerliliğini yitirdi. Şimdi sosyalist olduğunu söyleyen devletler bir bir kapitalizme geçiyor. Küba, kapitalizme geçmek için Fidel Castro’nun ölümünü bekliyor. Gelecekte belki de bizi daha başka şeyler bekliyor. Bir öğrenci şu okuldansa kesinlikle komünisttir ya da bu okuldansa faşisttir. Düşünce buydu. Aynı batılıların “Müslüman’sa kötüdür” demesi gibi. Ben üniversite öğrencisi iken Tandoğan meydanında bir lise arkadaşıma rastladım. Benim yanımda okuldan arkadaşlar, onun yanında kendi okulundan arkadaşları vardı. İkimizde çok sevindik. Sarılıp öpüştük. Arkadaşlarıyla tanıştık. Biz konuşurken yaklaşan bir arkadaşına “Yok yok, öyle değil..” filan gibi sözler söyledi. O an bir anlam veremedim ama sonra düşününce anladım ki onlar tam karşı görüşün olduğu bir okuldandılar. Ne yazık. Lisede her gün şakalaştığım çok sevdiğim arkadaşım karşıma sanki düşmanım gibi çıkmıştı. Bu olayın benzerini başka arkadaşlarımla Ankara’da otogarda, İstanbul’da vapurda yaşadım. Birbirimizin kafasını gözünü yarmadan iyi niyetlerle ayrıldık. Çok az insan kişilere ve olaylara önyargısız yaklaşmayı başarabilir. İnsanlar bir noktaya geldikten sonra düşüncelerini ve çevrelerini değiştirmek istemezler. Geleceği geçmişte edindikleri deneyimlerle şekillendirmek isterler. “Ben bunu böyle öğrendim. Öyleyse diğerleri yanlıştır ve yanlış olan kötüdür.” Ancak gelecek kendi kendisini şekillendirir. Gerçekler zamanı gelince ortaya çıkar. Önyargılarla, kemikleşmiş düşüncelerle davranmak isteği hâlâ sürüyor ve sürecek. Çünkü bu insanın doğasında vardır. Gelecek ise yeni nesillere kendi gerçeklerini kabul ettirecektir. ... Ben Türküm. Antakya’da doğdum. Oranın kültürü ile büyüdüm. Antakya tipik bir Anadolu kenti. Antakya antik bir kent. Dünyanın ilk kiliselerinden biri orada yapılmış. Roma ve Bizans devrinden kalma mozaikleri dünyada eşsiz. 1918 den 1938 e kadar Fransızların işgalinde kalmış. Bu yüzden bütün yaşlı Antakyalılar Fransızca bilirler. Nüfusunun hepsi değil ama büyük bir bölümü Müslüman. Antakya’da Sünni Araplar var, Alevi Araplar var şafi Türkler, Sünni Türkler var. Antakya’da Hıristiyanlar, Yahudiler, Alman gelinler var. Antakya’da müthiş bir hoşgörü ve kardeşlik var. Oradaki herkes benim düşüncelerime yakın şeyler düşünür. Antakya çok uygar bir kent. Bilmeyenler gitsin görsün. Başka kaç kentte bir kadın yalnız başına veya çocuğuyla gece saat 24 de evine hiçbir korku duymadan dönebilir? Antakya koca bir aile gibidir. Antakya’nın büyük parkında geç saatlere kadar ailenizle birlikte hoşça vakit geçirebilirsiniz. Kimse kimseyi rahatsız etmez. Türkler kadar kalabalık olan ve orada yaşayan Araplara eskiden Fellah denirdi. Fellah Arapça’da köylü anlamına gelir. Tarlada ağa için çalışan kişilere denir. Ancak bu kadar değil. Fellahlık kölelikle eşdeğerde tutulan bir şey idi. Fellahlar genellikle Alevi olurlardı. Ağalar tabi ki Türkler ve Sünni Araplardı. Antakya dünyanın dışında bir kent olmadığı için Osmanlı topraklarında yaşanan olay (ağalık-köylülük) orada da yaşanıyordu. Cumhuriyet döneminden sonra bu olay kalmadı gibi bir şey. Ben küçükken köyden gelen ak sakallı yaşlı bir adamın elini öpmüştüm. Yaşlı adam çok sevinmişti. Daha sonra “neden bu kadar sevindi?” diye sorduğumda halam sebebini şöyle açıklamıştı. “Nasıl sevinmez, ağanın torunu elini öptü.” Yaşlı adam eski deyişiyle fellahtı. Şimdi bu kelimeyi kullanmak bana küfür etmek gibi geliyor. Artık çok şey değişti. Öğrenim hayatımca tanıdığım Antakyalı Arap arkadaşlarım (artık fellah değil) beni tanıdıkça sevdiler. Bir şey daha var. İstanbul’da Antakyalı bir Yahudi tanıdım. Önce Antakya esnafından sandım O söyleyince anladım. Çok güzel Arapça biliyordu. İstanbullu Yahudilerden çok farklı idi. Çünkü Antakyalı idi. Antakya böyle. Ama Antakya’dan çıkınca, ve Antakyalı olduğumu söylemem gerekince bana hemen şu soru sorulur. “Arapça biliyor musun?” Bu sorunun anlamı şudur: “Sen Arap mısın?” Arapça bilmediğimi söyleyince şaşırırlar: “Nasıl olur? Oradaki herkes Arap değil mi?” Yani kişi üstü kapalı olarak demek istiyor ki “Sen de oradaki herkes gibi Arapsın ve bana yalan söylüyorsun.” Ben de düşünüyorum: Benim Arap olmam veya olmamam bu kişiyi neden bu kadar ilgilendiriyor? Arap olsam, olmasam ne fark eder? Neden bu konu bu kadar önemli? Ben Antakyalıyım ve bir Antakyalı nasıl düşünüyorsa ben de öyle düşünüyorum. Ben 13 yaşında iken hemen hemen temelli olarak Antakya’dan ayrıldım. Öyle gerekti; ve ne yazık ki bu ülkenin insanları, deminkine benzer davranışlarla bana kendi ülkemde, yabancı olmanın nasıl bir şey olduğunu tattırdılar. Bu nedenle İstanbul’da bazı ‘komşuları’ tarafından taciz edilen Ermeni komşularımızın neler duyduklarını başkalarına göre daha iyi anladım. Psikolojik hastalık derecesine varan saplantılar bu konunun dışında kalmakla birlikte hiç de ilişkisiz değildir. Bu hastalıklı durum aynı ülkede yaşayan insanların sırf düşünce farklılığı yüzünden birbirlerini öldürmeye varacak kadar kötü gözle bakmalarına neden olabilir; nitekim olmaktadır da. Biri için son derece normal olan bir durum, saplantısı olan biri için tam tersine son derece tehlikelidir. Zıt düşünceye sahip kişiler arasında da karşılıklı olarak önyargı vardır. “Benden değil; öyleyse kötü ve onlardan.” Bu önyargılı düşünce insanların iliklerine kadar işlemiştir. 1987 yılında turist olarak İtalya’ya gittim. Benim şansıma, tam o sıralarda Ağca Papa’ya suikast yapmıştı. İtalya’ya o zamanlar vize alınmadan girilebiliyordu. Havaalanı güvenlik memuru ay yıldızlı pasaportu görünce, beni bir otobüs insanın arasından kenara ayırdı. Gümrükte de canıma okudular. Uyuşturucu kaçakçısı muamelesi gördüm. Beni soyup aradılar. Gümrük memuru en son “In your stomach?” yani “Midende mi?” dedi. Bak sen şu işe! Ben defalarca yalnız turist olarak geldiğimi, yasal olmayan hiçbir şeyin olmadığını söylerken, ve ülkemde saygın bir kişi iken o benim pasaportuma bakarak uyuşturucuyu gümrükten geçirmek için naylon poşetiyle yuttuğumu düşünüyor. Yabancı, hele Türk olmanın, gerçek önyargının nasıl bir şey olduğunu o zaman anladım. Bizimkilere kızmamalıymışım. El elden üstündür; arşa varana kadar. Bir suikastçı ile yalnızca milliyetimiz benzeşiyor diye beni de aynı torbaya koydular. Yalnız bununla kalmadı. Roma’da gezerken, aynı önyargı ile karşılaştım. Satıcılar ağzımı açmadan önce beni İtalyan sanıyorlardı. İngilizce konuşunca, nereli olduğumu soruyorlar, Türk olduğumu öğrenince kısa bir süre yüzlerini buruşturuyorlar, sonra para kazanma belası konuşmayı sürdürüp mallarını satmaya çalışıyorlardı. Yani sıradan İtalyanların da bizimkilerden farkı yoktu. Üstelik daha beterdi. Ondan sonra ülkeme döndüm. Bu etki üzerine, bana haydudumuz bile iyi niyetliymiş gibi geldi. Uçakla gidip trenle dönmüştüm. İstasyonda neredeyse yoldan geçen birinin boynuna sarılıp öpecektim. Uçaktan inip betonu, toprağı öpen insanların neler duyduklarını da o zaman anladım. İnsanlar değişkendir. Zamanla huylar inanışlar, en katı düşünceler değişebilir. Yeter ki çevresindekiler ona yardımcı olsunlar. Farkında olmadan bir demokrasi ve hoşgörü kültüründen gelmiş bir kişi olarak, önyargıyı Antakya’dan çıktıktan sonra anladım. Bir insana önyargısız yaklaşabilmek, onu bireysel özelliklerinden önce insan olarak değerlendirmek... Şairin dediği gibi bu müthiş bir bahtiyarlıktır. Önyargıları olan bir insan önyargısıyla karşısına çıkan her kişiyi yargıladıktan sonra geriye yalnız kendisi kalır. Çünkü herkeste ona önyargısını geçerli kıldıracak bir neden bulacaktır. Yabancıları, arkadaşları eleştirdikten sonra sıra kişinin ailesine gelir. Birinci ailesi annesi, babası ve kardeşleri, ikinci ailesi de karısı veya kocası ve çocuklarından oluşur. Böyle bir insan onlarla da iyi geçinebilir mi? Olanaksız. Kesinlikle herkese bir kulp takacaktır. Bu kişiler ancak karşılarında daha yabancı biri olunca onu alt etmek için yakınları ile ittifak kurar. Önyargının doğal seçim konusuna varana kadar ilkel nedenleri var. Yabancı olan kişi yaşam için tehlikelidir. Bir şekilde yok edilmeli, olmuyorsa kimseye zarar vermeyecek şekilde tecrit edilmelidir. Önyargının haklı bir yanı yoktur. İnsanlara önce tarafsız bile değil, iyi şekilde yaklaşmak en doğru davranış olur. Bunun içinde şöyle bir örnek verebilirim. Üniversiteye başladığımız ilk gün, altı kişilik bir yurt odasında birbiriyle ilk kez karşılaşan ve odaya giren ilk dört kişi, hemen oturup ‘King’ denen iskambil oyununu oynamaya başlarlar. Odaya eşyalarıyla gene ilk kez giren beşinci kişi yerleştikten sonra diğerlerinin yanına oturur. Oyunu izlerken hemen eline baktığı oyuncuya akıl öğretmeye başlar. “Onu atma, onu öyle oynama” gibi. Durumu fark eden bir tanesi: “Yahu dur, odaya gireli daha üç dakika olmadı. Bu ne samimiyet?” der. Hepsi birden gülerler. Arkadaşlıklar işte böyle kurulur. Bu beş kişi odaya girer girmez kavgaya tutuşsalardı bunun kime yararı olurdu? Bütün insanların içinde hem iyi hem kötü vardır. Siz hangisini beslerseniz o yanınız güçlenir. 17.Aralık.2002
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Sinan Gür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |