"Moda denilen şey o kadar çirkindir ki onu her altı ayda bir değiştirirler." -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
‘Halil oğlum, boş durma, dükkânın önünü bir güzel süpür evladım.’ Hava sıcak, yol kuru ve üzeri sessiz. Halil eline aldığı ot süpürgeyi biraz ıslattığı asfalt üzerinde bir ileri bir geri keyifsiz ve isteksizce dolaştırıyor. Daha bu sabah süpürdüğü yolda birkaç izmaritten başka bir şey yok. Onları da iştahsızca süpürüyor. Kurumuş birkaç dalı alıyor yerden, birini güneşin önüne tutuyor. Güneşle gözü arasında bir perde görevi görüyor kurumuş yaprak. Yaprağın arkasında kalan güneş, saydamlığını yitirmek üzere olan sarının uç noktalarına boyanmış yaprağın ihtiyarlamış damarlarını iyice belirginleştiriyor. Ağaç süpürgeye dayanmış bir vaziyette ne kadar o yaprağa baktı, ne kadar inceledi bilmiyor Halil. Öğleden sonrası akmıyor bu terk edilmiş gibi duran kasabada. Sanki zoraki yerleştirilmiş dükkanlar, dükkanların önlerinde kimi gazete okuyan, kimi uyuklayan, kimi gelene geçene bakan, kimi eline aldığı ufak radyoda sabırla ajansı arayan insanlar, yoldan akşama ne pişirsem telaşına kapılıp alışverişe çıkmış kadınlar, okuldan çıkıp eve bir an önce yetişip belki mahalle maçına gidecek olan çocuklar. Hepsi, sanki akşamın hiç gelmeyeceğine inanmışçasına içlerinde bulundukları durumu kabullenmiş, zamana teslim olmuşlar. Birkaç adım ötedeki çöp tenekesine yürüyüp yaprakları çöp kutusuna attı Halil. Sıcak ensesini yakmıştı, dükkanın tentesi altına geçti, sandalyeye oturdu. Annesini düşündü. Acaba nasıldı? Günlerdir konuşmamışlardı. Akşama arayayım çıkmadan dükkandan dedi içine. Bunları düşünürken ustası ile misafiri çıktılar içeriden. Sesli sesli gülüşmeleri ile uyuyan sokağı uyandırdılar, yolda dolanan birkaç güvercin ürkerek havalandı gülüşmeler üzerine. Halil ile ustası, içeriye geçtiler. Burası bir saatçi dükkanıydı. İçerisinde her çeşidinden yüzlerce saat ile doluydu. Bir süre sonra alışılagelen saat sesleri, Halil’in gece rüyalarında da fon sesi oluyordu uzun zamandır. Çok ufakken babasının aldığı saatin içini açarak merak sarmıştı saatlere. Babasının hediyesi bir elektronik saatti ama karışık işleyişi yine de onu bir hayli cezp etmiş, saati uzun uğraşları sonrasında paramparça etmişti. Kol saatini parçaladığı için babasından azar işitse de, evdeki saatleri tek tek açıp içlerini kurcalamaktan kendini alamadı Halil. Böyleydi tutkular, siz kendinizi alıkoyamazdınız. Alışkanlık değildi bu, önüne geçilemeyen ve size sahip olan yoğun bir istekti. O da karşı koyamıyordu içinde dalgalanan bu hisse. Her yeni saatte merakı daha da artıyor, önüne geçilemeyen bir heyecana bürünüyordu tutkusu. Okuldan sonra kütüphaneye gidiyor, saatler ve işleyişleri hakkında bulabildiği tüm kitapları okumaya başlıyordu, saatleri anlayabilmek için saatlerini harcıyordu. Saatlerin tarihçesiyle başladı işe. Zaman kavramının kıymetini anlayan insanoğlunun onu tahmin etmek için kullandığı yöntemleri hazmetti. Tarihsel süreç içerisinde saatlerin gelişimini öyle bir heyecanla içti ki, içerisinde bulunduğu dükkana çırak olarak çalışmaya başladığında ustasına bunları anlattığında, ustası onda kendi çocukluğunu görmüştü. Böyle bir heyecanı karşısında görmek, kendi heyecanını söndüren bu durgun kasabada ilaç gibi gelmişti ustasına da. Şimdi de işin inceliklerini, saatin mekanizmasının teorik kısmı haricindeki pratik kısmını, zanaati öğretiyordu Halil’e. İkisinin de tutkusu mekanik saatlerdi. Mekanik saatler, diğer elektronik saatlere göre daha mucizevi duruyordu gözlerinde. Bozulan bir mekanik saati tamir ettiklerinde, ikisi de mutluluklarını tarif edemiyorlardı. İşte yine bir mekanizmanın başına eğilmişler, gözlerine büyüteçlerini takmışlar ve hayattaki en önemli insanı hayatta tutmaya çalışan doktorlar misali özenle tamire girişmişlerdi. Her saat, yeni bir hikayeydi. Her saat koskocaman bir geçmişi hafızasında taşıyordu. Her saat, aslında hayatın gerçek olduğunun bize bir kanıtıydı. Bu suretle, ikisi de aynı düşüncede yüzdüklerinden, hikayeyi ve hafızayı ve hayatı muhafaza edebilmek için çabalıyorlardı. Onlar hikayeyi ve hafızayı ve hayatı tamir ediyorlardı bir nebze. Mekanik saatlerle insanların çok fazla ortak yönünün olduğunu düşünüyordu Halil. İkisi de şartlara bağlı hareket ediyor, ikisi de doğrudan şaşabiliyor, ikisi de bozulabiliyor, ikisinin de hem ucuzu hem de kalitelisi bulunabiliyordu. İşte şu an tamir etmeye çalıştıkları 60 yıllık saat kaliteli bir saati mesela. Zamana boyun eğmiş, anlaşılan sahibi de pek hissederek kullanmamıştı bu saati. Çokça çizikle doluydu camı. Çok güzel bir işçiliği olmasına rağmen, zembereği kırılmıştı. Değiştirmek gerekiyordu, çünkü tamiri mümkün değildi. Her saate yeni bir zemberek taktığında o muazzam işleyişini açık olarak görmek onu o kadar heyecanlandırıyordu ki, her seferinde olan biteni dışından tekrarlıyordu; ‘İşte, saati kuruyoruz ve zemberek geriliyor. Pandül, pandüle bağlı çatal, çatala bağlı çatal dişlisi. Çatal dişlisine dokunan saniye çarkı. Saniye çarkına müptela ekstra çark ve zemberek. En üstte tiyatronun oyuncuları, akrep ve yelkovan. Gergin zemberekteki enerji yavaş yavaş pandüle akmaya başlar, sağa sola dönerek çatalı hareket ettirir. Çatal, çatal dişlisini, çatal dişlisi de saniye çarkını çevirir. Saniye çarkı ekstra çarık çevirir ve zemberekteki enerji yavaş yavaş tükenir. İşte öykü böyle başlar.’ Akşam çıkmadan annesini aradı. İyiydi, özlemişti onu. Üniversiteyi kazandıktan sonra bu ücra kasabaya okumaya gelmiş, okuldan artırdığı zamanlarda da dükkanda çalışmaya, kendi yağını kavurmaya çalışıyordu Halil. Pek bir şey kazanmasa da, tutkusunu işi yapabilmek, onun için ciddi bir kazançtı. Düşünüldüğünde, yeryüzündeki en şanslı insanlar, tutkusunu işi yapabilen insanlardı aslında. Bir insanın zoraki bir işte çalışması, ona yüklenilen en ağır eziyetti. İnsanlar, yaşamda kalabilmek için hayatlarının en kıymetli zamanlarını aslında bulunmak istemedikleri bir ortamda, başkaları emeklerinden para kazansın diye harcıyorlardı. Daha iyi bir yaşam sürebilmek adına, yaşanabilecek bir hayat ve alan bırakmıyorlardı kendilerine. Senede bir ya da iki hafta tatil yapabilmek umuduyla, süregelen bir düzene sıkışıp kalıyorlar ne bunun farkına varıyor, ne de bunu düzeltmek için bir şeyler yapıyorlardı. Fark ettiklerinde yaşadıkları mutsuzluğu gizlemek için de alkole alışıyorlar, sigara tüketiyorlar bu tüketim ve koşuşturmaca içerisinde kendi sağlıklarını bozuyor sağlıklarını toparlayabilmek için spor salonlarına gidiyorlar, uzaklaştıkları doğadan daha samimi seçilmiş sebze meyve tüketiyorlardı. Kendi içlerinde düştükleri tezatın farkına varmamış gibi sabah işe gidiyor, akşam da hissiyatsızlıklarla dolu şeklide evlerine dönüyorlar, yataklarına girip ertesi sabaha ulaşmamak için dua ediyorlardı. Dükkanı kapatıp kaldığı tek göz odaya doğru yürürken oldukça dalgın ilerliyordu Halil. Öyle ki yolda ona selam veren okuldan arkadaşlarını fark etmedi. Ufak kasabalarda kimseden saklanamazdınız, illa ki bir köşeden bir tanıdık sizi bulurdu. Bir de öğrenci ağırlıklı yaşayan sakinleri varsa bu kasabanın, bu, kaçınılmaz bir durum olurdu. Halil, eve giden kestirme yolları ezberinden okuyup, ara sokaklardan sessiz ve kendi başına kalmışlığın tadına vararak bir göz odasına ulaşmayı planlıyordu. Öyle de oldu. Merdivenleri yavaşça çıktı, eski duvarların sıvası dökülüyordu. Bu ev de kasaba gibiydi, bakımsız, yalnızlıktan eli yüzü ekşimiş, eskimiş. Odasına girdi, ışığı açıp perdeleri çekti. Yalnızdı. Yalnızlık üzerine düşünüyordu. İnsan sahiden yalnız kalabiliyor muydu? Her şeyden ve herkesten uzaklaşıp, mutlak yalnızlığa kavuşma fikri bir süre dolandı içinde. Mümkün müydü böyle bir şey? Varsa böyle insanlar onlara imrendiğini hissetti. Ayaklanıp ocağı yaktı, dünden kalan yemeğin altını yaktı. Bir tabak ve kaşık çıkardı. Sessizce bir görevi eda edermiş gibi yemeğini yedi. Bulaşıkları yıkamaya üşendi, mutfak tezgahına bıraktı tabak ve kaşığı. Eski radyosunu pencerenin önünden alıp açtı, sevdiği müzikleri aradı bir süre, bir kanal buldu, radyoyu gerisin geriye pencerenin kenarına koydu. Orada iyi çekiyordu çünkü. Sadece akşamları yaptığı üzere, yemekten sonra bir dal sigara yakmak için yatağın altındaki pakete ve kibrite uzandı. Sigarayı yaktı, içine çekti dumanı. Bir süre öyle sessiz durdu karşısındaki duvarı seyrederek. Sanat musikisi çalıyordu, eskilerden bir parça doldurdu odayı. Vasıfsız bir kederle buluştu gözleri, biraz da sigara dumanının etkisiyle gözleri nemlendi. Yalnızlık diyordu içine, insan kendinden kurtulamadığı müddetçe yalnızlık mümkün değil. Üniversitenin sadece birkaç bölümünün bulunduğu bir kampüs. Yurdun değişik illerinden, ailelerinden kurtulmak, bir süre uzaklaşmak ya da gençliğini rahatça yaşayabilmek maksadıyla gelmiş bir sürü genç. Çok az sayıda da okumak için çabalayan birey, onları seçmek ve bulmak çok kolaydı. Sınav tarihleri yaklaştığında diğer öğrenciler etraflarında fır döner, ders notlarının fotokopilerini alabilmek için onlara dil dökerlerdi. Her okulda, her üniversiteye lazım olan bireylerdi bu çalışmaya, öğrenmeye çalışan gençler. Ülkenin geleceği onların alacağı notlara bağlıydı bir nebze. Diğerleri kantinde langırt başında saatlerini harcıyorlardı gün boyu çünkü. Oturulan masa başı sohbetlerde gruplar halinde görüşlere göre ülke meseleleri ele alınıyordu bu unutulmuş kasabada, uzak kalmışlığın ve umurda olmamanın soğukluğu unutularak. Sağ görüşlüler, sol görüşlüler, hükümet yanlıları, kürt gruplar, hepsi ayrı ayrı hareket ederken, bunların haricinde ülkede de olduğu gibi görüşünü belli etmeye çekinen bir sessiz çoğunluk da mevcuttu. Kasabanın sessizliğini bazen solcu çocukların gösterileri bazen de bu gösterilere karşı hareket eden diğer grupların sloganları bozardı. Halil bu hareketlere oldukça uzaktan baksa da, yine uzaktan takip ederdi durumları, tamamen kopuk değildi konudan. Çok yakın arkadaşı olan Mesut oldukça ateşli bir solcuydu. Gençliğinin heyecanıyla ve babasının geçmiş dönemlerde yaşadıkları siyasi olayların etkisiyle üniversitede örgütlenme adına elinden gelen her şeyi yapıyor, bildiri yayınlıyor, eylem planlıyordu. Öyle olurdu genelde, bir ebeveynin gölgesinde büyüyen çocuk, büyüdüğü rüzgarın yönüne yol alırdı. Halil’in yazısı ve imlası iyi olduğu için Mesut ondan bu konularda destek alıyor, bu işleri de çoğunlukla Halil’in tek göz odasında yapıyorlardı. Bunlara rağmen Halil pek olaylara karışmıyor, sadece bu işlerde yardımcı olmakla yetiniyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Caner Almaz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |