Olgular görmezden gelindikleri için var olmaya son vermiyorlar. -Huxley |
|
||||||||||
|
İstanbul. Nice kralların, nice padişahların, nice prenslerin sahip olmak isteyip de olamadıkları şehir. İstanbul.Nice insanın görmek isteyip de göremedikleri ancak rüyalarını süsledikleri şehir. Nice kültüre, medeniyete baş şehirlik etmiş koca bir metropol. Nice şairlere, ressamlara, yazarlara, müzisyenlere ilham kaynağı olmuş bir büyük şehir. Kısaca bir baş yapıt. Necip Fazıl, bir şiirinde illa da İstanbul derken,Yahya Kemal İstanbul'un bir semtini bile sevmek bir ömre bedeldir diyor; ve İstanbul'u hep Aziz İstanbul olarak değerlendiriyor. Orhan Veli İstanbul'da gözlerini kapatarak bir musiki dinler gibi İstanbul'u dinliyor. İşte biz de şimdi İstanbul'un tam göbeğinde, Orhan Veli gibi gözlerimizi kapatıp, Eminönü'nden İstanbul'u dinliyoruz. Yüksekçe bir tepeye çıkıp, Yahya Kemal gibi Aziz İstanbul'un Yeditepe'sini seyrediyoruz. Muhteşem bir manzara, doyumsuz bir zevk. Anlatmakla bitmeyecek tatlı bir masal. Kalabalık.İnsanlar çığ gibi önümüzden geçiyor.Yere taş atsanız düşmeyecek. Eminönü alt geçidinden karşıya geçiyoruz. Sultanahmet'e gideceğiz. Oranın tarihi ve turistik yerlerini gezeceğiz. Çünkü ünlü Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet Camii ve Yerebatan Sarnıcı burada. Buraları gezip inceleyeceğiz. Alt geçit, kapalı çarşı gibi. Sağlı sollu dükkanlar. Arada seyyar satıcılar. Saatçılar, oyuncakçılar, ayakkabıcılar, giyimciler... ne ararsanız bulursunuz burada. Su satan çocuklar, diş fırçası satanlar, simit satanlar... Karşıya geçiyoruz. Tranvaya binip Sultanahmet'e gideceğiz. Ama karşımıza tarihi Mısır Çarşısı çıkıyor. Burayı gezmeden yapamıyoruz. Burası 1597 padişah 3. Murat'ın eşi Safiye Sultan'ın emri ile yapılmış. 67 yıl sonra 4. Mehmet'in annesi Hatice Turhan Sultan'ın emri ile Mimar Mustafa Ağa tarafından 1664 yılında Yeni Camii Külliyesi olarak tamamlanmış. Balık Pazarı Kapısından çarşıya giriyoruz.Uzun bir kemer biçiminde ilerliyor yol. Sağlı sollu kuyumcular, dükkanlar alıcı bekliyor. Yine çok kalabalık. Bağırmalar, çağırmalar... Baharat kokuları tüm çarşıyı sarmış. Mis gibi kokular burnunuza doluyor. Çıkışa doğru yol alıyoruz. Çıkışta yol çatallanıyor. Sol taraf daha uzun bir yol. O tarafa yöneliyoruz. Yine baharatçılar, kuruyemişçiler ve çeşitli hediyelik ve süs eşyaları satan dükkanlar... Çarşıdan çıkıyoruz. Kısa bir tur da Eminönü çarşısında atıyoruz ve geri dönüyoruz. Tranvaya binmek için durağa yöneliyoruz ama bir türlü varamıyoruz. Burada sanata gönül vermiş, kendini sanata adayan sanatçı dostlara rastlıyoruz. İstanbul Ticaret Odası burada bir etkinlik düzenlemiş. Açık Havada Sanat gösterisi düzenliyor. İlgimizi çekiyor ve orada masabaşında oturan yetkili sandığımız kişilerle sohbet ediyoruz. Aslında bunlar sanatçı dostlar. Kendimizi tanıtıyoruz. KKTC Güneş Gazetesini anlatıyoruz. Memnun oluyorlar ve bize bilgi veriyorlar. Bu etkinlik İstanbul Ticaret Odası tarafından organize ediliyormuş ve İstanbul Büyükşehir belediye Başkanı da buna destek veriyormuş.Arada sırada da tezgahları ziyaret ediyormuş. Sanatçı dostlar, böyle etkinliklerin Avrupa'da sıkça yapıldığını İtalya, Fransa ve Rusya'da buna benzer faaliyetlerin yapıldığını, bizde ise ilk defa düzenlendiğini söylüyorlar. Böyle faaliyetlerde halk ile sanatçıların içiçe olduklarını, bunun da sanatçıya büyük bir zevk ve güç verdiğini belirtiyorlar. Ressamlar birebir resim yapıyorlar. Halk da onları izliyor. İnsanlar burada sanatçı ile birlikte oluyorlar. Anlatıldığına göre en çok da çocuklar ilgi gösteriyormuş. İçlerinden bir kaçının dahi bu işe gönül vermesi ve ilerde onların sanatçı olarak karşılarına çıkması kendilerini çok mutlu ediyormuş. Bu faaliyet, her gün iki saat canlı müzik eşliğinde yapılıyor. Sanatçılar özenle seçiliyormuş. Dalında en iyi olanlar ve temsil gücü yüksek olanlar tercih ediliyormuş. Sanatçı arkadaş, böylece turizme de yardımcı olduklarını söylüyor. Bir çok turist, yapılan eserlerden alıp ülkelerine götürüyormuş. Böylece ülkenin tanıtımı da yapılmış olunuyor diyor. Sanatımız hakkında onlara da bilgi veriliyor böylece diye tamamlıyor sözlerini. Ne kadar güzel bir olay. Sanatçı dostlara teşekkür edip ayrılıyoruz. Çünkü zaman kısıtlı. Topkapı Sarayını gezmek hiç de kolay değil. Öyle kısa bir sürede gezemezsiniz. Nihayet tranvaya biniyoruz. Tranvaylar, raylar üzerinde elektrik enerjisi ile çalışan ulaşım araçları. Vagonlar gayet lüks ve konforlu. Yüzünüze hemen bir serinlik vuruyor.Çünkü klimalı. Her durakta sesli cihaz sizi uyararak nereye geldiğinizi söylüyor. Sultanahmet'teyiz. İner inmez sizi, altı minaresiyle, haşmetli görkemiyle Sultanahmet Camii karşılıyor. Adeta sizi uhrevi bir hayata davet ediyor. Burası genişçe bir park. Her taraf çimlendirilmiş. Rengarenk çiçeklerle bezenmiş. Görsel bir manzara. Etrafı seyretmekten kendinizi alamıyorsunuz. Sol tarafta Ayasofya Camii, onun az ilerisinde Topkapı Sarayı, önümüzde Alman Çeşmesi ve onun sağ ilerisinde meşhur Dikilitaş. Uyumlu birer dostlar. Tarihin canlı şahitleri. Geleceğe mesajlar gönderiyorlar. Sultanahmet Camii'ne giriyoruz. Büyük ve geniş bir avlu içinde buluyorsunuz kendinizi. Etrafta güvenlik mensupları. Ağaçlar ve çiçekler selamlıyor sizi. Gülümsüyorlar. Camii içi ve bahçe, kapalı devre kamera sistemi ile kontrol ediliyor. Giriş kısmından içeri giriyoruz. Başka bir avlu ile karşılaşıyoruz. Ortada büyük bir şadırvan adeta dua ediyor. Ayakkabılarımızı çıkarıp içeri giriyoruz. Bayanlar yan masadan örtü alıp örtünebiliyor. Bunun tamamen isteğe bağlı olduğunu öğreniyoruz. İçerde muhteşem bir manzara ile karşılaşıyoruz. Tavandan belli bir mesafeye kadar uzanan iplerle demire bağlı ışıklar göze çarpıyor. İçerisi bölmelere ayrılmış. Ziyaretçi yerleri ile ibadet etmek isteyenlerin yeri ayrı ayrı. İçerde çok büyük, kare biçiminde yerleştirilmiş, dört tane sütun bulunuyor. Ortaya kadar yivli. Ortadan yukarısı çeşitli Arap yazılarıyla süslenmiş. Bütün duvarlar rengarenk şekilde çeşitli süslerle işlenmiş. Kendinizi bir renk deryası içinde yüzüyormuş gibi hissediyorsunuz. Bu görkemli yapı yüzyıllardır ayakta duruyor. Kim bilir kaç insanımıza ibadet yeri olarak hizmet vermiş? Camiiden çıkıyoruz. Hemen karşıda Ayasofya Müzesi'ne yürüyoruz. Burası 532 yılında Nika ayaklanmasında yanmış. Daha sonra kısa bir sürede onarılmış. 1453 yılında İstanbul'un fethi ile camiyee çevrilmiş. 1 şubat 1935 tarihinde de Atatürk'ün emri ve bakanlar kurulu kararı ile müzeye çevrilmiş. İlk girişte duvarlarda bulunan mozaikler karşılıyor sizi. Sol taraftan üst galeriye çıkıyorsunuz. Burası taşlarla yapılmış bir yol.Çok dönemeçli. Başınız dönüyor. Ama gizemli bir yol.Ürperiyorsunuz. Çıkışta aşağısını localardan izliyorsunuz. Asıl salona girdiğinizde yukarıda büyük bir kubbe ile tanışıyorsunuz. Kubbeler mozaiklerle süslü. Eskimeye yüz tutmuş. İlk görüntü, bir kiliseyi andırıyor. Fakat duvarlarda asılı olan arapça yazılar buranın bir camii olduğunu söylüyor. Şöyle bir bakınca hristiyanlık ile islamiyetin içiçe olduğunu görüyorsunuz. Adeta Allah, insanları yaratırken hepsini de bir yaratmış, dil, din, ırk ayrımının o kadar önemli olmadığı mesajını algılıyorsunuz. Ayasofya gezimizi de noktalıyoruz. Çıkışta soldan yukarıya, Topkapı Sarayı'na doğru yürüyoruz. İlk giriş kapısından girince sizi, dev, asırlık çınar ağaçları karşılıyor. Avlu ağaç gölgelerinden oldukça serin duruyor. Yorulanlar için kanepeler de konulmuş. Önümüzden bir fayton geçiyor. Burada en çok dikkatinizi çeken şey de faytoncuların, şerbet satan adamların hep eski dönemleri anımsatacak kıyafetler içinde olması. Babüs selam yani Orta Kapı'dan içeri giriyorsunuz. burası sağlı sollu iki kule ile bir kapıdan oluşuyor. Kapının üzerinde arapça harflerle "la ilahe illallah" yazıyor. Altında padişahın tuğrası bulunuyor. Kapıdan girince gişeden bilet alıyorsunuz. Ve artık Topkapı Sarayını gezmeye başlıyorsunuz. Şunu söylemekte de fayda var. Eğer öğrenci veya öğretmen iseniz, kimlik kartınızı göstermek şartı ile müzelere girmek ücretsiz. Sergilenen tüm eşyalar yan yana çeşitli odalarda bulunuyor. Bir odadan çıkıp, bir sonrakine gidiyorsunuz. biz şu anda kaftanların sergilendiği odadayız. Burada çeşitli kaftanlar sergileniyor.Rengarenk kaftanlar. Osmanlı Türklerinin zevkini ortaya koyuyor. Tahtlar bölümünde çeşitli tahtlar, tören mataraları, zümrüt askılar sergileniyor. Hepsi de çeşitli değerli taşlarla işlenmiş. Her biri eşsiz güzellikte ve paha biçilemez değerde. Buralarda film ve fotoğraf çekmek yasaklanmış. Bu nedenle bunları belgeleyemiyoruz. Benim ilgimi asıl Kaşıkçı elması çekiyor. Çünkü daha önce, basında gerçek mi, sahte mi olduğu tartışılmıştı. Şimdi, tam o elmasın önündeyim. Bembeyaz. Pırıl pırıl. Hayranlıkla seyrediyorum. Hemen yandaki bilgileri okuyorum. 86 karat, 49 iri pırlanta ile çevriliymiş. Sultan 4. Mehmet döneminde Eğrilkapı'da bir mezbelelikte bulunmuş. Bir yapmacı tarafından üç kaşık karşılığında satın alınmış. Daha sonra taşın elmas olduğu anlaşılınca bir anlaşmazlık çıkmış. Olayı duyan sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa elması satın almak istemiş. Konu padişaha kadar ulaşmış. Elmas saraya getirilmiş. İşlendikten sonra 86 karatlık bir elmas ortaya çıkmış. Başlangıçta yüzük olarak kullanılmış. 18. yüzyılda elmasın çevresine pırlantalar konularak sorguç yuvası olarak işleme kazandırılmış. Geçenlerde basında sahte olduğu dedikodusu ortaya atılmıştı. Uzmanlar tarafından yapılan inceleme ile gerçek olduğu ortaya kondu. Şimdi ise çok büyük bir ilgi görüyor. O kadar çok bakmış olacağız ki, bir görevli, bizi uyararak ilerlememizi istiyor. Dünyanın bu en şahane elmasını geride bırakarak yürüyoruz. Diğer güzellikleri seyretmeye devam ediyoruz. Osmanlı padişahlarının, şehzadelerinin ve cariyelerinin yaşam biçimlerini öğreniyoruz. Kullandıkları eşyaları, süsleri, silahları görüyoruz. Kısaca yakın geçmişimizle ilgili müthiş bilgiler elde ediyoruz. Dikkatimizi çeken bir bölüm de Kutsal Emanetler bölümü oluyor. Burası da en çok ziyaretçi alan bölüm. Burada Hz Muhammed'in kılıçları, yayı, Kıpt Kavmi hükümdarına yazdığı mektup, Ayak izi, sakal-ı şerifi, Uhud Savaşında kırılan dişinin korunduğu mahfaza, kadir toprağı sergileniyor. Köşede bir imam sürekli Kur'an okuyor. Sarayda gezmedik oda bırakmıyoruz. Hepsini de bu köşede anlatamayacağımız için, İstanbul'a ayağı düşenlerin mutlaka buraları gezmesini salık veriyoruz. Saraydan çıkınca Yerebatan Sarnıcını gezmek istiyoruz. Ama o kadar çok yorulduk ki artık ayaklarımız bizi bir yere götürmüyor. Bu nedenle burayı bir başka sefere bırakıyoruz. Asya yakasında kaldığımız için son vapuru ve son treni kaçırmak istemiyoruz. Bu nedenle biraz dinlenip yola koyuluyoruz. İstanbul rüyalarımızı süslüyor. İstanbul akıllarımızdan bir türlü gitmiyor. Ah İstanbul, Ah Aziz İstanbul! Ne büyüksün sen.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hakan Yozcu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |